• şarküteri reyonundan alışveriş yapmayı bir türlü beceremediği andır.

    şarküteri reyonları hep kâbusum olmuştur, millet orada kendinden emin biçimde durup, "bilmem ne peyniri, bilmem ne çökeleği, bilmem ne sucuğu istiyorum, evet, hepsini biliyorum ben hahayy" diye telemesini, çerkesini, çeçilini (ne demekse) tarif ede ede anlatır, yok taşlık, yok incik bilmem ne, bissürü ayrıntısı var o reyonun. hangi et daha çabuk pişer, antrikot mu daha lezzetlidir, bonfile mi, bileceksin. bununla övünen insan var lan. ama gel gör ki, bende yok böyle bir bilgi. sıfırım yani.

    ****play****

    adam,
    -buyrun, dedi.
    -peynir alacaktım, dedim.
    -ne peyniri olsun, diye sordu.
    -dana, dedim.

    ****pause****

    ama tamamen sallıyorum, dananın şarküteri reyonuyla ilgili bir şey olduğunu biliyorum, ama danadan ne yapılır, dana hayvanı nasıl bir hayvandır, en ufak bi fikrim yok. ağzımdan öyle bi dana çıkıveriyo, hani istiyorum ki adam benim ne istediğimi bilsin, "aaa sana süper ezine peynirim var, ondan vereyim!" desin, ya da "çok güzel köy peynirim geldi, 250 gram sarayım." desin, "hee olur." diyeyim.

    benim bildiğim bi öküz var, bi inek var, bunlar evleniyo, buzağı oluyo falan. düvesini, güvesini, danasını, camışını inan bilmiyorum. hangisinin peyniri olur bilmem, benim için peynir, babanın satın alıp eve getirdiği, masaya konan bir şeydir, peynir peynirdir, bunun dört ayaklı arkadaşlarımızın devreye girmesiyle bu kadar karmaşık olmaması gerekir!

    ****play****

    -ne peyniri olsun?
    -ıahh, şey peyniri olsun, hmmmm, şey, mmmmm, dana!?!?

    adam,
    -dana değil de inek peyniri olur, dedi.
    -haa inek inek, dedim. (bozuntuya da vermiyorum.)

    sıra geldi salam almaya. o da ayrı bi zulüm.

    -ne vereyim, dedi.
    -inek inek, dedim bu sefer.

    ****pause****

    ama kendimden çok eminim. inek abicim, bildiğin inek yani, sonuçta onu da devirip yatırıyolar, cart diye kesiyolar, eti yenen bi canlı sonuçta, elbet salamı da olur.
    inek dediğin şey ettir, salam da ettir, o halde inek salamdır yani.

    tamamen p ise q, q ise p, işte bu kadar! düz aristo mantığı.

    ****play****

    -dana demek istediniz herhalde, dedi.
    -ahaha evet evet, dana tabi, hatta yüzde yüz dana, dedim. (yüzde yüz oranı da bi yerlerden aklımda kalmış, yüzde yüz dana, yüzde elli hindi falan, öyle bi oranlar uçuşuyo kulağımın etrafında ama bir an önce versin de gideyim diye sabırsızlanıyorum.)

    sonuç olarak inek peynirimi ve %100 dana salamımı alıp kasaya koşuyorum ama biliyorum ki bir sonraki seferde yine düşünücem, dananın peyniri oluyo muydu, koyunun nesi oluyodu, hangisi sertti, hangisi yımışaktı diye.

    kısacası alışveriş yapmayı hâlâ bilmiyorum, büyük işi bunlar.
  • çocuk oynasın diye aldığın oyuncakları aslında kendin için aldığını anladığın an.
    (bkz: kız çocuğuna uzaktan kumandalı araba almak)
  • şehirlerarası yolculukta muavin gelip "ne alırdınız" diye sorduğunda yanınızdaki adam kahve veya çay alırken sizin hala kola veya meyve suyu aldığınızı fark ettiğiniz an.

