• kim olduğunu hatırlayamamakla beraber bir türk ünlüsü şöyle demiş idi bir televizyon programında;

    - bilmemkaçbin yıllık insanlık tarihinin herhangi bir noktasında yaşamış ve ölmüş olabilirdim. ama bu kadar geniş bir aralığın işte burasındayım, o da burasında. aynı yüzyılı yaşadığım, aynı anda hayatta olduğum herhangi bir adama aşık olmam neden garip olsun ki?
  • çok iyi bişeydir.. ilgilenen bayan arkadaşlara selam eder 73 yaşında bir petrol milyarderi olduğumu eklemeyi borç bilirim..
  • aragorn ile arwen'i incelediğimizde gayet mümkün gözüküyor. zira bir iki yaş değil, yüzlerce yıl var aralarında ve gayet mutlular. oluyor demek ki.
  • lise 2' de başıma gelendir.
    servis şoförümüzdü. daha doğrusu belediye otobüsü şoförüydü; ama bir otobüs, okul çıkış saatimiz için bize tahsis edilmişti belediye tarafından.

    adı fatih'ti. heralde 32-35 arasıydı, o da en fazla. anlamlı yeşil gözler, siyah saçlar, bembeyaz ten... görünüşü sevimli, sempatik, çok yakışıklı, çok tatlı ama çok da soğuk, mesafeli. kimsenin yüzüne dönüp de bakmaz, konuşmaz.

    evliymiş ama eşiyle arası açıkmış, ya da boşanma arifesinde, ya da boşanmış...bunlar muallak, hala da bilmiyorum. hakkında bunun harici hiçbir şey bilmiyorum zaten. kimseye sormadım.

    ona olan aşkımdan da kimsenin haberi olmadı. iki yıl bunu içimde tutttuktan sonra günlüğüme yazmamıştım açık açık da, onu tarif etmiştim; en yakın arkadaşım okumuş ve o olduğunu anlamış. ben de inkar etmedim.

    bir kişiye bile olsa, onca zaman sonra açılmak içimi ferahlatmıştı ve öss öncesi dersanedeki kankam ibo'ya da kendim anlattım. nasıl şok olduğunu hala hatırlarım.
    -peki ne amaçladın?? yani sonunda ne olacağını umuyordun?? korkmadın mı?? gibi sorular sormuştu ibo.
    o sorana kadar da hiç düşünmemiştim. bi amacım yoktu. kendi seçimim de değildi. ama kalbim deli gibi çarpıyordu, onu görmeme iki saat kalmasından itibaren. yüzüne hiç direkt bakmadım. dikiz aynasından dikizledim:) kimsenin farketmeyeceği oranda:)
    mümkünse önlere, boş yakalarsam muhakkak en öne oturdum.

    mezun olana kadarki iki yıl kimseyle de çıkmadım. (başım beladan kurtulmadı bu yüzden de)o sıralar, çıkma teklifinde çok ısrarcı bir çoçuk(mehmet), bizim serviste, alt sınıftaki iki kızla çok samimiydi. şakalar, komiklikler...bu kızlar da mehmet'e demişler ki, o fatih'i seviyor, öne oturuyor...mehmet de bana sordu bunu, inkar ettim. ne saçmalık ya, yok artık, dedim. kendime bile itiraf etmediğim ilk zamanlardı. bak sen şırfıntılara!! asıl onlar düpedüz asılıyolardı adama :p...ben de çaktırmadığımı düşünürken, demek ki dikkatli gözler duruma uyanmış. neyse, napalım, olabilir.

