• gerek dünyanın, gerek türkiye'nin dört bir yanından gelen özel katılımcıları; yelpazesi gittikçe genişleyen atölye çalışmaları, gezi programları ve her saniyenizi dolduran tüm aktiviteleriyle güzel bir tatil geçirmenize vesile olan mekan. detaylı bilgi için: http://www.kayasanat.com/
  • hayatımdaki en şahane haftalardan birisini geçirdiğim kamptır bu. hatta döneli bi ay olmasına rağmen etkisinden de hala kurtulamadığım sanat yeridir.

    neresinden başlayacağımı kestiremediğim için lafı dolandırıp durmadan öncelikle bi hafta boyunca ne olup bittiğini anlatarak o zamanı anımsayıp daha sonra o ruha tekrar büründükten sonra yorum kısmına geçeyim. kamp programı kısmından sıkılan insanlar direk en sona yorum kısmına da geçebilirler.

    --- spoiler ---
    öncelikle pazar sabahın köründe fethiyeye vardığımız zaman kamptan nihal ve hüseyin abi (gidecek olanlar isimlere de alışsın zaten bi süre sonra herkesi kendi akrabanız gibi görmeye başlıyorsunuz) bizi arabayla aldı. hatta nihal benim sabahın 6sındaki konuşma performansımdan çok memnun kaldığı için takip eden günlerde de söylenmeyi ihmal etmedi.* neyse pazar günü olay mahaline vardıktan sonra çadırları kurup biraz uyumaya çalıştıktan sonra kahvaltı için kalktık. bu ilk gün genel olarak tanışmayla ve nerdeyim ben mahmurluğuyla geçiyor. daha sonra öğlen yemeğinde artık herkes geldiği için kamp programının bildirilmesinin ardından kayaköy yürüyüşü başlıyor. ilk durak olarak köy kahvesi bi süreliğine ziyaret edildikten sonra köy iyicene bi geziliyor, tepelere kadar çıkılıyor. daha sonra dönüldüğünde zaten akşam vakti yaklaşmış olduğundan yemek yeniliyor ve ardından kampla ilgili yanlış hatırlamıyorsam mithat bereketin bi belgeseli gösteriliyor. tabi orada bu belgeseli izlemeyip opsiyonel olarak içki ve gitar ikilisiyle de vakit geçirmek mümkün. *

    gelelim pazartesi gününe yani olayların asıl vuku bulmaya başladığı güne. kahvaltı sonrası saat 11'de herkes atölyelerine yöneliyor. ben ritm atölyesinde olduğumdan dolayı yazıya bu atölye çerçevesinde devam edeceğim. atölyede genel olarak stres atmaya yönelik gayet doğaçlama bi şekilde harala gürele giriştik. bu noktada eğer başka bir müzik aleti de çalıyorsanız getirirseniz eğlence miktarı daha da artmaktadır. atölye hocası olan tuncay santuru çıkarıyor siz de kendi enstrümanınızla doğaçlamanın, müziğin içinde kaybolmanın şahane etkisini hissedebilirsiniz. o sırada gazeteciler filan geldi bir miktar kasıldık, sonra haydi fotoğraf çekiliyoruz dendi ve en son arabaların üstünde oynaya oynaya fotoğraf çekildik. (sonra bu fotoğraflar perşembe günü hürriyetin -ve galiba sabahın- akdeniz ekinde çıktı) atölye sonrası öğle yemeğinin ardından ilk gün darboğaz koyuna gittik. bu noktada koya gitmek için yürüyüş ve bisiklet olmak üzerine iki seçenek vardı. biz de herşeye atlayan gaz insanlar olduğumuzdan hemen bisikleti tercih ettik. neyse en son bi tepeye varıldıktan sonra koya inmek için yine bir miktar yürünüyor, yani araçla gidenler de yine bi hareket yapmak zorunda kalıyor. özellikle bisikletle gidenler varıldığı anda artık denizi haketmiş oluyor ve kendinizi afiyetle sulara bırakıyorsunuz. bu koyda orda geçirdiğiniz zaman boyunca şahane gözlemeleriyle sencer abi ve adını bilmediğim eşi olduğunu tahmin ettiğim abla ile tanışıyorsunuz. özellikle waffle kıvamındaki muzlu çikolatalı gözleme tavsiye edilir. zaten onları yedikten sonra enerji dolarak bi gazla bisikletle geri dönmeye karar vermişimdir. (bisikletle gitmemize rağmen dönüşte araba ile dönme şansını bize vermişlerdi) döndükten sonra akşam yemeği sonrası açık alanda bi yer olan poseidon bara gidiliyor ve orada tuncay ve melih gitar ve ud ile gönülleri hoş tutuyor. bu noktada yine getirmiş olduğunuz enstrümanla eşlik etmek serbest.* dönüşte yine bi anda bi gaz oluyor darbukalar çıkıyor ve hoytara hoytara oynamaya başlıyorsunuz.

