kaptan
-
attila ilhan'ın kaptanlık beratı olan şiirdir.
kaptan 1
eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum
geceyarısını yaşamaktan yorgunum
ayazın avucunda unutmuştun ellerini
önünden geçtiğim halde beni tanımadın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
şiirlerim külrengi kumrular gibi uçuyorlar
bakır çalığı göklere katiyyen tahammülüm yok
hele paris’in gökleri aklımı başımdan alıyor
bana seni senden evvelki poitiers’li kızı hatırlatıyor
ayazın avucunda unutmuştun ellerini
karanlığın arkasında kıvılcım gözlü orospular
gölgelerine yaslanmış evliya gibi bekliyorlar
ışıklar kırmızı yandığı zaman duracaksın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
soğuk gözlerinde buğulanmıştı ölsen tanıyamazdın
hâttâ ricardo bile hani vatansız ricardo
burnumun dibinden geçti geçen gün beni tanıyamadı
oysa au vieux châtelet’de akşam sabah beraberdik
üçümüz viyana kahvesi ve sıcak rom içerdik
üstelik o krapfen severdi güzel olurmuş rivayet
neden ve nasıl sevdiğini anlayamadım gitti
yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim
montmartre metrosu civarında seni gözden kaybettim
o zenci yine arkanda mıydı hiç dikkat etmedim
ağzında yoksul bir ıslık ıslak bir cıgara gibi
sidney bichet’nin caz havalarını çiğneyip tüküren
o saklasın varsın seni sevdiğini biliyorum ben
yüzünün renginden geliyor bütün üzüntüsü
bir gazete aldım ama evde okuyacağım
kahvelerden birine girip bir grog ısmarlasam
seni öldürmek için çareler tasarlasam
sükût bembeyaz buz tutsa bıyıklarımda
mağrur bir totem gibi sussam konuşmasam
ve türküm kaybolsa sessizliğin hırçın türküsü
ve ben unutulsam yazdığım şiirler
senin için yazdıklarım herkes için yazdıklarım
eski padişahlar gibi unutulsa birer birer
ve ben seni unutsam hiç hatırlamasam hiç mi hiç
ihanetini hatırlamasam şehvetini hatırlamasam
ellerim oldum olasıya seni unutsalar
yarı gecenin içinden bir zenci süt beyaz bakıyor
rue lafayette’de dünden bugüne geçiyorum
eflâtun gözlerini bir grog kadehinde unuttum
kaptan 2
bu geminin yelkenlerine herifin biri paris yazmış
luxembourg garı’nın dirseğindeki çiçekçiyi bileceksin
yeşil muşamba ceketli sarışın küskün kızcağız
en dokunulmaz kızı en temizi fikrimce paris’in
pablo’ya sorsanız bir taksi şoförüyle yatıyor
pablo!.. ah pablo!.. onunla bir tanışsanız
önüne gelene salamança’dan bir şeyler anlatıyor
babasını orda bir duvar dibinde bırakmış
halbuki konuştuğu zaman fransız sanırsınız
saint-michel’de bir talebe kahvesindeyim
gündüz olduğu halde bütün ışıkları yakmışlar
bir cumartesi günü saat dört buçuğa beş var
ellerim kırılsa ben senin için bu şiirleri yazmasam
dinamit taşırmış gibi gözlerini taşımasam
avanue vagram’da bir akşam yeter bana ağustos’ta
yapraklara serilmiş yirmi beş franklık yıldızlar
bir mısra yeter geceleyin bir tren gibi pırıl pırıl
sen kendine yetmiyorsun hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta
dün gece chatelet’de metro’nun yanı başında durdum
yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu
yağmur saint-jacques kulesine doğru yağıyordu
yanımda olduğun zaman her zamankinden yalnızım
şimdi bir nefeste café de l’écluse’ü hatırladım
seine kıyısındaki küçük nehir kahvesini
kapısında bir gemici feneri asılmış duruyor
seine gemicileri her akşam burada toplanırlar
onlar için birtakım maceralar düşünürüm
sine sanki petrolmüş gibi iştahlı ve obur akıyor
dupont’daki kızlar yalnız cıgara içerek yaşıyorlar
utrillo’nun bir sokağından seni çektim çıkardım