    bir keresinde aylık öğrenci pasomu otobüste düşürmüşüm. fatih abi fatih abi diye onun etrafında dolaşan bi çocuk vardı sözelde(feti miydi ne) o söyledi. ee, hani pasom? dedim, fatih'teymiş... allaaaah. kıpmızıdan mora, ordan yeşile, pembeye... renkden renge giriyorum. napıcam şimdi, tek kelime edemem, kalpten giderim, meseleyi de söyleyemem, gider başka alırım, en iyisi bu diye düşündüm. bir yandan da şeytan dürtüyor, ona bir kelime etme şansım var... o sırada yüzüme mi bakar, göz göze mi geliriz, buyrun alın mı der? ilk ve son konuşma fırsatım onunla...uzun lafın kısası, okul çıkışı otobüse binerken "benim pasom düşmüş ama ..." ya benzer bir şey söyledim. o da hemen yandan alıp uzattı, bir şey söyledi mi baktı mı, çok hatırlamıyorum, çünkü zaten tüm gücüm cesaretimi toplamaya gitmişti, bayılmak üzereydim, o yüzden, verdi, oturdum işte. pasonun üstündeki fotoğrafım da öyle berbat ki, bir yandan ona üzülüyorum. oysa ben her gün ona süsleniyorum kendimce, saçlarımı ütülüyorum?!! toka alıyorum :) yaş 14-15 .

    evimiz son durakta ve hep en son ben iniyorum, bir önceki durakta benim haricimdeki herkes inmiş oluyor. yani bir durak boyunca baş başayız aslında, yalnızız güya.( züğürt tesellisi işte) ben de bir önceki durakta inebilirim. çünkü bizim sokak, iki durağa da aynı mesafede. ama ben bir taşla iki kuş vuruyorum. hem ona dikizden, kimse görür mü korkusu olmadan bakıyorum 5-10 saniye de olsa; hem de son duraktan kendi sokağımıza yürürken, o da otobüsle aynı yolu geri dönerken,bir an da olsa görmüş oluyorum onu. hatta aynı zamanda ona yaşadığım sokağı da gösteriyorum, kendimce. birkaç ay böyle geçiyor.

    otobüs de oturan yolcu 45, ayakta 45 kişilik, kocaman bir şey. ve ben her seferinde en önlere oturmama rağmen, inmek için ta arka kapıya ilerliyorum, o koca koridoru aşıp. sadece benim için kapı açıyor!!!?? allahım çok mutluyum, ayaklarım yerden kesiliyor bu anlarda...(mallığa gel)

    öğlenciyim ve kışın eve akşam karanlığında geliyorum, 6-6 buçuk civarı.
    son durakta iniyorum ve ondan sonra otobüs orda geri dönüyor ya, işte o akşam durağa gelip arka kapıya gittiğimde kapıyı açmıyor, şaşkınım, çok mutluyum ama bir tepki de vermiyorum. ben de içerdeyken geri dönüyoruz. yine son durakta iniyorum yani. ilişkimizde bir aşama bu! onunla olduğum saniyelere nerden baksan 30-40 saniye, belki de daha çok, ekleniyor...sebepsiz yere...zaten hiç konuşmuyoruz, haliyle bana sormadan...

    onun güzel gözlerine bakarak günler geçiyor. ve beni hala dönüşte durakta indiyor. eşşek değiliz heralde, ben de ona birkaç adım geliyorum: bazen ön kapıdan inerek...aşk dediğinde kapris de olur, her şey olur... bazı günler ona küsüyorum(sebebi yok), o gün kaçamak da olda bakmıyorum. bir kez bile!!. çok acı çeksem de yapıyorum bunu. zira o kadar kolay bir kız değilim. çok nadir olmakla birlikte, bazen arkalara oturuyorum. yine ona tavır yapıp hiç bakmadığım, bakışlarını yakalamadığım(evet, dikiz aynasından bak bak artık adam da bakıyor haliyle hep, kaza yapıcaz!!!), ama ona umursamaz tavrımı görsün diye öne oturduğum bir akşam, ben yerimden kalkmadan arka kapıyı açtı ve ilerleyip kapıya geldiğim anda kapattı ve ön kapıyı açtı. benimle kedi fare gibi oynuyor, çok hoşuma gidiyor(mal!!!) kalbim ellerinde...allahım şimdi küt diye gitmezsem bi daha ölmem heralde. başım nasıl dönüyor......yine de istifimi bozmadım hiç; gayet soğukkanlı ve sakin bir şekilde ön kapıya geldim; bu sefer de ön kapıyı kapattı!!!! durağı geçip döndüğü yerdeyiz, yol bitip ağaçlar başlıyor o noktada. orman yani. zaten o yüzden son durak. akşam 6 buçuk 7, kış olduğu için bildiğin gece. ve etrafta kimseler yok...ses bile yok.. ön kapıda bekliyorum. hala tepki vermiyorum... bu şekilde 10 saniye geçti belki ama bana saatler gibi geldi. nihayet bakışlarımı yerden kaldırdım ve dönüp yüzüne baktım, o da kararlı ve meydan okur ifadeyle bakıyor. bense teslim oldum işte, normal davrandığıma bakma..