    gelelim salı gününe. sabahtan yine kahvaltı, atölye çalışması, öğle yemeği sonrası ebru ve deri mask yapımı atölyeleri var bu sefer. atölye sonrasında da darboğaz koyunun üzerinden batan güneşi, günbatımını izleyebilmek için st nicholas adasına doğru yol alıyoruz. gemiler koyuna * vardıktan sonra adaya götürecek olan motoru beklerken bi anda gaza gelip iskeleden atlamak da yapılacak olan aktiviteler arasında. neyse motor herkesi karşıya götürdükten sonra bi süre herkes yüzüyor, yine sencer abinin gözlemeler yeniyor, ve saat 6 olduğunda artık yavaş yavaş tepeye tırmanış başlıyor. davul eşliğinde kabile halinde adanın en tepesine çıkılıyor ve güneş batana kadar balonlarla fotoğraf çekimiyle bi şekilde keyif miktarı artıyor. dönüldüğü zaman yine akşam yemeği ve sonrasında herhangi bir etkinlik yok. tabi etkinliğe doymayan bünyeler öncelikle kendi halinde rakı+gitarla ofisin tepesinde moda girmesinin hemen ardından, insan içine çıkıp zaten oynamaya hazır bünyeleri de gaza getiriyor ve bu sefer hoparey hoparey göbek atılıyor. tabi o kadar oynadıktan sonra birisinin size para takması da performansınızın gayet iyi olduğunun bi göstergesi olarak sayılmaktadır.*

    çarşamba günü öğle yemeği sonrası bu sefer ölüdenize gidiliyor. bu noktada yine 2 saatlik yürüme ve arabayla gitme seçenekleri sunulmasına rağmen gaz durumumuzdan hiçbir şekilde ödün vermediğimiz için 2 saatlik yürümeyi tercih ediyoruz. kayaköyün içinden başlayan yolculuğumuz likya yolunu takip etmemizle süre gelirken en sonunda varıyoruz. (evet geçen iki saati böylede güzel anlatırım) neyse yine deniz kısmısı sonrası kampa dönüyoruz. akşam da karmylassos'a balık yemeğe gidiliyor ve onun ardından da hemen önündeki barda yine bi kurtlar dökülüyor. tabi ritm grubu olarak da burada sahne alınıyor ve bi süreliğine şuursuzca çalınıyor. sonra yine halaydı göbek atmaydı derken bu gece de şahane geçen geceler arasına giriyor.

