• şimdi televizyonu açtığımızı varsayalım, fakat televizyonumuzun sesi kapalı o an için: bir kanalda bir film dönüyor, oyuncular hiç tanıdık değil, mekanlar tanıdık değil, ses kapalı olduğu için konuştukları dil de belli değil (dublaj mı? orjinal mi?). fakat siz şöyle filme 1-2 saniye bakmakla o filmin türk yapımı veya hollywood yapımı olup olmadığını anlarsınız. yönetmen kalitesi, kamera kalitesi, görüntü yönetmeni kalitesi, kostüm yönetmeni kalitesi gibi unsurlar direk 2 saniyede "heh tamam" dedirtir insana. her film izlemeden evel yaptığım bir ritüeldir bu, özellikle yerli filmler. direk filmin renkleri bile yeterli aslında.

    işte ilk defa ayırt edemedim ben bir filmi, kelebeğin rüyası'nı. kalite standartları konusunda değil yetişmek, birçok hollywood filminin eline verecek kalitede de bir filmdi. çekimler, kostümler, renkler ancak bu kadar güzel hazırlanabilirdi. belki hikaye bana çok hitap etmedi, belki beni derinden sarsmadı ama tam 2 saat 20 dakika boyunca türk sinemasının geldiği o güzel noktaya doğru dalarak izledim filmi. olmuş bir iş işte böyle bir iş.

    hatta az daha boyutu genişletip en iyi yabancı film dalında oscar adayı olsa bu film hiç sırıtmaz diye de düşündüm. yani filmin her karesinden öyle saf bir kalite akıyordu ki, inanın zibilyon tane film izledim, bu denli güzel çekim kalitesi olan filmler sayılıdır (evet global boyutta).

    sırf bu emek için, sırf bu emeğin karşılığında gelen inanılmaz başarı için bile bilet alınmalı izlenmeli ve teşvik edilmeli bu oyuncular, bu yönetmenler, kameramanlar.
    not: film damardan sanat aşıladığı için entryde yer yer edebi anlatımlarla seviye yükselmiş istemsizce*.
  • gereksiz yere uzun, sonu baglanamamis, karakterlerin havada kaldigi, hicbir varlik gosteremedigi, ele alinmaya calisilan konunun ozune bile inilemedigi, yeni hicbir sey ortaya koymayan, esprileri bile guldurmeyen, ne kadar drama sever bir ulke olundugunun resmi ticari film.
  • hakkında mustafa sönmez yazmış:

    "hayatı, şiiri, aşkı ve ölümü paylaşmış iki gencin, muzaffer tayyip uslu’yla rüştü onur’un kelebek ömrü kadar kısacık hayatlarını anlatan “kelebeğin rüyası”, usta işi bir yılmaz erdoğan filmi... bizim sungu çapan, geçen cuma, sayfasında “insan, insan kokan” bu filmi tanıtırken şöyle yazdı; “kelebeğin rüyası, 2. dünya savaşı’nın ürkünç gölgesinin düştüğü, 1941’in yoksul ve yoksun türkiyesi’nin kömür merkezi olan, işçi kenti zonguldak’ta başlıyor, zincirlenmiş mahkûmların nazi toplama kampından farksız bir şekilde madene götürüldüğü, dehşetengiz bir sahneyle...”

    chp’nin, tek parti rejiminin kente hükmettiğini resmeden filmin arka planında “mükellefiyet zonguldak’ı” ve maden işçileri var. ama prangalı işçileri, jandarma kontrolünde madene indirilen “mükellefleri” izleyiciye ne kadar anlatabildi film, kuşkularım var. filmin bitiminde gençlere kulak misafiri oldum; “kemalizm böyleymiş işte, zorla çalıştırmışlar insanları, naziler gibi” diyordu birisi…

    milli koruma kanunu (mkk)

    ‘çalışma mükellefiyeti’ de, ‘varlık vergisi’ gibi tarihimizin büyük tartışma yaratan konularından biri. ama bu tartışmaları yaparken, içinde yer aldıkları büyük çerçeveyi, dönemin sosyal, ekonomik şartlarını anımsamadan olmaz. mükellefiyet, ilk önce osmanlı döneminde 1865’te başlatılmış ve 1880’e kadar uygulanmıştı. bahriye nezareti’ne bağlanan zonguldak madenlerinin başına getirilen dilaver paşa, hazırlattığı nizamnamede 12 gün aralıklarla nöbetleşe çalışacak yöre insanlarının çalışma şartlarını düzenletmişti. sanırım, o da uygulamayı emperyalist ingiltere’den öğrenmişti.