    o bir şey söylememi bekliyor ama gözlerimi kaçırıyorum, yere bakıyorum tekrar. o da tek kelime etmiyor ben de.... yalnızız, burdayız, neredeyse yüz yüzeyiz, aramızda yarım metre yok... aşığım deliler gibi....her akşam yolunu gözlüyorum...bir yıl olmuş....ama başımı yerden kaldırmadım. o zamana kadarki hayatımın en erotik en heyecanlı anı...hatta çoğu sevişmemden kat be kat fazla....o an dudaklarımız birleşsin o kadar istedim ki ve belki bir kaç saniye daha kapıyı açmasa yapışacaktım dudaklarına....öpüşmeyi bilseydim, nasıl yapıldığını yani,
    daha önce birini öpmüş olsaydım yapardım....keşke 10 yaşındayken kuzenim zorladığında onu öpseydim(9yaşındaki kız kuzenim) tecrübem olurdu en azından...ve yolun bitiminden dönüp bizim sokağın başında indirdi beni...sokağımı öğretme çabalarım da sonuç vermiş meğer :)
    bundan sonraki akşamlarda hep son durağı dönüp sokağımda indirdi beni:) ben de ön kapıdan indim hep.

    okul tatil olursa üzülürdüm. sonra yaz tatili oldu ve lise sonda artık servisimiz yoktu.
    çok seyrek de olsa diğer belediye otobüslerinde rastgeldim ona. içim gitti ama bakmadım. cesaretim yoktu. söyleyecek sözüm varsa söylemem için fırsat vermişti ve ben..... risk almamıştım. giremedim bu işe, yemedi. böyle de kalmalıydı.

    ve o son yıl... zor bir öss hazırlık süreci, yoğun ders çalışma saatleri ve içimde herkesten sakladığım fatih...aradan 10 yıl geçmiş, hatta daha fazla. o kadar çok bakmışım ki o yüzüne, gözlerine; hafızamda ilk günki gibi duruyor.
  • tanrı'nın senkronizasyon hatası yüzünden acı çekmeyi gerektirir.

    (bkz: ölüyorum anlasana)
  • askin doruklarina ulasmanin bir diger adidir... hele siz erkek, asik oldugunuz kisi bayansa. arabasi vardir bir kere. sizi kapinizdan alip, istediginiz yere goturur. en pahali restoranlara davet edilir, bes kurus para odemezsiniz. arkadaslariyla tanisirsiniz. ki bu arkadaslarin cogu onemli insanlar olmuslardir bile. yasitlarinizdan cok daha bakimlidir, cok daha iyi giyinir, nereden ne yiyecegini, ne giyecegini, ne koku surecegini bilir. kompleksi yoktur. yalniz kaldiginizda mekan sorunu cekmezsiniz, evi vardir, ve sadece o yasar icinde. oyle elinde meyve ile giren, "oglum kizim yer misiniz diye getirdim...aaaa!...e pardon ben cikayim.." diyen bir annesi yoktur. cinsel hayatin doruguna varirsiniz, sizden cok daha fazla taktik biliyordur, bir de uzerine ogretir. oyle libidonuz azdiginda naz olayina girmez, hatta sizden daha azgin oldugu icin zaman zaman siz bile naz yapabilirsiniz.

    kotu yani: memnun kalirsa birakmaz. siniri bozulursa yakaniza yapisir. terkederseniz ve o hala sizi seviyorsa yakaniza yapisir. sizinle bir problemi varsa yakaniza yapisir. ama o sizi terkederse onun hicbir tarafina yapisamazsiniz. ski de yoktur ki tutasiniz. (tamam cok kotu espriydi) zaten iliski boyunca patron odur. ondan ayrildiktan sonra yasitlariniz size cok banal gelir.
  • çocukluğumda bana bir sürü lakap taktılar. çirkin olduğum için maymun diyenler de oldu, ki bu bende büyük yaralar açmıştır, kadastro diyen de. ya bir insana kadastro diye lakap takılır mı?? yine de en çok canımı yakan "cafer"di. evet bana cafer diyorlardı. çünkü mahallede herkes beni bakkala gönderirdi. bir nevi part time kapıcılık yapar olmuştum. bizimkiler dizisini çok seven bir abimiz bana cafer demeye başlamış ve bu dilden dile yayılmıştı. artık koca mahallede adımla hitap eden bir tane insan evladı bulamaz olmuştum.

