• virginia woolf'un "neden kadınlardan büyük dehalar ve sanatçılar çıkmıyor" sorusuna cevap verdiği kitabı. tek bir cümleyle özetlemek gerekirse bunun olması için kadının kendine ait paraya ve bir odaya sahip olması gerektiği cevabını veriyor. kitabı okurken dikkatimi çeken şey şu oldu. woolf kitabı 1900'lerin başında yazmış fakat yazdığı ve yakındığı şeyler hala neredeyse aynı, hala aynı şeyler konuşulup tartışılıyor. bu kitabın kadın haklarında neden öncü olduğunu da kitabı okurken satır aralarında anlıyorsunuz. ilgilenenlerin netflix'te hala yayında olan eşitlik çağrısı ve yayından kaldırılan miss representation isimli belgeseli izlemelerini tavsiye ederim.

    "mrs. seton, annesi ve onun da annesi büyük bir sanat olan para kazanmayı bilseler ve babaları ile büyük babaları gibi paralarını kendi cinslerinden başkaları kullansınlar diye burslara, kürsülere, ödüllere ve öğretim üyeliklerine ödenek olarak miras bıraksalardı; imkanlarla donatılmış mesleklerden birinin güvencesinde güzel ve onurlu bir ömür geçirebileceğimizi güvenle söyleyebilirdik."

    yazar o dönemlerde kadınların kütüphanelere dahi alınmadığından, eğitim ve burs olanaklarından da hep erkeklerin faydalandığından bahsetmiş. erkekler yine erkeklere yardım ediyor yani sizin anlayacağınız. şu an kimilerinin itiraz ettiği pozitif ayrımcılık o dönem erkekler tarafından kullanılıyordu demek ki. kadınlara böyle bir imkan tanınmadığı için ekonomik özgürlüklerinin olmadığını dile getiriyor.

    "ilkin, bebek doğana dek 9 ay geçmesi lazım. sonra bebeğin doğumu. derken bebeği emzirmekle geçen 3-4 ay. emzirmeyi kestikten sonra çocukla oynamakla geçen 5 yıl. sonra da çocuğunuzu gelişi güzel sokağa salamazsın, değil mi? rusya'da çocukların kafalarına göre sokaklarda koşturduğunu gören insanlar bunun pek de takdir edilecek bir görüntü olmadığı kanısındalar."

    şaşırdığım bir nokta çocuğun 3-4 ay emzirilmesi oldu. hani 2 yaşına kadardı bu dedim içimden. onun yanı sıra o zamanlarda da millet çocuğunu sokağa salmaya tedirgin oluyordu herhalde. garip.

    "erkeklerin kadınlara olan merakı, kadınların erkeklere yönelik merakından niçin çok daha fazlaydı? çok tuhaf bir olguydu buydu bu ve tüm vakitlerini kadınlar hakkında kitaplar yazmaya hasreden erkeklerin hayatları zihnimde canlanmaya başladı...başınızı nereye çevirirseniz çevirin, erkekler kadınlara hep kafa yoruyorlar ve onların hakkında hep farklı şeyler düşünüyorlardı."

    sözlükte hala erkeklerin kadınları çekiştirmesi ve kadınlara kafa yorması... ablacım üzülerek söylemeliyim ki 100 küsur sene geçti ama hiçbir şey değişmedi, hatta daha da arttı.

    "gerçekten, diye düşündüm, gümüş paraları çantama koyarken. o günleri mutsuzluğunu, sabit bir gelirin olmasının insanı mizacını nasıl değiştirdiğini akla getirmek üzerine parmak basılması gereken bir nokta. sadece harcadığım çabalar ve verdiğin zahmetler değil, içimdeki nefret ve mutsuzluk da buhar olup uçuyor. artık hiç bir erkekten nefret etmeme gerek yok. onlar beni incitemezler. hiç bir erkeğe yaltaklanmam gerekmiyor; bana verecek hiçbir şeyleri yok."

    daha önce yaptığı ufak tefek işlerden bahsediyor. sonrasında teyzesi ölünce sağlam bir miras elde ediyor. bu satırlarda da ondan bahsediyor aslında. günümüzde de dikkat edilirse kendi ayakları üzerinde duran kadınlar erkeğe pek minnet etmiyor, yaltaklanmaya çalışmıyor. düzenli geliri olmayan, erkeğe muhtaç kadınlar bu şekilde davranıyor genelde.

