• dağlarda gezen bir bilge kadın, nehirde değerli bir taş bulmuş.
    ertesi gün kendisi gibi bir seyyahla karşılaşmış. ama seyyahın karnı açmış.
    bilge kadın torbasını çıkarmış ve yemeğini onunla paylaşmış. aç seyyah, bilge kadının torbasındaki değerli taşı görmüş ve taşı çok beğendiğini söyleyip onu kendisine vermesini istemiş. bilge kadın hiç tereddüt etmeden taşı ona vermiş.
    seyyah karşısına çıkan bu şansa çok sevinip, bilge kadının yanından ayrılmış. taşın, yaşamının geri kalan kısmını güvence altına alacak kadar değerli bir taş olduğunu biliyormuş.
    fakat bundan uzun yıllar sonra seyyah, uzun uğraşların sonunda bulduğu bilge kadının karşısına yeniden çıkmış.
    seyyah, bilge kadına, "senden bu taşı değil, bundan daha değerli bir şeyi istiyorum. bana onu verebilir misin?" demiş.
    bilge kadın, seyyahın kendisinden ne istediğini sorunca, seyyah yanıtlamış :
    "bu taşı bana vermeni sağlayan şeyi."
  • "alabildiğine çekti hayatı içine, taştı ciğerlerinden, fazlaydı bu hayata ya da farklı diğerlerinden.
    orta yolu bulamadı gezdi kıyılarda,
    bir yaşam bekledi ki yoktu ufuklarda..."

    umut
  • " 'bugün hava ne kadar da güzel' dedi.
    'insanın içine huzuru üflüyor hafif rüzgar ve ısıtıyor güneş.'
    günün önemi geldi aklına evet önemliydi maziden bir sayfaydı bugün ve geleceğe ışığıydı memleketinin.
    çağrı beyden, fatih sultan, ondan gazi mustafa kemal...
    biliyordu ki saygıyla andığı imza sahibi ve güçlü adamlar yoktu artık, onların varlıkları kendi dönemlerinde parlamıştı fakat o ışık bugün hâlâ aydınlatıyordu.
    minnet ve dua ile andı mazinin koca yürekli adamlarını.
    bir de bugün çocuklarındı ya bu çocuklar geleceğin en güzel hayaliydi, umuttu, kim bilir belki yunus emre, belki nene hatun, belki atatürktü...
    gülümsedi ve 'memleketim, çocuklarınla çok yaşa' dedi."

    edit: yeryüzündeki tüm çocukların bayramı kutlu olsun.

    umut
  • daha yeni piyasaya çıkmış son model jipiyle benzinliğe gelen mert benzin dolarken tuvalete gitmek için aracından iner. tuvalete girdiği sırada aracın kapısını kilitlemediğini hatırlar fakat telefonu ve cüzdanı yanındadır, dolayısıyla endişe etmez. çıktıktan sonra dışarı baktığında ise şok olur. aracına bir adam biner ve kapıyı kapatır. mert şaşkınlık içerisinde arabaya doğru ilerlemeye başlar. anahtar kendinde olduğu için aracın çalınma ihtimali yoktur, bu yüzden koşma gereği hissetmez. fakat o da ne; araç bir anda çalışmaya başlar. bunu gören mert ikinci şoku yaşarken araca doğru son sürat koşmaya başlar. araç tam hareketlenmiştir ki mert aracın önüne atlar. araç ani fren yapar fakat durmaz. mert araç hareketliyken aracın kapısını açarak içerideki adamın boğazına yapışır ve yumruklamaya başlar. adam yumruklara karşılık vermeye ve tekmeleyerek mert'i araçtan itmeye çalışır, bu sırada da gaza basıp kaçmaya çalışmaktadır. mert ani bir hareketle adamın burnuna sert bir yumruk atar. adamın burnu kırılır ve şakır şakır kan akmaya başlar. adam o sırada aracın hakimiyeti kaybeder ve araç sert bir şekilde duvara çarpar. araç büyük hasar almıştır. bunu gören mert iyice deliye döner. adamı çekerek dışarı çıkarır yerde tekmelemeye başlar. adam kanlar içinde kalır. mert sinirini alamaz ve aracın torpido gözünde böyle durumlar için sakladığı levyeyi almak için aracın içine girer, torpidoyu açar fakat levye yoktur. bir gariplik vardır. kendi aracı otomatik olmasına rağmen bu araç manueldir! mert durur, derin bir nefes alır, arkasını döner ve yan pompada benzin dolmakta olan kendi aracını görür.
  • çinli bir köylü baltasını kaybetmiş. komşusunun oğlundan şüphelenmiş. çünkü çocuk bir hırsız gibi konuşuyor, yürüyor ve davranıyormuş.

    ertesi gün tarladaki aletlerin arasında baltasını bulmuş. sonra çocuğu tekrar görmüş. çocuk bütün diğer çocuklar gibi konuşuyor, yürüyor ve davranıyormuş.
  • ulan alemsiniz amk
  • gezgin kendini, nihayet bilgenin karşısında otururken buldu. sağ bacağı buharlı trenlerin pistonları gibi durmaksızın yukarı aşağı hareket ediyordu. dirseklerini dizlerinin üzerine yaslamış, başını bacaklarının arasına ortalayarak eğmiş, duruyordu. sol elinin parmakları açık renk saçlarının arasından koyu renk zihninin içine kadar uzanmış bir şey arar gibi geziniyordu.