    gergin ataman okuldan gelir derslerini yapar, mahalle maçında üç gol atar, kaleci kovaya evrilince "ya yapicaniz işi skym ben geçerim kaleye" diyerek panter kesilir doksanlardan top çıkarır, maç bittikten sonra mahallenin göbeğine yaptırılmış olan hayrattan su içmek için sıranın hep en sonuna geçer ve saat akşam altıyı gösterdiğinde kolunda sepetiyle bakkalın yolun tutardı.

    evvela zemin kattan yalnız yaşayan hüseyin abi uzatırdı parayı. çavdar ekmeği dışında bir şey istemezdi. gözlemlerime göre hüseyin abi sadece çavdar ekmeği ile besleniyor gece gündüz bunu kemirerek hayatını idame ettiriyordu. ekmeği bırakmak için kapıyı çalmaya yeltenirken o bana fırsat bile vermeden kapıyı açardı fakat içeriden hiç yemek kokusu duymazdım. hüseyin abinin evi yalnızlık kokardı. eşyaların tükenmişlikleri hallerinden belli olurdu. o evdeki her canlı ve her eşya ayrı ayrı yalnızlık çekiyordu emindim.

    sırayla herkesin siparişlerini alır paraları fitilli kadife pantolonumun cebine koyar bir çırpıda bakkala varırdım. kağıda yazdığım siparişleri hazırlatır, hepsini ayrı ayrı poşetlere koydurur ve bakkaldan çıkmadan poşetlere son kez göz gezdirip mahalleye döner, dağıtıma başlardım. önce bizim apartman ve bizim ev tabii ki. annem başımı okşar sonra da "hadi çabuk ol cafer yemek soğumasın" diye gülerdi. annem güldükçe ben homurdanır ve dağıtmaya devam ederdim. bu emeklerim karşılığında kimi az da olsa para kimi de elma, havuç, çikolata, ekmek arası salça verir veya kalem tutuştururdu elime okulda kullanayım diye.

    sadece o hiçbir şey vermezdi bana. mahallemizin güzel giyimli gizemli kadını. arka apartmanın dördüncü katının kadrolu yalnızı. ne bir ahbabı dostu ne de bir akrabası vardı. yıllardır kapısını bizim tanımadığımız birisi çalmamıştı. gerekmedikçe konuşmazdı. çok klas giyinirdi gizemli ablamız. o mahallenin yollarına çıktığında rüzgarından ağaçlar yerlerinden sökülürdü. biz de dal gibi çocuklardık elbet titrerdik karşısında. 1970'lerin yeşilçam filmlerinden fırlamış gibi sokakta yürür, kimsenin bilmediği bir yere gider ve hüzünlü yüz ifadesiyle eski model bir taksiden inerek evine gelirdi. bazı şanslı kimseleri başıyla selamlasa da asla samimiyet belirtisi göstermezdi. insanın aşka, sevgiye inanası geliyordu onu görünce. gözleri bir ikna mercii gibi bakıyordu.

    bir tek ben onunla konuşabilirdim koca mahallede. ama sokakta değil tabii. dağıtım sırasında. her daim özenle taranmış saçları, jilet gibi abiye kıyafeti ve yüzünde asalet belirten o ilginç ifadeyle kapıyı açar sanki beni değil de onu baloya götürmek için gelmiş olan ayhan ışık'ı görmüş gibi gülümserdi. bazen şarap isterdi bazen de çamaşır için deterjan. iki gün üst üste aynı şeyi kesinlikle istemezdi. torbayı alır eliyle yanağımı okşar ve usulca kapıyı kapatırdı. koridorun sonundaki odadan hep radyonun boğuk sesi gelirdi kulağıma. zeki müren şarkıları yankılanırdı; ah bu şarkıların gözü kör olsun diyordu zeki müren, gözlerin doğuyor gecelerime diyordu, ismi mesut göbek adı bahtiyardı ama içinde fırtınalar kopuyordu. biz onu hep öyle bilmiştik.