    "profesör travelyan'ın işaret ettiği üzere gerçekte ise kadın odaya kilitlenip dövülebiliyor ve duvardan duvara çarpıp alabiliyordu. böylece karşımıza çok acayip, bir sürü yönü olan bir varlık çıkıyor. hayali düzlemde en üst önemde; pratikte ise hiçbir değeri yok. kapaktan kapağa şiir kitaplarını süslüyor da tarihte hemen hiç yer almıyor. edebiyatta krallarla fatihlerin hayatlarına hükmederken, gerçekte anne babasının parmağına yüzüğünü geçirmeye mecbur ettiği bir oğlan çocuğunun kölesi. edebiyatta en esin dolu sözlerin, en derinlikli düşüncelerin bazıları kadınların dudaklarından dökülürken; gerçek hayata okumayı zorlukla becerebiliyor, hecelemeyi neredeyse hiç başaramıyor ve kocasını malı olmaktan öteye gidemiyorlar."

    gerçek hayattaki kadın profili ile romanlardaki kadın profilini ne kadar da güzel özetlemiş. romanlarda herkese hükmeden kadınlar varken, gerçek hayatta anasına babasına bile söz geçiremeyen erkek çocuklarının kölesi oluyorlar. günümüzde de değişmedi bunlar, bana kalırsa hala aynı.

    "shakespeare'in diyelim judith adında,
    harika yeteneklere sahip bir kız kardeşin olması durumunda olayları nasıl gelişeceğini tasavvur edelim... bu kız kardeşi de aynı derecede serüvenci, hayalperest bir kişiliğe sahipti ve dünyayı gezip görme hevesinden yoksun değildi fakat okula gönderilmemişti... acaba akşam bir lokantada yemek yiyebilir, geceleyin sokaklarda dolanabilir miydi?"

    ah ablacım ya... kadınlar hala gece sokaklarda dolaşamıyor, biliyor musun?

    "çünkü shakespeare'inki gibi bir deha kol gücüyle çalışan, eğitimi almamış ve hayatı hizmet etmekle geçen insanlarda ortaya çıkmaz. ingiltere'de saksonlar ve britonlar arasından böyle bir daha çıkmadı. günümüzde emekçi sınıflardan da çıkmıyor....katı gerçek şu ki yukarıda sayılan 12 isimden 9 üniversiteliydi. yani şu ya da bu şekilde ingiltere'nin sunabileceği en iyi eğitimi alacak imkanlara sahiplerdi. geriye kalan ikisinden de browning'in halinin vaktinin yerinde olduğunu biliyorsunuz. browning varlıklı biri olmasaydı kitabını yazamazdı... ne kadar demokrasi lakırtısı etsek de gerçekte ingiltere'deki bir fakir çocuğun muhteşem metinleri doğuran entellektüel özgürlüğe kavuşacak bağımsızlığı elde etme umudu atinalı bir kölenin oğlundan biraz daha fazladır. entellektüel özgürlük maddi etkenlere bağlıdır. şiir entelektüel özgürlüğe bağlıdır. kadınlar da sadece son iki yüzyıldır değil, en başından beri her zaman fakir olmuşlardır."

    burada kadın erkek ayrı mı yapmadan entelektüel uğraşların doğrudan maddi özgürlükle alakalı olduğunu belirtmiş. dönüp entelektüel kesime bakıldığında da bu kesimin maddi imkanlarının yeterli olduğunu ve bununla bağlantılı olarak boş zamanları olduğunu anlarız zaten. bu döngü içinde de hem o dönem hem de günümüzde boş zaman ve maddi imkan olarak bunun en alt basamağında yine kadınlar var.

    "fakat neredeyse istisnasız bir şekilde hep erkeklerle ilişkileri üzerinden gösteriliyorlar. roman dünyasındaki bütün büyük kadınların sadece öteki cinsin gözüyle görülmeyip bunun yanında sadece öteki cinsle ilişkileri üzerinden görüldüklerini düşünmek epeyce tuhaftır."

    ah ablacım ah... günümüzde de kadınlar hep erkeklerle ilişkileri üzerinden değerlendirilip, filmler ve kitaplar bunun üzerinden yazılıyor. diziye bakıyorsun mesela, ya bir erkeği paylaşamayan iki kadın var ya aldatılan bir kadın var ya erkekle evlenmeye çalışan bir kadın var. olay örgüsü hep temelde erkeğin üzerinden ilerliyor. bir arpa boyu yol alamamışız.