elin yüzün kirlenmiş üstün başın toz içinde
sana mardi gras için bir japon maskesi aldım
sen bana kaptan diyorsun herkes bana kaptan diyor
sahici bir kaptanmışım gibi tükürüyorum
kaptan 3
yalın kılıç bir kasım sabahını paris’te yaşadım
sokaklarda sonbahar şiirleri salkım salkım
faubourg saint-denis’de işte yine pazar kurulmuş
beş franga çorba içtiğimiz julien’in kapısı önünde
kırmızı ve siyah ve sarı saçlı bir kadın durmuş
muzaffer patatesler satıyor üç renkli neşesi içinde
camların arkasında ekmekçi kızlar mavi beyaz
raflarda uzun uzun herifler gibi taze ekmekler
üstüne bir yağmur yağdırmak hevesi uyanır içinde
ben bu mısraları yazarım tout-va-bien kahvesinde
concorde’da bütün fıskiyeler birden ayaklanacak
gri bir demir gibi ensende hissedeceksin ebemkuşağını
paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım
kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım
on beş dakika sonra bordeux’ya bir tren kalkacak
garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın
ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak
ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım
st-vincent de paul kilisesi benim otelin arkasına düşer
saat kulesi her gece uyur uykumdan uyandırıyor
her seferinde seni tekrar bordeaux’ya yolcu ediyorum
saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse eğer küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden
dona-maria! bir kahvede isyan halinde bulduğum
çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk
sen! bordeaux’ya yorgun bir flamingo gibi yolladığım
geceleri benim için dua etmelisiniz
renault’daki grevciler toptan sokağa atıldılar
paris’in duvarlarını boydan boya afişler kapladı
seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
bebn sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim
kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimim
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz
üçüncü paralelde eski bir dünya gibi batacağım
malgaş halkı birkaç yüzyıl hikâyemi anlatacak
kaptan 4
cenova’ya indiğim zaman seni katiyen göremezdim
aklım başımda değildi küfür gibi huzursuzdum
herkes beni unutmuştu ben kimseyi unutmamıştım
zehra’yı unutmamıştım allahsız gözlerini unutmamıştım
sol böğrüme sanki çıplak bir hançer saplamışlardı
şimdi benim gözlerim paris’te marivaux sinemasında
bir çift kara maça gibi yorgun ve uykusuz
ellerim derseniz marsilya’da garsonla hesaplaşıyor
martini-cin seksen frank on frank da servis
kalbim derseniz onun nerede olduğunu bilmiyorum
ağlıyorum onun nerede olduğunu bilmiyorum
hiç kimse kalbimin nerede olduğunu bilmiyor
nihayet seni terk edip gitti diyebilirsiniz
benim acılarım ilahlar gibi şiirlerimi doğuruyorlar
onları karanlıkta bembeyaz izleriyle görüyorum
karanlıkta seni görüyorum dudaklarına ellerimi sürüyorum
seni kollarımın arasında tutuyorum ağzından öpüyorum
ikimiz birden bire austerlitz garı’na gidiyoruz
austerlitz garı önüne bakıyor bizden utanıyor
bir trene binmek ve rastgele defolup gitmek istiyorum
trenin barında alnımı yağmurlu camlara dayamak
küstah bir duble birayla karşılıklı oturup ağlamak
kalemimde mürekkep kalmıyor insanlar beni görmüyorlar
insanlar kendilerini kaybetmişler onlara acıyorum
ümitsiz bir akrep gibi ben aynı zamanda mağrurum
samaritain’in ışıkları ocağıma düşmüş yalvarıyor
bir roman için fevkalade oldukları düşünülebilir
sen bir paket gauloise aldın bir paket mavi gauloise
bense on frangımı amerikan bilardosuna kaptırdım