    1940’lardaki, mükellefiyet de ikinci uygulama olacaktı. “milli şef” inönü, ülkeyi savaşa sokmamak için çabalarken erkek nüfusun önemli bir kısmı silah altına, hem de 4 yıllığına, alınıyor, ama bir yandan da ekonomik çarkın dönmesi gerekiyordu. demiryolu yatırımlarının, askeri fabrikaların, şileplerin, vapurların, elektrik santrallarının, fabrikaların kömür ihtiyacının aksamaması gerekiyordu. kömürün merkezi zonguldak, sonra soma’ydı. nüfusun dörtte üçünden fazlası köylerde yaşıyordu. madenlerde, yol, liman inşaatlarında çalışacak işgücünü tedarik sorunu vardı. önce sıkıyönetim ilan edildi 1940’ta ve 1947’ye kadar sürdürüldü. ekonomik ve sosyal yaşamla ilgili sıkıyönetim içinse 26 ocak 1940’ta milli koruma kanunu çıkarıldı. bu yasa, hükümete fiyatları saptama, ürünlere el koyma, devletleştirmelere gitme gibi geniş yetkiler tanıyor ve “çalışma mükellefiyeti”ne de yer veriyordu. mahkûmlar da çalışmaya mecbur bırakılıyordu. bazı yörelerde kadın ve çocuk emeği de bu kapsamda kullanıldı.

    zonguldak’ın ‘mükellefleri’

    orhan veli’nin, “siyah akar zonguldak’ın deresi/yüz karası değil, kömür karası/böyle kazanılır ekmek parası” diye tarif ettiği zonguldak’ta 1850’den bu yana kömür üstüne kuruludur hayatlar, hikâyeler, şiirler... ingiliz, fransız, italyan sermayesini takiben iş bankası’nın işlettiği madenler, 1940’ta, yani mkk ile birlikte devletleştirildi. üretim yetersizliği bir gerekçeydi. ama daha önemlisi stratejik sektör görülüyordu madenler, limanlar, demiryolları... ve devlet işletmesi altına alınarak riskler azaltılmalıydı. hepsi devletleştirildi.
    armutçuk, kozlu, üzülmez, karadon ve amasra’dan oluşan 5 ana üretim alanı, ereğli kömür işletmeleri’nce işletildi. 1948’de a. ali özeken ereğli havzasında 25-30 bin çalışan işçiden sadece 5 bininin rızasıyla işçilik yaptığını, geri kalanların “mükellefiyetle” çalıştırılan işçiler olduğunu yazıyordu. çoğu karadenizli olan ve nöbetleşe madene çağrılan ‘mükellef’ işçi havuzu 60 bini buluyordu. çalışma süreleri toplamı askerlikten sayılıyordu. o dönemde havzada çalışan turgut edingü, “kömür havzasında ilk grev” (1976) adlı kitabında, köylülerin gruplar halinde nasıl jandarma eziyetiyle alındığını ve 1.5 ay süreyle nöbetleşe, zor şartlarda çalıştırıldıklarını yazar. havzanın silahlı, özel üniformalı bir “kömür alayı”, işletme bünyesindeki “ekonoma”lardan alışveriş yapmak için kullanılan özel bir parası bile vardı. işçiler düşük ücretliydiler; çok zor şartlar altında çalışıyor, barınıyorlardı. yılda ortalama 100 işçi madende hayatını kaybediyordu. iş kazalarında yaralananların, iflah olmaz hastalıklarla kırılanların kaydına bile rastlanmıyor.
    sıkıyönetim altında, her tür örgütlenme ve sosyal haktan yoksun çalışma koşullarını, dönemin özel sektörü de tepe tepe kullandı. mkk’ye rağmen karaborsa, stokçuluk, tefecilik savaş ikliminde başını almış gitmişti. 1942’de varlık vergisi ve kuruyla yaşın birlikte yakıldığı o trajik icraat da bunun ardından geldi zaten...