    bayramlar gelirdi, mis kokulu bayramlar. herkesin tertemiz kıyafetlerini çekip topladığı paralarla kızkaçıran, füze, torpil, leblebi tozu, çitos, taso, mikasa top aldığı bayramlar. işte o bayramlarda mahallemizin güzel ablası bize bir kıyak yapar, kapıya gelenleri içeri davet eder, sabahın köründe kaynatıp öğlene doğru soğuttuğu sütlaçtan ikram ederdi. ahhhh...allahım sen sütlacı bulan kulunu aziz eyledin umarım. ona iyi bak allahım. o ki ne yüce bir varlıktır!! acaba üstüne tarçını da o mu atmıştı? her neyse...sütlacımız yer yolumuza devam ederdik. gezmedik kapı kalmazdı.

    bayram sabahları iyiydi de akşamları hep bir hüzün çöküyordu nedense. mahallemizin ablası balkonda ufak tefek seçiliyordu akşam vakitlerinde. sanki karşısında biri varmış gibi bir şeyler söylüyor, zannedersem rakısından afili bir yudum alıyor ve gizli gizli gözyaşı döküyordu. ben aşağıdan ona bakıyordum. onu merak ediyordum, geleceğimi bile onun hayatı kadar merak etmiyordum. geceleri başımı yastığa koyduğumda kulağıma cızırtılı bir radyo sesi gelirdi. hayalimde onun ayhan ışık'ı olur smokinim ve ince bıyığımla kapısında belirirdim. koluma takar kapısının önüne çektiğim chevrolet marka aracımla onu mutluluğa götürür bir daha da geri getirmezdim. onun bu mahalle griliğinde ne işi vardı ki zaten?

    bir akşam onu ilk defa kötü bir halde gördüm. bulaşık deterjanı, yumurta ve vanilya istediği gayet sıradan bir gündü. hava sıcaklığı dünle aynıydı, hayatın sıkıcılığı, mahalle maçının skoru, bakkalın hesap makinesinin tuşlarına bir süre vurup gözünü kısarak makineye güvenmediğini belli etmesi aynıydı. hüseyin abi yine aynı ekmekten sipariş etmiş, birileri yine beni cafer diye çağırmıştı. her şeyin aynı gittiği bir günde onun aynılığından eser kalmamıştı. jilet gibi abiyenin yerini solgun eski bir elbise ve omuzlarını örten örgü şal almıştı. ilk defa bana gülümsememiş yanağımı okşamamıştı. mutsuzluk şöyle bir uğramıştı galiba buraya.

    bana uzun uzun baktı. gözlerinin ışığını söndürüp baktı. boynunu içten çürümüş ağaçlar gibi devirerek baktı. ruhunu az önce trene bindirip uzak bir memlekete göndermiş gibi baktı. bana, birkaç hayat yaşamış gibi baktı. elimdeki poşeti uzattım ama o çoktan arkasını dönüp odaya gitmek üzere hareketlenmişti. kapıda öylece kalakaldım. içeriye girip girmemekte tereddüt ettim. ayakkabılarımı topuğundan diğer ayağımın ucuna sıkıştırarak çıkardım ve eşikten geçtim. torbayı mutfağa bırakıp kapıyı kapattım ve salona, onun yanına gittim. kumaşı sıra sıra altın rengi raptiyelerle ahşaba tutturulmuş eski bir berjerde oturmuş duvardaki fotoğraflara bakarak içli içli ağlıyordu. duvarlarda onlarca fotoğraf asılıydı. berjerin yanındaki koltuğa geçip oturdum, ayaklarım yere değmediği için üstü yıpranmış çorabımı saklayamayacaktım ama o an bunun çok da önemli olmadığını fark ettim.

    babası, annesi ve kardeşleri olduğunu düşündüğüm iki kız ile beraber bir fotoğrafları tam ortada duruyordu. hemen altında da denizci üniformasıyla uzaklara bakan yakışıklı bir adamın solgun fotoğrafı vardı. ve deniz kıyısında çekilmiş çocukluk fotoğrafları, siyah önlüklü okul fotoğrafları, sinema önlerinde çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar ve diğer onlarcası. duvara hayatının kronolojik bir sıralamasını yapmıştı sanki bu eski fotoğraflarla. sessizliği bölen sadece onun içli hıçkırıkları ve radyonun boğuk sesiydi. ona sormak istiyordum, neyin var diye boynuna sarılmak, ben de onunla ağlamak istiyordum. mazi kalbimde bir yaradır çalıyordu...