seine kıyısında mırç büyük bir hayal kuruyordu
seine kıyısında üçümüz sarhoş bir hayal kuruyorduk
mavi bir ışık vardı işte ben onu kaybettim
ben gölgemi kaybettim max jacob’un şiirlerini
sen avucunda bir lokma rüzgar tutuyordun
bu rüzgar için şairliğimi hınzırlığımı kaybettim
aklımdan sen geçiyorsun bir bulut gibi geçiyorsun
dün gece ezberimden çehreni defterime çizdim
sen belki hakikaten bir bulut gibi yolcusun
marsilya’da bir akşam soğuktan tir tir titredim
p. cheyney’in bir kitabını bir kahvede soluksuz bitirdim
vapur ertesi gün saat beşte kalkacaktı
ölümüm herkesinkinden başka türlü olacak
bunu allahım gibi aşikar biliyorum
kim ne derse desin biliyorum içime gün gibi doğuyor
on bir gün aç ve sususz gözlerinin içine bakacağım
on ikinci gün jiletle damarlarımı keseceğim
kaptan 5
hep aynı manzarayı kullanmaktan bıktım usandım
bir yumruk vurdum dünden kalma bir şarkıyı dağıttım
van gogh bana bakıyordu deli gözleriyle bakıyordu
ellerim titriyordu bir dakar yolculuğu kuruyordum
güya bir şilebin kıç güvertesinde durmuştum
nabızlarım bir deniz fenerinin gözlerinde atıyordu
asor adalarında on sekiz mısraımı unutmuşum
onlar beni terk etmişlerdi yalnız kalmıştım mahvolmuştum
sen beni terk etmiştin bunu yalnız serdümen biliyordu
geceleyin ışıkları söndürüp senden bahsediyorduk
seine kitapçılarında villon’un şiirlerini buldum
nehir yürek gibi kabarmıştı rüzgar esiyordu
bir hafta her gece villon’dan bir şeyler okudum
sen benim şiirlerimi okudukça ağlayacaksın
seni hiç görmeseydim seni keşke hiç görmeseydim
şu benim iki gözüm aksalardı kıpkızıl kör olsaydım
sacré-coeur’de armonik çalsaydım dilenseydim
seni hiç görmeseydim ismini hiç duymasaydım
belki kendime göre rezilce saadetlerim olurdu
kaldırımlara renkli tebeşirlerle katedral resimleri çizerdim
kaldırımlara senin resimlerini çizerdim herkes seni çiğnerdi
bistroya yıkılır çırılçıplak bir quandro içerdim
lucie-anne yine gelir yine bana senden bahsederdi
lucie-anne neden gelir neden bana senden bahsederdi
benim şu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor
kendimi yerden yere vuruşumu içimdeki zehri
bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor
odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar
sen o çocuk değilsin sen artık çocuk değilsin
dudakların eskisi gibi beyaz değiller biliyorsun
ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum
sen artık bir din değilsin bunu biliyorsun
eifel’in dibinde durduk ben bir cıgara yaktım
saint-dominique sokağında şehir ışıklarını yaktı
içim büyük karanlıktı ellerimi göğe uzattım
soluk bir sisin arkasından yüzün gözüküyordu
gece inmişti takım takım yıldızlar gözüküyordu
şimdi sen başka bir şehirdeydin saçlarını kesmiştin
dudaklarını boyamıştın bu seni tamamen değiştirmişti
rüyana erkekler giriyordu hem çıplak giriyordu
aklına ben geldiğim zaman utanıyordun
onların arasında değildim çünkü ben yoktum
ben paris’te kalmıştım adresim ezberindeydi
her cumartesi istesen bir kart gönderebilirdin
ne var ki bunu hiçbir zaman yapmayacaksın
kendimden kurtulmak için gölgemi koridora astım
pazar günü sözleşmiştik beni mutlaka bekleyecekti
simdi kalkıp gitsem mırç’ı bulacağım malum
sonra vini-prix’ten üç litre şarap alacağımız
sarhoş olacağımız malum şarkı söyleyeceğimiz
sonra mırç zehra’dan bahsedecek ben susacağım
camlardan bakınca paris’in damlarını göreceğiz
bana ancak sabahları telefon edebilirsiniz
(sisler bulvarı) -
bir hukukçuyla cebelleşip, hakkını koruyabilecek kadar avukat kalacaksın.