    perşembe günü kendi adıma konuşmak gerekirse öğlene kadar bi ayılmakla geçti. onun dışında isteyenler sabahtan ya da akşam döndükten sonra bi saatlik bir at turuna da çıkabiliyorlar. neyse öğlen yemeklerimizi yedikten sonra bu sefer kamp alanına en yakın koy olan soğuksu koyuna yürüyerek gidiyoruz. araçla gitme imkanı olmadığından bu sefer herkes yürümek için yollara koyuluyor. mesafe de yaklaşık 45 dakika-1 saat. neyse gidiliyor, koya adını veren soğuk su kaynağına yüzülüyor ve bi dötünüz donuyor orda. ardından dönüşte duşa erken gidebilmek için diğer insanlardan biraz önce yola çıkılıyor. ama bu noktada dikkat etmeniz gereken kampın yağız köpeklerinden olan itos’a yolu biliyordur herhalde diye güvenmemeniz gerektiğidir. çünkü o siz ne tarafa yürüyorsanız kendi sanki çok biliyormuş gibi sizin önünüze geçip ilerliyor. ama ne zamanki yanlış yolda olduğunuzu farkedip geri dönüyorsunuz, bu sefer o yine hemen yöneldiğiniz tarafa gidip en öne geçiyor ve kampa vardığınız zaman ben getirdim diye artizlik yapıyor. neyse bu sefer akşam yemeği sonrası hisarönüne gidiliyor ve ordan da atabar’da yine içip içip kurtlarınızı döküyorsunuz. ve evet burada da kısa bi süreliğine de olsa sahneye çıkıp çalma şansınız mevcut. * tabi ordan biraz daha erken dönüp kamp alanında içkiler afiyetle yudumlanabiliyor.

    geldik cuma gününe, bi yerde son gün de diyebiliriz. bugün farklı olarak kahvaltı sonrası atölye yerine hemen tekneye gidiliyor. tekneyle kelebekler vadisi, akvaryum koyu ve son olarak yine darboğaz koyuna gidiliyor. bugün özellikle teknenin tepesinde, koyda yanıp bronzlaşmak isteyenler için düzenlenmiş bir gün. diğer taraftan benim de bi miktar sıkıldığım tek gündür. neyse kampa döndükten sonra akşam yemeği sonrası yüz boyama yarışması başlıyor ki artık son gecede hiç beklenmeyen bi şekilde eğlence dozajı daha da artıyor. yüzler boyandıktan sonra türlü cıvıklıklar, şebeklikler yapılıyor ve tüm kamp boyunca çekilen fotoğraflardan oluşturulan dia gösterisini izlemek için yöneliyoruz. ardından gece y ine geç vakitlere kadar oturuluyor ve “bitmesiin” dercesine gece bi türlü bünye yatmaya gitmek istemiyor.

    cumartesi artık ortama bi hüzün hakim oluyor. yavaş yavaş insanlar olay mahalinden uzaklaşıyor ve en sonunda siz de çantanızı sırtlayıp terk-i diyar eylemek zorunda kalıyorsunuz.

    --- spoiler ---

    neyse programın sonunda bi hüzünlendim ve şimdi duygu ve düşüncelerimi daha bi yazabilecek o kıvamı tutturmuş bulunuyorum. bu sadece kağıt üzerinde bi program, tam olarak nası bi his olduğunu görmek için oraya gidip bi hafta geçirmeniz gerekmektedir. kampın başında bi daha gelir misin diye sordukları zaman, “yok ya gelmem gezilip görülecek daha bir sürü yer var” diyerek cevap veriyordum, ama şimdi arkadaşlarımla bi daha gitmenin yolunu gözlemekteyim. şu an orayı iki aile işletmekte. ama 1-2 gün içinde o iki aileyi kendi aileniz gibi benimsiyorsunuz. çünkü kayaköylü olduklarından dolayı çok sıcakkanlılar gelenlere karşı. yani yemekte köfte arttığı zaman ye oğlum ye diye size getiren bi insanı, daha sonra tabağınızdaki çorba tabağını elinize almanızı önerip, sonrasında da “oğlum kafanı kullan böylece daha çok yoğurt alırsın” diyen bir anneyi nası kendi anneniz gibi benimsemezsiniz. diğer taraftan oranın patronu denilebilecek, ama patron profilinden olabilecek en uzak noktada duran mutlu var. ailenin dışından olan atölye öğretmenleri ve melih de artık ailenin bi parçası olmuş. o alandaki bu samimiyet kamp boyu kendinizi mutlu hissetmenizi sağlıyor.