    aniden başını kaldırdı, bilgenin gözlerinin içine baktı ve ''-daha ne kadar gezmem gerekiyor?'' dedi. bilge ümitsizce ''-bulduğunu hatırlayana kadar...'' diye yanıtladı. ne derse desin, adam kendi bildiğini yapacaktı. yine de devam etti:

    ''her gezgin uzunca süre yuva sandığı yerde hapsolduktan sonra, gerçek evini aramak için yola çıkar. sen de öyle yaptın ve aslında onun içinde bir kez dahi olsa uyuyacak kadar şanslı olanlardandın. ne acıdır ki niceleri önünden bile geçemedi. ama zihnin evi, hayatın boyunca sana yuva olacak, sıcak, neşeli, huzurlu bir yer olarak bulmak istediği için duramadın yerinde. senden başkası oturamazdı senin evinde ama sen yine de talan ettin gitmeden her yeri ve kaçtın kendi yarattığın yıkıntıdan; oysa insanın evi ona yuva olan değil, kendi olabildiği yerdir. çırılçıplak oturabilirsin mesela evinde, delirmişçesine ağlayabilirsin utanmadan ya da çığlık çığlığa kahkahalarla gülebilirsin. ve fakat ruhun huzurlu, neşeli, var olmanın her halinden keyif alan bir durumda değilse, evin de değildir. dedim ya evin senin ta kendin. bu yüzden gittin. ve yine yollardasın. yolda olmak her gezgini mutlu kılmaz. çünkü kimi kaşif yeni yerler bulmak için değil kendini keşfetmek için yaratılmıştır. işte tam da bu yüzden sen de mutlu olamadın. öncesinde, sonrasında girdiğin her delikte, o kendi içinde olmanın verdiği rahatlığı aradın. sırf bunu yaratabilmek adına bazen içinde olduğun yerlere uymaya çalıştın, bazen de kendine göre yeniden düzenledin etrafındaki eşyaları. halbuki kendi evinde her şey olması gerektiği yerdedir. evin senin değişmeni beklemez ve onu değiştirmene izin vermez.

    şimdi bitkin, yılgın, ağrıyan ayaklarınla yeni bir yola hazırlanıyorsun. yorgunluğun yolda olmaktan değil, yolu unutmaya çalışmaktan. bu kendi çizdiğin kaderin. evini bulmaya uğraşma. evini hatırla! onu tanıyorsun ve ne yaparsan yap yolu biliyorsun. kendini bulacağın yer orası. ait olduğun harabe, misafir olduğun köşkten yeğdir. ama yazık ki gözünde görüyorum, sen amaçsızlıklara anlamlar yükleyerek gezmeye devam edeceksin. bu da âla. yanlış yerde durmaktansa, yolda olmak da kâfi. fakat bil ki başka hiçbir yere malik olamayacaksın. neyse ki kendini avutmayı iyi biliyorsun gezgin, böyle de hayatta kalacaksın. yolun açık olsun...''
  • körpe bir fidan varmis. ıncecik govdesi ve dallari varmis. bahar gelmis ilk meyveleri cikmis. her daldan ucer beser genclik hevesiyle... kimse gormemis, umursamamis ya da koparip yemeye kiyamamis. yaz gelmis, her gecen gun meyveler olgunlasmis. en sonunda bu yuk agir gelmis ve dallar kirilmis, saplarindan koparilmamis meyvelerle topragin ustune dusmus.
  • ağustos 22, 2016
    zaferini çalmak
    "yirmi altı yaşındaydım. amerika'ya yeni gitmiştim. osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum. aynı odada john ve gary adında iki asistan daha var. bir cumartesi günü ofise gittiğimde halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. gary oğlunu getirmişti. herkes kendi işini yapıyordu. ben de masama oturdum. çalışmaya başladım.

    odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. bir bacağını atıyor tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. çocuk bunu dört beş kez denedi. baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. john ise hiç ilgilenmiyordu. tamamiyle kendi işiyle meşguldü.

    çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. çocuğun koltuk altlarından tuttum. ''hoppa!'' dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. çocuk hiç beklemiyordu. önce şaşaladı. sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı. o zaman bilmiyordum. ama şimdi biliyorum. benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi ben de onun amcası. içinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. çünkü babası gary ve amcası john bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!!!

    vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek gary'e baktım. ''neden yaptın?'' diye sordu. vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde ''çıkmaya çalışıyordu'' dedim. gary ''ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını... sen niye yaptın?'' diye üsteledi. şaşırdım ve sinirlendim. içimden bu amerikalılara iyilik yaramıyor diye düşündüm. ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. sonra sordu ''sen ne yaptığının farkında mısın?'' içimden yine sinirlendim. istanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim.

    ''bak'' dedi. ''çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. öyle ucundan tutmuyordu. çıkacağına inanmış biri olarak kedi yavrusu gibi tutunmuştu. bırakmayacaktı. deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. çıkınca dönüp bana bakacaktı. ben de ona çıktın diyecektim. sonra inecekti. yine uğraşacaktı. bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. bu onun bugünkü zaferi olacaktı. sen onun zaferini çaldın!''

    öylece bakakaldım. bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana.

    biliyor musunuz iki hafta sonra gary'e sordum. neden sadece ''çıktın!'' diyecektin??? neden ''aferin sana oğlum, alkış alkış'' değil??? verdiği cevabı hiç unutmayacağım; ''ben zaferine sadece tanık olurum. onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!!!"
    ( doğan cüceloğlu - gerçek özgürlük )
  • "satılık bebek ayakkabısı. hiç giyilmedi..."
    -ernest hemingway
hesabın var mı? giriş yap