gittiğin her yerde bir milletin temsilcisi olup, bir konsolos kadar diplomat, işverenin özel literatürde söylediğini anlayacak kadar iktisatçı olacaksın.
bir mühendis kadar mekanikten anlayacaksın.
iyi bir makine mühendisinin her söylediğini özümseyecek, hiç düşünmeksizin hidrodinamik ve hidrostatik kurallarını uygulayabileceksin.
bir oşinograf kadar denizleri anlayacak, astronom gibi yıldızları tanıyacak ve meteoroloji uzmanı gibi rüzgârları koklayacaksın.
elli kişinin iaşe ve ibadesini, restoranı da içinde olan bir otelin işletmesini yapar gibi sağlayıp, maaşları dahil tüm hesaplarını kuruş kuruş tutacaksın.
elli kişilik bir fabrikanın personel müdürlüğünü yapacak;
itilmiş, toplumdan soyutlanmış problemli insancıkların ruh sağlığını da koruyacak kadar psikoterapist olacaksın.
tüm bunları gereği gibi yapabilmeyi başardığına kendin inanabildiğin gün saçların ağarmış, kamburun da çıkmış olacak.
ve yine aynı soruyu soracaklar:
-''ne iş yaparsın sen?''
ve yine aynı cevabı vereceksin, öğünmeden
-''kaptanım''.
umursamazca verilen cevaba ve yaşının gençliğine bakanlar yine soracak, yine, yine soracaklar hayretle
-''yani şimdi sen şu kocaman vapurun dümenine geçsen sürebilirmisin ? sürebilirmisin yani ? ''
beni affet abidin, ben artık hiç bir şeyin resmini yapmayacağım üstad.
02.07.1995
salvador / brazil -
sisler bulvarı'ndan bir paris şiiri.
"eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum
gece yarısını yaşamaktan yorgunum
ayazın avucunda unutmuştun ellerini
önünden geçtiğim halde beni tanımadın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım"
diye başlar ve uzar gider .
iyi bir paris hikayesidir diyorum -
eskiden kaptanlar hem tüccar, hem broker, hem armatör hem de günümüzdeki karşılığıyla gemi kullanan personeldi. denizcilerde bir ego vardır; bu egonun varlığının kaynağının da bundan geldiğini düşünüyorum.
şöyle düşünün; ege bergama'da egeli tüccarlar toplanıyor. kimisi buğdayını, kimisi zeytinyağını, kimisi çiçeğini- böceğini, kimisi hayvanını gemi sahibi kaptana veriyor.
denizcilikte söz senettir; bu mesleğin onurundan ileri gelir. bir şeye "evet" veya "hayır" demişsen, bir sözleşme imzalamışçasına ona harfiyen uyacaksın- ki uymayanlar damgalanıp sektör dışına itilir.
kaptan açısından; kimin ne verdiğini bilmek için bir envanter listesi (yük manifestosu) oluşturulur. kaptan malları alır, karşı limana götürür ve mallar limana yığılır. ortalık pazar yerine döner. assasin's creed'de vardır böyle yerler, bilen bilir. kaptan, aldığı notlara göre satışını yapar; tabi kendi komisyonunu da ekler. bir ürünü ege'den x dinar karşılığı almışsa 3x dinara satar, yani 2x dinar kar yapmış olur. tabi karşı kıyıdaki ihtiyaçları da hesaplar. bu tarafta zeytin fazladır, onu x dinara alır karşıda zeytin az yetişiyorsa orada 5x dinara satar.