    - bak, dedi yerinden hızlıca doğrulup üniformalı adamın fotoğrafını işaret ederek, bu adamı çok sevdim ben. içime çektiğim nefes gibi sevdim. beni üniversitenin kapısından alır beyoğlu'na götürürdü. koluna girerdim sıkı sıkı tutardım onu. ah!! üniforma bir askere bu kadar mı yakışır? genç kızlar hep onu süzer iç çekerlerdi. ama o bunları görmezdi, gözlerime bakar başka yere bakmazdı. beni ilk defa öptüğünde yağmur yağıyordu biliyor musun? yanaklarım kıpkırmızı olmuştu birden, utancımdan paltosunun yakalarını iki elimle kavrayıp kafamı göğsüne bastırmış ve içinde kaybolmak istemiştim. en mutlu olduğum anlardan biriydi. sırıtıyordum, ağzım kapanmıyordu sevinçten.

    sustu. "belki de gitmesinin sebebi başkaydı..." dedi ve yine sustu.

    sonra mutfaktan bir tabak sütlaç alıp tekrar odaya geldi.

    - senin için ayırmıştım. hadi al, dedi.

    koltuğa oturdum ve yedim. sigarasından bir nefes alıp fotoğraflara bakmaya devam etti. bir roman kahramanıydı sanki.

    eve geç kaldığımdan ötürü izin isteyip kalktım. kapıda bana sımsıkı sarıldı.

    - hiçbir zaman sevdiklerini terk eme, dedi.
    - etmem, diyebildim sadece.

    yaşadığı acıyı bana emanet etmişti sanki. birkaç gece onu düşünüp ağladım. onun acısını anlayamıyorduk, güzel kıyafetlerine bakarak bir zamanlar çok iyi bir hayat yaşadığını düşünüyorduk. aramızda daha bir yalnızdı. omzuna dokunan bir el olmalıydık, ya da başını yaslayacağı bir omuz. olamadık, korktuk ondan. kendi kendimize onun havalı, sosyetik bir zengin kızı olduğu kanısına varmıştık. oysa ki o gönül yarası olan sıradan biriydi.

    yaklaşık on gün sonra arka apartmanın kapısına bir kamyon yanaştı. onun eşyalarını taşıyorlardı. özensizce hem de. sanki sıradan eşyalarmış gibi sırtlarına alıp kamyonun kasasına atıyorlardı. berjeri kasanın en önünde birkaç parça eşyanın üzerinde yana yatmış bir şekilde duruyordu. gözlerim dolu dolu karton kutuya istiflenmiş fotoğraflara bakıyordum. evi taşıyan abiler bir yukarı bir aşağı koştururken o hengamenin arasında en şık kıyafetleri hatta belki de bugüne kadar ki en güzel haliyle o göründü apartmanın kapısından çıkarken. büyüleyici bir güzelliği vardı. koşarak yanına gittim. neden gittiğini sordum, sarıldım başımı göğsüne yaslayarak.

    yüzümü okşadı, mecburum dedi. bir insan neden gitmeye mecbur olur ki? çocuktum, anlayamıyordum. taşlar yerine oturmuyordu. bir taksi geldi onu almaya. gözden kaybolana kadar arkasından baktım. çivilenmiştim sanki olduğum yere. kalbim acıyordu. çünkü bu benim ilk terk edilişimdi. bir yerlerden boğuk bir radyonun sesi yayılıyordu mahalleye..."mazi" diyordu şarkıcı..."mazi kalbimde bir yaradır, bahtım saçlarımdan karadır..."
  • bu macerayı yaşamak isteyen üniversite birinci sınıf kızların mesaj fasilitesi vasıtasıyla bana ulaşmaları kafidir. (bak özellikle yaşlı türkçesi kullandım xd choq gselis yhaa)
  • bazen gülümsetir, acı acı

    --- küçük bir aşk masalı ---

    soğuk bir günde gelen sıcak birisiydi kadın. en sıcak günlerde bile soğuk birisiydi çocuk.
    sıradan biriydi çocuk; işsiz, güçsüz, dertsiz, tasasız, kaygısız, aşksız.
    sıradan biriydi kadın; işinde, gücünde, dertlerinde, sorumluluklarında ve de yalnızlığında.