    şartların zarureti

    olan biteni açıklamada “zaruret” ana gerekçedir, ama sonuçlar içini acıtır insanın. tıpkı nâzım’ın dediği gibi: tarihsel, sosyal, ekonomik şartların/ zaruri neticesi bu!/ deme, bilirim!/ o dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim./ ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek./ o, “hey gidi kambur felek,/ hey gidi kahpe devran hey,”/der.

    genç şairler muzaffer’le rüştü’nün filminin en güzel repliklerinden birini zonguldak’tan heybeliada sanatoryumu’na giden vapurda, dünya savaşının başladığı haberinin ajanslardan yayılmasıyla duyarız. behçet necatigil (yılmaz erdoğan), veremle savaşan muzaffer uslu’ya (kıvanç tatlıtuğ) şöyle der; aldırma bunlara sen muzaffer/ senin savaşın, sana yeter...

    filmin kahramanlarından rüştü onur’un (mert fırat oynuyor) yaşadığı şehre, kömürün karasıyla karadeniz’in yeşilinin buluştuğu o güzel şehre olan aşkını anlattığı şu dizeleri de filmde dinlemek isterdim: “sen aziz şehrim/uykusuz yaşadığımı bilmelisin/bütün işçilerin/saçak altında uyuduğu bir saatte/ben mızıka çalarak geçiyorum sokaktan/sen aziz şehrim/ellerim, gözlerim kadar benimsin...” kelebeğin rüyası - mustafa sönmez (cumhuriyet)
  • şiir gibi film.
    "bir film izlerken, özellikle bu film bir dönem filmiyse; filmde kostümler, kullanılan arabalar, evler ve diğer tüm çevre etmenleri filmin birer oyuncusudur bana kalırsa ve bu filmde, yalnızca karakterler değil bu saydığım etmenler de en az oyuncular kadar başarılı olmuş. hatta bazı noktalarda oyunculardan bile daha başarılı olmuş diyebilirim. "
    http://www.cayvar.com/…i-film-kelebegin-ruyasi.html
  • bunu kaçıncıya yazanım bilmiyorum ama belçim bilgin ve suzan (yani suzan değil, ve suzan) faktörü haricinde çok güzel bir film olmuş.

    --- spoiler ---

    - belçim bilgin liseliyse ben de anaokulluyum, 27 yaşındayım ama bu önemli değil, yaşasın okulumuz.
    - suzan'ın filmdeki varoluş amacı neydi? muzaffer'in büyük aşkı olmaksa ben ortada bir aşk göremedim, zeka özürlü gibi gülen ve kendi isteklerinden başka bir haltı düşünmeyen ergen irisi bir karı gördüm, sonunda da "çok üsüldümm nysee cnm byees :/" dedi ve gitti zaten. 2. yarıda rolü azalınca bana bir rahatlama geldi zira ilk yarıda inanılmaz bunaldım çıkmayı bile düşündüm.
    - suzan rolünü çok sevdiğim farah zeynep abdullah da oynasa olmazmış çünkü çok boş ve tiki bir karakter, bomboş. hem iyi ki olmamış çünkü kız mediha rolünde çok başarılıydı.
    - filmde bir aşk hikayesi varsa o da mediha ve rüştü'nün hikayesiydi, "sen hasta olmasaydın seni bana vermezlerdi ki".
    - sanatoryum ne güzel bir ortamdı, tövbe est.. güzeldi ama orada çekilen her sahne. yalnız kartopu oynama sahnelerinde ağaca itinayla yapıştırılmış toplar ve oyuncular ellerini atar atmaz yusyuvarlak top haline gelen karlar komikti.
    - yılmaz erdoğan'a çok sempatim olmamasına rağmen rolünde güzelceydi, taner birsel'i ve anne babaları oynayan diğer saygıdeğer oyuncuları pek göremedik, onlar yerine suzan'ı görmemiz çok faydalı oldu.
    - ağladığım ilk sahne mert fırat'ın anasına şiir okuduğu, şiveli konuştuğu kısımdı, onlar at arabalarında gemiye götürülürken ne ağladım ne ağladım. yıllarca durmadan taksiye binen dar gelirli dizi karakterleri izledikten sonra bu filmde üç öğün yemeği bile bulamayan, hakikaten fakirlikten imanı gevreyen insanların dramı ne güzel verilmişti.
    - yahu gelsin istemiyorum ama konu geliyor yine filmin adeta trollu olan suzan'a. bu kızın muzaffer'i her karşısında gördüğünde hasretle, üzüntüyle değil "yine gelmiş hayranım mihihihhihi" gülüşüyle koşması bana sinem kobal'ın uygur kardeşler programındaki ayı ailesinin kızı rolünü hatırlattı. en az onun kadar manalıydı.
    - mert fırat sen nasıl tatlısın belli değil, maşallah, nazarlardan saklasın, aşkında, yüzünde, çok gözüm kaldı çünkü.
    - kıvanç tatlıtuğ hadi kuzey'i geçtim ama behlül'ü oynamış diyenlere ağzımla gülmüyorum panpa. adamın yüz ifadelerine, boynu büküklüğüne, fukaralıktan doğrultamadığı beline bakarken gözlerim doldu animeler gibi.
    - en çok beğendiğim sahne, mediha, rüştü ve muzaffer'in okul çocukları gibi evli çiftin yatağında oturup sohbet ettikleri, dert döktükleri sahneydi. nasıl bir dostluktur, insan böyle dostları kaybedince gerçekten biraz ölür.
    - diğeri de mediha ve rüştü'nün düğünüydü. eski gelinlerin sadeliği, sadece sevmek ve yuva kurmak için evlenmeleri.. bir mediha'ya baktım, bir de alien topuzlu, disko topu suratlı, straples gelinlikten memeleri taşan günümüz şebeklerine. mediha'nın gelin olma hali ve gelinliği ne kadar güzeldi.
    - velhasılıkelam, ben mesela iki şairi de tanımazdım, tanıdığım iyi oldu, ruhları şad olsun.

    --- spoiler ---
  • evim sensinde fahriye evcanın bok gibi performansını çıkart yine berbat filmdi. bunda belçim bilginin kötü oyunculuuna rağmen film baya iyi. tek parti dönemi her sahnenin arka planında eleştirilmiş ama rakı sahneleriyle antiakplilerin gönlü alındı diye düşünüyorum.

    --- spoiler ---
    yılmaz erdoana helal olsun. türk usülü twist yapmış. hemi de 5li 6lı twist. türk filmi neticede ya, film başlar başlamaz aha biri kesin tam diğeriyle kavuşmuşken ölecek diyosun. sıska- duygusal haline bakılırsa herkesin adayı bu noktada behlül tabi. ama film ilerliyor rüştü üstüste öksürükleriyle bu yarışta ben de varım diyor. hıı demek ki rüştü dediin anda bir mektup, bir hastane sahnesi derken rüştü iyileniyor. suzanın babasından ve manitasından vereme üstüste göndermeler de devreye girince bir anda suzan öne çıkıyor. yılmaz erdoğana aferim muzaffer diyoduk suzan çıktı dediğin anda muzafferin sağnak yağmurdaki öksürük solosuyla ibre yeniden muzaffere dönüyor. daha sonra sırasıyla melihanın hastane bahçesinde karnını tutarak yere yığılması, muzafferin hastaneden erken ayrılıp tıksıra tıksıra suzanın peşine düşmesi sekanslarıyla zirve yarışı iiyice kızışmışken melha çat diye vırikden ölüyor. zaten bu noktada bile tiwistleri yeterince takdir etmişken rüştü-muzaffer ikilisini de veremden götürerek pastaya çilekle kremayı ekliyor. gerçi pastada krema olur

    --- spoiler ---
  • görsel, sanatsal, kurgusal olarak veya başka yönlerden 'anlayanlar' kendi bakış açılarına göre değerlendirebilirler.
    ancak bana göre 'insanın yüreğine dokunan bir film' olmuştur.
    müzikler harikuladedir.
    yalnızca şiir ve müzikleri dinlemek dahi yeterli gelebilir.
    tabi söylentilere odaklanıp 5 dakikada bir şiir okunduğunu sanmayın.
  • bana soracak olursanız filmde vurgu yapılan iki temel sahne var. çok fazla vurgu var ama filmi güzelleştiren iki yan. ve bunları türk sinema seyircisinin anlayabilme ihtimalini çok zayıf olarak görüyorum. o yüzden umarım senaryosu bastırılır ki o zaman okunarak anlaşılır.

    --- spoiler ---
    1* rüşdü öldükten sonra muzaffer'e kelebek uyandı mı sorusu?
    2*pamukçukların ne kadar mutluluk getirdiği konuşma ve filmin kapanışı.

    --- spoiler ---
  • kemalettin tuğcu detected! diye bağıran bir film
hesabın var mı? giriş yap