kaptan geri döndüğünde kime ne vereceğini nasıl bilecek? burada özel bir makbuz devreye girer. kaptanla tüccar arasında bir makbuz yırtılmıştır; tüccar kaptanı bulur ve makbuzları birleştirirler. uyuyorsa kaptan parasını tüccara verir. burada sahte belge gördüğünüz üzere neredeyse imkansızdır.
işte bu belge günümüzde konşimento belgesi olarak adlandırılır ve özel kargo şirketiyle gönderilir.
tabi geçmiş zamanda kaptan, hileli konşimento numarasını yutarsa bu onun sorumluluğudur. gerçek tüccara parasını onurlu bir şekilde öder. -
her hecesi ezberimde olan ama boğaza oturan binbir düğümü aşıp,
yüksek sesle sonuna dek okuyamadığım baş yapıt.
aşktan dem vurur gibi yapıp aslında dünyadaki her yaraya dokunan şiir.
yegane derdimiz aşk değildir a dostlar, der gibi bir hali var çoğu dizesinde.
bir okumayla, bir dinlemekle de kendisini size teslim etmiyor.
ustalıkla yazılmış bu kelimelerin etrafında yeterince tavaf ettiğinizde,
armagnac neymiş, grog neymiş,
cehennemde bir allah gibi yalnız olmak neymiş, bir bir aklınızda beliriyor.
lakin şu sıralar hayat zorsa sizin için,
olanlar, olmayanlar sürgünler, işkenceler, soykırımlar,
bitmeyen ırkçılık gülleleri kalbinizin üstünde kaktüs gibi birşeyse,
ne kadar karanlık düğüm varsa gelip önünüze yığılıyorsa,
yokluk varsa, zorluk çoksa yanınızda uzanan,
vaktiyle çekip gidenin o kadının silueti gece yarıları hala aklınıza düşüp aklınızı başınızdan alıyorsa;
bi sigara yaktırıp, nefessiz bırakıyorsa
veya
hala, şimdi şu gün şuracıkta göz göze gelseniz,
baştan aşağıya sizi yasa boğacak bir adamın göz izi mevcutsa aklınızın derininde
yok efendim, siz şimdilik bu şiiri okumayınız.
belki sonra, çok sonra
ama şimdi değil. -
2006 yiliydi, bir bogaz yarisi oncesi ekipce sabahtan kafayi cekip denize ciktik. hedef bebek aciklarindaki samandira. samandira donusunu yapip, atakoy marina'ya dogru simetrik yelkenimiz acik pupa seyri yapacagiz.
zeytinburnu aciklarina gelmistik ki bir kuru yuk gemisinin tam yol bogaz girisini yapmaya hazirlandigini farkettik. ruzgar da kafadan esiyor orsa seyrinde sancak vincinin basina oturmus cenoa'yi trim ediyorum. kaptana dedim ki, "cenoa'yi biraz salayim mi kaptan?". cevap gecikmedi, "siktir et oglum o gecer sonra doner bir daha gecer". ben de eyvallah dedim aynen devam ediyorum. ama kuru yuk gemisi gittikce yaklasiyor, govdesine girecegiz. kafam da guzel, al iste bok yoluna gitti niyazi, sabaha gazetelerin ikinci sayfasina cikariz, "mal ekip telef oldu" diye icimden geciriyorum.
neyse, gemiye yaklastik, yaklastik en fazla 9-10 tekne boyu mesafe var ama bizim kaptandan hala ses cikmiyor. bu arada da essek kadar kuru yuk gemisi yol ver ikazi veriyor, yer gok inliyor anasini satayim. mesafe 1-2 tekne boyu oldu kaptandan hala ses yok. sonra geminin ikazi kesildi, karadenizli kaptani disari cikti kufretmeye basladi:
"amina kodumun ipneleru yol ver ula yol ver!"
baktim olmayacak, "tramola kaptan, tramola!" diye bagirmaya basladim. hayir, 6-7 knotta yol yapiyoruz. tramola atsak dahi gemiye girip girmeyecegimiz belli degil. neyse, kaptan sonunda bogurtumu duydu ve "tramola beyler!" dedi. tramolaya girdik, karadenizli kaptan hala kufretmeye devam ediyor.