    "halbuki kadınların çoğu ne sokak fahişesidir ne de kibar fahişe; bütün yaz akşamüstülerini küçük pag köpeklerini tozlu kadifelere sararak da heba etmezler. peki, o zaman neler yaparlar?....yaşlı olanı 80'ine yakındı fakat kendisine hayatının anlamı sorulsa.... size boş boş bakar ve hiçbir şey hatırlayamadığını mırıldanırdı. çünkü bütün yemekler yenilip masalardan kalkınmış, bütün tabak çanak ve bardaklar yıkanıp kurutulmuş ve çocuklar önce okula, daha sonra dünyaya gönderilmiştir. geriye hiçbir şey kalmamıştır. her şey yok olmuştur. hiçbir biyografi ya da tarih kitaplarında bunlardan tek kelime ile dahi bahsedilmez. romanlar da mutlaka yalan söylüyorlardır."

    bu satırları okurken aklıma şeyma subaşı falan geldi.* yani yanlış anlaşmasın, hani diyor ya bütün kadınlar küçük köpeklerini kadifelere sarıp fink fink gezinen zengin tayfa değil diye. onu kastediyorum.* buradaki nafaka başlıkları falan geliyor gözümün önüne. erkekler herkesi birer şeyma subaşı veya kendini acun zannediyor sanırım ama gerçekler böyle değil maalesef. woolf ablamız da diyor işte, bak bütün kadınlar öyle değil; çoğunun hayatı yemek temizlik yapmakla, çocuk büyütmekle geçiyor. şu hayatta ne yaşadın diye sorsan kendine ait bir hayatı hiç olmamış bu kadınların. hep birilerinin bir şeyleri ile ilgilenmek zorunda kalmışlar. annelerimize, annanelerimize baktığımızda bunlarin da değişmediğini görebiliriz.

    (bkz: izlenesi netflix türkiye içerikleri/@paranormal paranoyak)

    debe editi: sözlüğün bilgi kaynağı olduğu zamanlara ithafen (bkz: sözlükteki faydalı başlıklar ve terimler havuzu/@paranormal paranoyak)
  • virginia woolf'un, erkekler kadar düşünme yeteneğiniz varsa neden shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız gibi buram buram seksizm kokan bir soruya cevap verdiği kitabı. para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın diye de konuyu açıklar.

    kadın hareketinin baş ucu kitaplarından biri olsa da aslında herkes için genellenebilecek bir duruş, zira birilerine muhtaç olduğunuz sürece gerçek anlamda özgür olmanız ve özgün bir yapıt (ki bu yaşam da olabilir) ortaya koymanız söz konusu olmaz.

    ek olarak (bkz: bütün genellemeler eksiktir)
  • bill cosby'yi yayınlandığı zamanda çokça izlememe rağmen sadece bir bölümü aklımda kalmış. evinin kadını, çocuklarının anası, bill cosby'nin karısı olan kadın (ki bu kadar sıfata rağmen ismini hatırlayamamak, "acaba ruth muydu?" diye imdb'den yardım isteyecek olmak benim ayıbım olsun) ev işleri, çocuklar, koca derken epey bunalır. bunun üzerine cosby, ona bir sürpriz yaparak evin kuytuda kalmış bir köşeciğine (ki o evin iki katlı olması o zamanlar bende büyüklük duygusu uyandırmaya yetiyordu bile, gözden kaçan bir köşesinin olması tabii ki mümkündü) bir oda yaptırır. ama ne oda! 2 katlı bahçeli evde orta direk bir hayat süren cosby'yi zengin zanneden ve yaptırdığı odada kimbilir neler olacağını düşünen ben, odanın ses yalıtımlı ve giriş için iki aşamalı bir kilit sistemine sahip olması dışında başka özelliği bulunmadığını görünce ufak çaplı bir hayalkırıklığı yaşamış, aslında her amerikalı ailenin zengin olmayabileceği ihtimalini masaya yatırırken asıl beklemediğim sürpriz tepki "kleer"den* geldi. odaya bayılmıştı! halıfleks kaplı, ayrı bir telefon hattı bulunan ve içinde sadece bir kitaplık, bir karton kutu bulunan odanın nesini bu kadar sevmişti bu kadın, anlayamamış, anlayamamıştık*. dışarıda* binbir türlü kıyamet kopadururken, kadıncağızın hiçbir şey bulunmayan odanın zeminine mutlu mesut uzanıp, en yakın arkadaşına telefon açışını, ona "kendisine ait odasından", üstelik ayrı bir telefon hattı ve istediği zaman dışarı çıkmasını sağlayan ayrı bir kapısı olan odasından bahsedişini şimdi bile hatırlıyorum. en sonunda, ailenin diğer üyelerinin aslında anneleri olmadan hiçbir işi beceremeyişlerini, dolayısıyla en ufak bir sorunun bile kadının sırtına yük olarak bindiğini anlamaya yetecek kadar ilerleyince dizi (evde tam bir anarşi ve kaos hüküm sürüyor); kadının neden o odayı "lüks" olarak gördüğünü, çıldırırcasına sevindiğini, "benim odam mı? yani yalnızca bana mı ait?" diye ısrarla sorduğunu çakozlayabildim çok şükür. üstelik çakmakla kalmayıp epeyce de içselleştirmiş olmalıyım ki yine birkaç yıl önce okumuş olduğum aynı addaki kitaptan da etkilenerek sürekli "ev-lenince zaten bütün odalar sana ait olacak" diye itiraz edenlere "ev sorumluluk demek, kendine ait tek bir oda ise özgürlük!" deme cüretini bile göstermiş idim.