    şöyle de birşey var ki içecek alırken oradan dolabı açıp daha sonra kağıttan kendi isminizin karşısına işaret koyuyorsunuz ve en son kamptan ayrılırken içtiklerinizin ödemesini yapıyorsunuz. her ne kadar bara daha çok bakan melih’in gözünün önünde bi kaç kez yazmayı unutmuş olsam da buradan kendisine sesleniyorum: vallaha içki filan kaktırmadım size.* ayrıca gece istediğiniz zaman mutfağı kullanıp istediğiniz yemeği yapabilirsiniz. tek istedikleri işiniz bittiği zaman mutfağı temiz bırakmanız.

    kamptaki yaş dağılımı nedir derseniz, gençlerin daha çok rağbet edeceği bi kamp gibi dursa da her yaştan insan vardı. üniversite sınavına yeni girmiş insanlar, üniversiteliler, mezun olmuş ve bi kaç senedir çalışan 25-30 yaş arası bankacılar, 30-40 yaş arası doktorlar, çocuklu aileler ve evet ufak bir de çocuk, yaşı daha da ileri olan öğretmenler olmak üzere yelpaze baya bir genişti. biz gittiğimizde en kalabalık dönemlerini yaşıyordu o yüzden herkesle yakın olmak, kaynaşmak pek mümkün olmadı ama belirli bi grupla yine kaynaşıyorsunuz ve tekrar onları görebilmek için gün arıyorsunuz.

    şimdi bazı imkanlardan da bahsedeyim. biraz araştıranların bileceği üzere taş pansiyonda veya çadırda kalma şansı var. taş pansiyonları bilmiyorum nasıllar ama küçük ve temiz güzel yerler olarak duydum. biz çadırda kaldık ve çadırda kalanlar için battaniye yastık gibi gayet rahat güzel konfor elemanlarını sizlere sunmaktalar. ayrıca uyku tulumunuzu alıp dışarda çardakta filan da yatabilirsiniz (ki ben iki gece öyle yaptım).

    şimdi bu tip yerlerde olan en önemli şey yemek ve tuvalettir. yemek konusu şöyleki abartısız olarak ben hayatımda bu kadar keyifle yemek yememişimdir. patlıcan sevmememe rağmen artık ne yapıyorlarsa gayet iştahla yedim, ki bunun pek aç olmakla filan ilgisi yok. zaten kullandıkları sebzeleri filan da kendileri tamamen hormonsuz olarak yetiştiriyor. tuvalet konusuna gelirsek eğer, ortak tuvaletler de her gün temizleniyor. bu yüzden kullanım sırasında hiçbir sorun gerçekleşmiyor. zaten genelde çoğu insan anladığım kadarıyla çadır yerine evlerde konaklamayı tercih ettiğinden ortak tuvaletler de çok fazla kullanılmıyor. bunun haricinde internette acil bi işiniz bişey olursa, internet imkanı da burada sağlanmaktadır.

    döndüğünüz zaman bi hafta boyunca sürekli araçlarda orda burda oynadığınız için artık şehre dönünce otobüsler, şehir hayatı filan çok sıkıcı geliyor. bu otobüste niye kimse oynayıp şarkı söylemiyor diye çemkirmeniz gayet mümkün. hatta çoğu insan bi süre şehir hayatına alışamadı, herkes geri dönmek istiyorum nidalarıyla yaşamını sürdürüyordu.

    bi de şöyle de bişey var ki insan kendisini burada fazlasıyla güvende hissediyor. cüzdanımı, çantamı gayet çadırda bırakıp gidebiliyorum, hatta bir gece fotoğraf makinemi yemek yenen yerde unuttum da aman yahu sabah alırım diyerek gayet gönül rahatlığıyla uyudum. şehir yaşantısında masada bişey bırakıp tuvalete gidemezken gayet garip ve güzel bi duyguydu bu.