"siktiminun ipneleruu..."
tramola esnasinda iskota salarken vincin 1 metre yakinina birseyin carpip infilak ettigini farkettim. sonra anlasildi ki infilak eden sey karadenizli kaptanin bize attigi ince belli cay bardagiymis.
uzun lafin kisasi iki tur kaptan vardir. bizimkisi ve karadenizlisi... -
attila ilhan'ın olağanüstü güzellikte bir şiiridir. hele kendi sesinden dinlemek bambaşkadır.
http://www.dailymotion.com/…lhan-kaptan-12345_music -
kesmeşeker'in kaptan'ı şöyledir:
kaptan büyük adam, konuşmaz sevgi olmadan;
doğuda bıraktığım aklım iade edildi hazret tarafından,
bu kadar hız yeter mi
patlak frenlerim..
ışığı gördüm geri döndüm, üzgün ellerim
kaptan bize reva mı bıraktığın yerler,
inanca doğru süzülüyordu terler
burası cenk yeri, tanıdığım en iyi öğrenci öğrenmiş gizi
tanrım koru bizi.
orası karanlık
takvimler hep anlık
malum teknoloji, tanrım koru bizi
gerginliklerden, kuru şöhretten,
yokluğundan harflerin, konvoyundan e 5'in,
analar iş bıraktı, sonunda kim, kim ağladı...
kaptan, seninleyiz!
kaptan, kaç feet'teyiz
kaptan, yol çok sürer mi?
kaptan, nedir bu duman?
kaptanınız konuşuyor: korsan bizi kaçırıyor
kemerler bağlansın, anılar hatırlansın.
bir yer biliyorum evet seni seviyordum.
ışığa baktım içine daldım...
şimdi neyleyim?
bir de kaptansız gemi vardır; o başka bir albümün konusudur. -
3. de olsa yaptigim meslek. cok afedersiniz ama koyiyim boyle meslege ben. tamam guzel parasi var, tamam geziyoz yalandan da olsa, boyle yabanci kulturler diller falan gayet hos amaaaaaaa.... amasi okadar cokki soylesem tasak gecer gulersiniz belki ama zor be abi, hani gercekten zor.
duygularini bi kenara koydurup ozgurlugunu sattiriyo be adama. cin'e, brezilyaya karsi kaldirimiymis, kapi onu pas pasayimis gidip gelen, duygulari rotasini belirleyen bu ozgur adami 200 metreye sigdirabilirmisiniz. cik 50000 bin ton arpa yuklersin bu gemiyede benim duygularimi sigdiramazsin. zaten sikiyim ben haritadan secipde buraya gidicem lan demekten sonra goasini, pattayasini. neyse gidiyom ben olimposa o bozmamis olsa bari. -
zeki alasya imzali 1984 yapimi turk sinema filmi. basrollerde hulya avsar, orhan gencebay ve suat sungur gibi isimler var.
filmin konusu;
ucari ve biraz da hovarda olan orhan kaptanin gemisine, gec odenen bir senet yuzunden haciz gelir. borclandigi adam kasabanin zengin esrafindan biridir. orhan kaptan gemisini hacizden kurtarmak icin kamyonetiyle yola cikar. yolda melek adinda bir kiza rastlar ve kizi kamyonetine alir. yolda kiz yuzunden bir suru aksilikler olur. fakat orhan senet icin acele etmektedir. sonunda zengin alacaklinin villasina ulasir. fakat alacakli adam orhani tersler ve villasindan kovar. bu sirada melek'in bu adamin kizi oldugunu ogrenir. donuste intikam icin melegi kacirir. yolculuk esnasinda orhan'la melek arasinda duygusal bir yakinlasma baslar.
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap