• söz, müzik zülfü livaneli, kısacık hkayeler insanların yüzünde saklı kalan...

    "...

    neler anlatır neler
    kısa hikayeler
    insanların yüzleri
    yüzlerindeki keder

    evde kalmış bir kızın
    buğulu camlarında kalan
    solgun hayaller
    kısa hikayeler

    dar gelirli memura
    dünyayı dar getiren
    düşük omuzlarında
    kısa hikayeler

    ben bunu söyleyince
    akan sular durur
    der gibi yürüyenler
    kısa hikayeler

    okunmuş okunacak
    kitapları yazanlar
    yazıları basanlar
    kısa hikayeler

    ötüşlü ötüşsüz kuşlar
    gurbete gelip gider
    yorgun kanatlarında
    kısa hikayeler

    insanlar güzel
    insanlar solgun
    ölümler gibi durgun
    kısa hikayeler
    ..."
  • livaneli'nin saat dört yoksun adlı albümünden bir parça,ama albümün diğer parçalarının yanında biraz sönük kalıyor.
  • (bkz: kisa hikaye)
  • dağlarda gezen bir bilge kadın, nehirde değerli bir taş bulmuş.
    ertesi gün kendisi gibi bir seyyahla karşılaşmış. ama seyyahın karnı açmış.
    bilge kadın torbasını çıkarmış ve yemeğini onunla paylaşmış. aç seyyah, bilge kadının torbasındaki değerli taşı görmüş ve taşı çok beğendiğini söyleyip onu kendisine vermesini istemiş. bilge kadın hiç tereddüt etmeden taşı ona vermiş.
    seyyah karşısına çıkan bu şansa çok sevinip, bilge kadının yanından ayrılmış. taşın, yaşamının geri kalan kısmını güvence altına alacak kadar değerli bir taş olduğunu biliyormuş.
    fakat bundan uzun yıllar sonra seyyah, uzun uğraşların sonunda bulduğu bilge kadının karşısına yeniden çıkmış.
    seyyah, bilge kadına, "senden bu taşı değil, bundan daha değerli bir şeyi istiyorum. bana onu verebilir misin?" demiş.
    bilge kadın, seyyahın kendisinden ne istediğini sorunca, seyyah yanıtlamış :
    "bu taşı bana vermeni sağlayan şeyi."
  • birazdan okuyacağınız hikayeyi ilk defa duyacaksanız bende ilk defa yazacağım hikayenin şu an için konusunu bilmiyor vira bismillah..

    akşam akşam yine akşam diyerek kapının deliğine anahtarı soktu adam içeri girip kimsenin olmadığ eve selamını verdi.. marketten aldığı ton balığı limon ve ekmeği mutfağa bırakıp ketılın içine suyunu koydu düğmesini ateşledi..

    üzerine değiştirip geldiğinde ketıl kaynamıştı hızlı olsun diye neskafesinden birini açtı bir bardak çıkardı kahveyi döktü.. sonra ekmeğin arasına nevaleyi güzelce yatırdı.. bir gazete kağıdı çıkarıp üzerine malzelemeleri koydu.. telefonunu açıp bir yandan sosyal medya hesaplarını dikizlemeye başladı.. kurt gibi açtı ama öncelik kim nerede kiminle ona bakacaktık.. sonra boğazına düğlemdi her lokma çünkü ömrü boyunca hep başkalarının hayatını dikizlemekle geçmişti hayatı..
  • ağustos 22, 2016
    zaferini çalmak
    "yirmi altı yaşındaydım. amerika'ya yeni gitmiştim. osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum. aynı odada john ve gary adında iki asistan daha var. bir cumartesi günü ofise gittiğimde halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. gary oğlunu getirmişti. herkes kendi işini yapıyordu. ben de masama oturdum. çalışmaya başladım.

    odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. bir bacağını atıyor tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. çocuk bunu dört beş kez denedi. baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. john ise hiç ilgilenmiyordu. tamamiyle kendi işiyle meşguldü.

    çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. çocuğun koltuk altlarından tuttum. ''hoppa!'' dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. çocuk hiç beklemiyordu. önce şaşaladı. sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı. o zaman bilmiyordum. ama şimdi biliyorum. benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi ben de onun amcası. içinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. çünkü babası gary ve amcası john bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!!!

    vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek gary'e baktım. ''neden yaptın?'' diye sordu. vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde ''çıkmaya çalışıyordu'' dedim. gary ''ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını... sen niye yaptın?'' diye üsteledi. şaşırdım ve sinirlendim. içimden bu amerikalılara iyilik yaramıyor diye düşündüm. ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. sonra sordu ''sen ne yaptığının farkında mısın?'' içimden yine sinirlendim. istanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim.

    ''bak'' dedi. ''çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. öyle ucundan tutmuyordu. çıkacağına inanmış biri olarak kedi yavrusu gibi tutunmuştu. bırakmayacaktı. deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. çıkınca dönüp bana bakacaktı. ben de ona çıktın diyecektim. sonra inecekti. yine uğraşacaktı. bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. bu onun bugünkü zaferi olacaktı. sen onun zaferini çaldın!''

    öylece bakakaldım. bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana.

    biliyor musunuz iki hafta sonra gary'e sordum. neden sadece ''çıktın!'' diyecektin??? neden ''aferin sana oğlum, alkış alkış'' değil??? verdiği cevabı hiç unutmayacağım; ''ben zaferine sadece tanık olurum. onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!!!"
    ( doğan cüceloğlu - gerçek özgürlük )
  • perdeyi havalandıran rüzgarla beraber kuş cıvıltıları odayı dolduruyordu. nefes alış verişini dinledim önce. huzurlu görünüyor. gözlerimi hafif araladığımda kumral tenine kirpiklerine güneş değiyordu. biraz kıpırdandı. güneş bulutun arkasına gizlendi. konuşmuyordu. aramızda ki yüzyıllık zamanı ve yolu yokedermişcesine vücudumu kendine doğru çekip sıfırlıyor. ellerim saçlarının arasında geziniyor.30 tane yıldız düşmüş saydım..dudağımın kenarına gelip yerleşiyor. nefesi nefesimde. şehir uyanmak üzere.. anın fotoğrafını çekip yerleştiriyorum beynimin ne adamlar sevdim sevdim zaten yoktular çekmecesine. yarı uyanık yarı uykulu bu rüya salondan gelen masalsı akordion sesiyle bitiyor.
  • "bir yerlerde bombaların patlaması ya da şiddetli depremler gerçekleşmesinden daha doğrusu, dünyanın doğal döngüsü dahilinde gerçekleşen kaosun birilerini mutsuz etmesinden korkunç bir haz alıyordu. bu onu kötü biri yapar mıydı, elbette! kötü biri olmaktan gocunur muydu, asla! çünkü dinler, ülkeler, siyasi fikirler ve hatta futbol takımları icat ederek, bir ömürcük misafirliği istilaya çeviren insanoğlundan daha fazla acı çekmeyi hak eden bir canlı daha olmayacaktı. bu yüzden mümin olup cennet dilenmektense, zebani olup kazan karıştırmayı tercih etmek, esasen pek de fena bir fikir sayılmazdı."
  • hayatın ona doğduğundan itibaren sunmuş olduğu imkanlar sebebiyle, istemeyi - vermeyi - paylaşmayı bilmeyen bir iş adamının gün gelir işleri bozulur. her gün milyonlarca insanın hayatlarını idame etmek için sarf etmek zorunda kaldığı ve içinde rica kelimesini barındıran cümleler kullanmaya başlar.

    zaman geçtikçe geçmiş yaşamının koca bir boşluktan ibaret olduğunu anlar. "bu nasıl bir ikilem ki içerisinde tüm deneyimleri, tecrübeleri, lükslükleri, yaşanmışlıkları barındıran yıllar, aynı zamanda büyük bir boşluğu simgeler" diye düşünüp durur..

    vermek - istemek - paylaşmak bir yetenektir. ve bu yetenek sonradan var edilemez sadece geliştirilebilir..
  • "bilmem aklıma bir şey gelmiyor öyle" dedi elly.
    bir kaşı öteki kaş hizasının üstündeydi ve üstünlük tasladığı da söylenemezdi.
    merhum bey anlayışla karşıladı ve köstebeğinin adını hilkatzade köstek efendi koymaya karar verdi. elly çaresizce onayladı ve bu durumu dişlerini ön plana taşıyarak göstermenin yeterli olacağı kanısına vardı.

    hilkatzade köstek efendi gözlüğünü burnunun ucuna getirdi ve merhum efendinin elindeki köstekli saate dikkatle baktı. "sanırım gitme vakti geldi bedenimin ey kaygı gütmeyen bilge. uzaklara götürecek bu ayaklar beni ve senin ilmini öğretecek. aydınlatacak genç dimağları ve gözlerini kamaştıracak. göreceksin uzaktan ve yufka ellerini sert bir şekilde vurup rahatsız edici bir titreşim salgılayacaksın." dedi.
    elly dayanamadı ve hilkatzade köstek efendiyi sırtından nazikçe itekleyerek yoluna gitmesine vesile oldu.

    kapıdan çıktı köstek efendi, arkasına bakmadı ama görüyordu sallanan elleri.
    zaten baksa da göremezdi. yaratılış icabı olmayan gözleriyle....
    uzun zamanlar yürüdü, doğru yere geldiğinde durduracaklardı kendisini.
    yürümeye devam etti taa ki. gümüşyeleli dağ gelinciği önünde durana kadar.
    dağ gelinciği sözüne başladı.

    ne gezersin yaban ellerde yabancı
    bilmez misin helal haram kazancı
    lütfedip der misin bana doğruyu
    bi kilo bal kaç paradır yalancı.

    köstek efendi çantadaki ballarını çıkartıp bir kaşık sundu dağ gelinciğine ve anlatmaya başladı balının şifasını.
    "şimdi efendim, gördüğünüz bal bir çok arının pisliğidir, lakin biz bu pisliği özel cihazlarımızda arıtıp, dezenfekte edip siz değerli varlıklara sunuyoruz ve şifa kapmanıza vesile olup değerli paralarınıza göz koyuyoruz. farkettiyseniz gözümüz yok, hem gerçek anlamda hem mecaz anlamda, ama bakmakta sorumlu olduğum öğrenciler var ve yardım bekliyorlar efendim." dedi.
    gümüşyeleli dağ gelinciği yelelerinin arasından 100 kağıt çıkartıp sundu köstek efendiye ve balını alıp bebelerinin damağına sürüp şifa bulmaları için ilerledi, kalbindeki umut ışığıyla yolunu aydınlatarak...

    hilkatzade köstek efendi yine gözlüklerini burnunun ucuna getirdi ve uzaklara baktı. görmesinde daha doğrusu görmemesinde bir değişme olmadığını farketti.
    bir hışımla geldiği yolu geri döndü ve merhum efendinin ve elly'nin kapısını tekmeledi. olmayan göz kürelerinin yanından yaşlar akıyor ve kalbi deli gibi çarpıyordu. ihanete uğradığına inancı tamdı ve bunun yadsınamaz bir gerçekliğin bütünü olduğunu saygın bir ortamda iyi bir sunum ile anlatabilirdi.

    kapıyı elly açtı ve bir ayak tabanı darbesiyle yere yığıldı.
    hilkatzade köstek efendi gırtlağı parçalanırcasına ses tellerini titreştirip anlamlı sesler çıkardı ve merhum efendinin karşısına çıkmasını rica etti.
    merhum bey karşısındaydı ve olanlara anlam veremediği sıfatından okunuyordu.
    "ey çığırından çıkmış köstebek anlat derdini kulağıma, neymiş hışmının sebebi anlat ki çözülsün dilim ben rüzgarım demeliyim. yıldırımı anlat baba içinde gök gürlemesi, içinde fistanlar olsun..."
    sözü yarım kalmıştı bilgeliği uzmanlarca kabul edilen merhum beyin. köstek efendi anlamsız sözleri anlamlandırma çabası göstermeden el içi ile şiddetli darbelere maruz bıraktımıştı, merhum bey halsiz bedenini yere bırakıp düşük zekalı bir köstebeğe hangi mantıkla ilim irfan öğretmeye kalktığını anlamaya çalıştı; lakin anlayamadı.

    köstek efendi balın yolunu aydınlatmadığından dem vurup balın sahte olduğuna inandığını ve bu inancının kendisini bilge yaptığını savundu ve genç yetenekleri bulup onlara pazarlama taktiklerini ve gerekli psikolojik şantajlarını öğretmek için hilkatzade köstek efendi öğretihanesi adında dükkan açtı.
    ...ve pazarlamanın kitabını yazıp iyi fiyata sattı.
hesabın var mı? giriş yap