    çocuk yolun üçte birini geçmişti, kadın ikide birini.
    çok şey biliyordu kadın, sanıyordu veya. az şey biliyordu çocuk, belki kadından daha fazla.
    çocuğun içinde bir adam vardı, kadının göremediği; kadının içinde küçük bir kız vardı, çocuktan gizleyemediği.
    çocuk mutlu geleceğini görüyordu, kadında; kadın mutsuz geçmişini görüyordu, çocukta.

    seni seviyorum, dedi çocuk, yanılıyorsun, dedi kadın. seni hep seveceğim, dedi çocuk, gülümsedi kadın.
    çocuk inanmadı kadının onu hiç sevmeyeceğine, kadın inanmadı çocuğun onu hep seveceğine.
    çocuk bekledi, kadın gelmedi,
    çocuk kovaladı, kadın kaçtı,
    çocuk durdu, kadın yaklaşmadı
    çocuk uzaklaştı, kadın kazandı.

    bak gördün mü, dedi kadın, gülümsedi çocuk.

    --- küçük bir aşk masalı ---
  • hem zor hem de güzeldir.mesela sizden 10-15 yaş büyükse sizinle asla istiklalde elele gezmeyecektir.çünkü o bunu çoktan minimum 7-8 kişiyle yapmış ve de bu tarz romantizm olaylarına doymuştur.gece hayatınızda da yalnız olacaksınızdır.çünkü o buna doymuştur.sürekli evde oturup film izleyip çekirdek çitlemek isteyecek sizinle 2 adım ötedeki dükkana bile gelmeyecektir.acaba benimle görünmek istemiyor mu diye bile düşünebilirsiniz.kim bilir belki de öyledir.asla söylemeyeceği için bunu hiç bilemeyeceksiniz.siz onun için bulunduğunuz şehri terk edip 1 mahalle yukarısına taşınırsınız ama bunu da normal bir şeymiş gibi görecektir ve hiç de mutlu olmayacaktır.sadece küçük bir "hadi ya" diyecektir.ama mutsuz da olmadığı için siz kendinizi buraya taşındığınız için onun da mutlu olduğuna inandırırsınız.uykusunda onu izlemeye bayılırsınız ilk günler,salak salak sırıtarak...üstelik o horul horul horlarken.hep ama hep evdesinizdir.gezmek istemez.eğlenmeyi bilmez.çünkü dedim ya,doymuştur o her şeye.ve siz farkında değilsinizdir ama o aşka da doymuştur.yani varsınız veya yoksunuz...farketmez onun için.size rağmen,size bile doymuştur o.çünkü adı x olan sizin gibi biriyle zaten biiiir sürü şey yaşamıştır.şimdi siz onun için farklı bir isim ve farklı bir bedensinizdir.belki göğüsleriniz biraz daha büyük,boyunuz biraz daha kısadır.saçlarınız farklıdır belki.ama yine aynı insansınızdır.bunu elbet birgün farkedersiniz ama bu her zaman çok geç olur.onu terk ederken bile umurunda olmadığınızı görürsünüz.asla çabalamaz.geri dönmenizi istemez.niye istesin ki?bir şey mi değiştirdiniz ki hayatında?artık cevabını da siz de bildiğiniz için arkanızı dönüp giderseniz.ve tecrübeye dayanarak söylersem bir kaç yıl sonra sokakta bile görseniz rastgele içiniz kıpır kıpır falan olmaz.hikayedir bu.siz de unutup gitmişsinizdir ve kim bilir belki de onun size yaptığı şeyleri farkında olmadan çoğu insana yapmışsınızdır.
hesabın var mı? giriş yap