    sonuç? sonuç şu: 20 küsür seneden sonra kavuştuğum kendime ait odamda oturmuş bu satırları yazıyor, yazarken de "iyi ama uzun entry'yi okutacak marka değerine ulaşmış nick sahibi bile değilim, niye bu kadar kastım? üstelik bunca sevindiğim şey sonumun trajiironik kısmı olursa ne olacak ("...kendine ait odasında ölü bulundu")" düşüncesi içindeyim. türküm-doğruyum-çelişkenim-ali.
  • ursula le guin'e göre yazar olmak için illa ki gerekli olmayan koşul. le guin, yazmak ve annelik pratiği arasındaki dışlayıcı/öteleyici ilişkiye değindiği "balıkçı kadının kızı" adlı denemesinde (kadınlar, rüyalar, ejderhalar içinde), kadınların anneliği tercih ettikleri takdirde yazarlığı bir kenara itmeleri gerektiği, tersine yazarlığı tercih ediyorlarsa asla çocuk doğurmamaları gerektiği şeklinde ifade edilebilecek “ya kitap ya bebek” öğretisini eleştirerek, kendisinin üç çocuk doğurup, yirmi kitap yazarak bu öğretiye açıkça karşı çıktığını söyler. yazar olmak için gerekli tek şey bir kalem ve bir miktar kağıttır. le guin, harriet beecher stowe’un ünlü romanı tom amcanın kulübesi’nin büyük bölümünü mutfak masasında yazdığını söylediğinde, bir yandan bir kadın yazar için koşulların uygunsuzluğunun altını çizerken, diğer yandan da ne çocuk sahibi olmanın, ne mutfak masasında yazma zorunluluğunun yazar olmayı engelleyemeyeceğini göstermek ister bize. yani yazar olmak için illa ki kendine ait bir oda gerekmemektedir. le guin' göre kadın yazar için asıl engel, aklın egemenliğiyle hayal gücünün yaratıcılığı arasında sıkışıp kalmaktır. akıl, erkek egemenliğinin kadının boynuna taktığı bir urgan olarak kadının hayal gücüne ket vurarak yazma pratiğinin önünde engel oluşturur.
  • "kendine ait bir oda yetmez; o odada sarsıcı, yaratıcı bir metin ortaya çıkarmak gerekir."
    (bkz: latife tekin)
  • erkeklerin 'neden shakespeare gibi bir kadın yazar hiç çıkamamış?' sorusuna virginia woolf'un cevap verdiği eser.
  • işte "kadınlar neden yaratıcı olamıyor, neden sanatçılar çoğunlukla erkeklerden çıkıyor" sorunsalına noktayı koyup konuyu kapatan virginia woolf kitabı. tüm kadınların okuması gerekli diye düşünüyorum. özellikle shakespeare'in bir kız kardeşi olsa neler olurdu bölümündeki fikir akışları, yazarın içinde bulunduğu dönemin de etkileriyle, kadınların hakları ve özgürlüğü için ne kadar çalışmaları gerektiğini vurguluyor. ekonomik özgürlük, iyi bir yemek ve kendine ait bir odanın aslında dıştan bakıldığında çok basit görünen ama sorguladıkça bir ya da ikisine sahip olunmadığını insanın yüzüne çarpan bir kitap. kadınlar uyumayın!!!
  • "kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü birer ayna görevini yerine getirmişlerdir.
    .....
    çünkü kadın gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumluluğu yok olur. erkek sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde kendini gerçek boyutlarının en az iki katında görmezse, kararlar vermeyi, yerlileri uygarlaştırmayı, yasalar koymayı, kitaplar yazmayı, özenle giyinip yemekli toplantılarda konuşmalar yapmayı nasıl sürdürecektir?"