    şunu da belirtmekte bir fayda görüyorum; burası bi hafta boyunca güneşte malak gibi yatmayı sevmeyen, sürekli bi hareket isteyenlere göre bi yer. programdan anlayacağınız üzere burada pek boş zaman geçirmeye fırsatınız olmuyor. ayrıca adındaki sanat kısmı, "ya benim bişeye yeteneğim yok ki anlamam ben öyle sanat filan" diyen insanları ürkütmesin. kampta sanat bi yerde amaç olmaktan öte daha keyifli zaman geçirmek için bir araç vazifesi görmektedir. tabi hiçbir şeye katılmak istemeyenler atölye sırasında hamaklara uzanıp tembellik de yapabilirler.

    bi aydır bu yazıyı yazmıyordum ama az önce geçen haftanın fotoğraflarına bakıp aynı şeylerin başka insanlarla da yapıldığını görünce bi an kendimi aldatılmış hissettim ve buraya yazarak kendilerine varlığımı hissettirmeyi düşünüyorum. elbet yuvama geri döneceğim ve o fotoğraf karelerine bir kez daha gireceğim.*

    neyse zaten tatil bittiydi yazısı da bitti şimdi, insan yazısını bitirirken bile hüzünleniyor...
  • mutlu ve oğuz isimli kuzenlerin özenle, emekle, içlerinin güzelliklerini de katarak yaratmış oldukları harika kamp. oğuz'u trafik kazası almış o cennetten ama diktiği güller bile hala taptaze gülümsüyor fotoğraflardaki yüzü gibi. başınızı çevirdiğiniz her yerde zevk, incelik ,emek, uğraş görüyorsunuz ki bu hayranlığı saygıya dönüştürüyor. gidilesi, görülesi, kalınası harika bir kamp...
  • bir de eflatun sanat kampı vardır.
  • aliskanlik yapar... her sene gidilesidir... kimi zaman da fena carpar adami... aklini basindan alir...
  • yaz sezonu öncesi websitesini yenilemiş... ayrıca istanbul'da da kış ayları için açılacağının müjdesini veriyor... her ne kadar istanbul'da yaşamadığımız için kış aylarında mahrum kalsak da yazın gelmesiyle beraber elbet yollarına düşeceğimizdir...
  • üç gün kalıp fethiye'ye dönerken, fethiye'den istanbul'a dönerken yaşadığım isteksizliği hissettiren cennet kamp...
  • ayrılırken insanın bir parçasını bıraktığı yer...
  • herkesin kesinlikle tatilde gidilesi görülesi yerler listesinde bulunması gereken alternatif tatil mekanı. fakat uyarmam gerek, gece geç saatlere kadar açık kalan süpermarketlerin insanı tembelliğe iten konforu karşısında, satılan yoğurdun gerçekten yoğurt, ekmeğin gerçekten ekmek olup olmadığını düşünmeyi bırakan ve nihayetinde, gıda yerine gıdaymış gibi yapan, tatil yerine tatilmiş gibi yapan biz şehirli insanların 1 haftalık tatil süresince kampta yetiştirilen organik sebzelerle, gerçek ev köfteleriyle, leziz zeytinyağlılarla, halis tereyağlarıyla-ballarla-çam ormanı oksijeniyle beslenmesi bünyede tedavisi mümkün olmayan tahribatlara neden olabiliyor.
  • aşağıdaki satırları bana yazdıracak kadar güzel yerdir;

    yavasca sıyrılacaksın tüm muhteviyatından nefs'in, zehirli akacak sular yıkanırken huzurla.. sabah uyanmayı seveceksin, uyanmayı sevdiğinden uyumayı özler olacaksın... dostluğu yeniden keşfedeceksin.. keşfettiğin dostlarla sohbetinde gülerken gözlerinden yaşlar akacak.. gündelik yaşam dediğinin günü-delik deşik eden...lerle dolu olduğunu göreceksin.. arada kaçacaksın bu satırları yazdıracak tatillere..
hesabın var mı? giriş yap