    cümlelerinin su gibi aktığı virginia woolf kitabı.
  • bir masa. üzerinde birkaç adet kalem var. su şişesi, gözlük, piller, çakı, ufak renkli kağıtlar, eski disketler, işportacıdan alınmış bir lamba. köşesinde duran, içinde her zaman kurumuş kahve kalıntıları olan bir bardak. renkli kağıtlara not alınmış onlarca oyun şifresi, email adresi, url adresi. küllükten uçan kül parçaları kirletmiş üzerini. kulaklık masanın kenarından yere doğru sarkıyor, kedi canı sıkılınca elleriyle ileri geri itmek sureti ile oynuyor onunla.
    masanın yanında bir kağıt yığını var, yerde. kitaplar var: romanlar, ders kitapları, gazeteler, kuşe kağıda basılmış dergiler, saman kağıda basılmış dergiler. açılmayacağı biline biline derinlere gömülmüş eski defterler. sadece varlıkları yeten üç beş kere okunmuş kitaplar. hepsinin üzerinde tozlar. içinde en gizli cdlerin, kitapların, dosyaların bulunduğu şifreli bir çanta. hemen yanında bir hevesle alınmış ama sonra kenara atılmış posterler. birbiri içine geçmiş, kenarları yırtılmış, onlar da tozlanmış.
    ahşap bir dolap, üstüste yığılmış elbiseler, kedinin kendine yuva olarak seçtiği parça parça edilmiş gazete kağıtları. bir daha okunmayacağı tahmin edilmesine rağmen orada saklanan, kesilmiş eski haber küpürleri. resimler. tek bir adet gömlek. annenin ördüğü atkı. eski battaniyeler, rengi kaçmış nevresimler. kedi tüyleri.
    onun yanında yurtta kalan arkadaşların eşyalarının oluşturduğu yığın. hemen yatağın önünde. yorganlar, çaydanlık, sararmış bir bardak, ders kitapları. araya karışmış kirli çoraplar. taşınılan ilk günlerde esamisi okunmayan, zamanla egemenliğini ilan etmiş toz katmanı.
    yatak. pencerenin yanında. genelde dağınık, kırışık. battaniyenin kenarında çember oluşturmuş, uyuklayan bir kedi. yüz üstü yatan insanlara özel, yastık üzerinde yüz izi. hiçbir zaman rahat olduğu düşünülmemiş bir döşek. en hasta gecelere, en hüzünlü sabahlara tanıklık etmiş. sahibinin uyuyakalmak üzere olmadan kullanmaya cesaret edemediği, üzerinde sarı mavi daireler bulunan yüzey.
    hepsinin ortasında bir boşluk. gıcırdayan tahtalar. hava. tozlu hava. nefes almanın her gece daha da zorlaştığı o hava. sarı ışığın altındaki bir cehennem. hoparlörden çıkan ses dalgalarının çarpıp durduğu, hep mavi olması hayal edilmiş beyaz duvarlar. duvarlarda hiçbir zaman olmamış kitap rafları. hiçbir yerde bulunamamış spirited away afişi. ufak tefek hayaller. geceleri ortaya çıkan kötü ruhlar ve ev sahibini koruyan iyi bir ruh. duvarların arkasından gelen garip sesler. kaloriferin ısısı. vücudun yaydığı radyasyon. tüm hepsinin üzerine sinmiş hayalkırıklığı. her şeyi bu tozlu hali ile kabullenmek istemenin acı tadı.
    belki de en güzeli, gece gözlerini kapadığında kendini çok uzaklarda, başka bir evde, başka bir odada, belki bir ağacın altında, belki bir gezegende, belki bir kovboy kasabasında bulabilmenin güzelliği. ev sahibinin o anlarındaki kalp atışı.
  • okullardaki psikolojik danismanlarin hemen sorduklari durum. "kendinize ait calisabileceginiz bir oda var mi?"
    ama bilmiyorlar ki o odada muzikseti, bilgisayar falan varsa salonda calismak bile daha olasidir
hesabın var mı? giriş yap