    hele kahveyi alan adam "kek istemiyorum" derse sıkıntı daha da büyüyor. keksiz yapamam çünkü, kek önemli.
  • benimki geçen haftaya denk geliyor efendim. şöyle oldu: vakti evvel iyi bir futbol oyuncusu olsam da, en az 20 senedir ayağımı topa sürmüş değilim. lakin geçen hafta, çok sevdiğim bi'kaç dostum, ya syd'cim, hafta sonu halı sahada maç var, 11/12, gel de iki top tepek, deyince dayanamadım, tamam la, dedim. lakin neyime gerek halı sahada maç yapmak amınakoyım. yaş olmuş gandalf, göt/göbek desen samwise gamgee... rezalet. neyse uzatmayayım, geldi gün, başladık maça. ben geriden top dağıtan, oyun kuran ağır abi edalarıyla takılıyorum. maç rölantide gidiyor. arada ileri çıkıp gol denemeleri yapıyorum ama bi' sonuç elde edemiyorum tabii. durumu fark eden takım arkadaşlarım, bi' gol atayım da rahatlayayım diye en leziz pozisyonları bana hazırlayıp al da at dercesine paslar çıkarıyorlar ama yok, olmuyor malesef. bi' zaman sonra onlar da umudu kesip kendi aralarında oynamaya başladılar. ben adeta kale direğinin dibinde unutulmuş gizli forvetim; salına salına, kimseye sezdirmeden dolanıyorum orada. ya da kimse siklemiyor beni, bilemiyorum. evet. işte tam bu anda, hasbelkader önüme düşen topa yaradana sığınıp vurmamın hemen akabinde gol olması ve eşzamanlı olarak diyaframımı yırtıp dudaklarımdan dökülen, rooobeertooo baggiiiiiooooooo, nidası ile birlikte anladım büyümediğimi. millet mal mal bana bakarken ben hala bağırıyordum kömüş gibi. ulan sahada roberto baggio'yu tanımayacak yaşta çocuklar var, ne bağırıyorsun soyka! neyse. o an annemi arayıp, anne o iş olmaz, ara ayten teyzeyi de umutlandırmasın kızı boşuna, dedim. ulan evlenmek kim ben kim amınakoyım. hala goldeyiz, hala roberto baggio'dayız bu yaşta. vay arkadaş ya. ayten teyzeye de ayıp oldu biraz. evet.
  • kendi adıma bir çok turnusol kağıdım var. yaş geldi bilmem kaça, ufacık bir fırsatını bulsam salçalı ekmekle sokağa fırlayacağımı hissediyorum. içimdeki çocuk zamanla kaybolacak muhabbeti yapacak da değilim zira bendeki eşeklik yaşla geçecek gibi değil.

    kaç yaşında adamın bacak kadar çocukla eti cin yüzünden kavga etmesi pek akil bi'şi olmasa gerek. gerçi mesele eti cinse gerisi teferruattır diyorum. önce kenarlarını tırtıklayacaksı.. öhm. eti cin için kan dökmek, emek harcamak turnusol kağıdı no 1.

    sonra geçen bir toplantıya girdim iş yerinde. toplantıda ortada çıtır, çerez olarak susamlı kraker koymuşlar. lan olm yapılır mı bu lan? kimsenin bakmadığını düşündüğüm bir anda paketin içindeki susamı avcuma döküp yemeye çalıştım amk. o anki mutluluğum tartışılmaz gerçi ama kafamı kaldırdığımda hayretle bana bakan gözler bulunca gülmem ve püskürüp bir susam yağmuru yaşatmam çok çirkindi yani. eheh. utanmasam çömelip yumulucam susama, arkam dönük takılıcam.

    gerçi bu ufak şeylerin hikmeti çocukluğu özlemek. insanın çocukluğunu özlemesi kötü bi'şey değil. ya da olmamlı. o susamda, eti cinin portakal jölesinde kalıyor çocukluğun tadı. zamanla da unutuluyor.

    keşke diyor di mi insan. keşke.
  • sabah biz işe giderken, annemin hala camdan bakarak bize el sallaması. ilkokul bebesi gibi hissediyorum bazen ama olsun annem benim hep bizimle olsun da her sabah el sallasın, uğurlasın bizi.
  • her zaman berbat bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışırız ve ben kendimi en kötü hissettiğim saatlerde, kendisini ilginç bir zamanda, ilginç bir şekilde bulduğum ve yaklaşık 8 yıldır benimle olan kuklam mustafa’yla şakalaşarak bir parça rahatlarım. bir çocuk irisi olduğunuzun bundan daha iyi bir kanıtı olur mu?

    örülmüş bir kukla. aslında kukla da değil ama onu nasıl tanımlayacağımı çok iyi bilmiyorum. elleri her daim cepte. kafasında, ekseriyetle yaşlı amcaların taktığı ve kullanmak için daha çok köylülerin tercih ettiği keplerden biri var. el emeği göz nuru. bir yaşı olsa, ben “27” derim. ikimiz de aynı yaştayız ve ihtimal ikimiz de yetmişlerimize dek görürüz dünyayı.

    onu bulduğum günü anlatayım. izmir güzelyalı sahil yolu. sağnak yağış var. yağmur yağıyor çılgınca ve ben yürümekteyim istifimin ütüsünü bozmadan. herhalde o zamanlar aşıktım ve böyle yürüyüp ıslanmak hoşuma gidiyordu, aklımdan zorum olmalı. birden amaçsız seyrime bir şey takıldı. yağmur suyu akıyordu mazgala doğru. suyla birlikte ilerleyen garip bir şey gördüm. elde örülmüş bir kukla. kapıcılara benziyor. yüzükoyun ve sırılsıklam gidiyor mazgala doğru. düşmesine izin vermedim. aldım elime. eve götürdüm. kuruttum onu. yalnız ilginçtir, sürekli öne eğikti kafası. hiçbir şekilde dikleşmiyordu kafası. başı öne eğilmesin diye elimden geleni yaptım ama sonuç vermiyordu. ne zaman doğrultmaya çalışsam, kafasını öne eğiyordu. “ahh be” dedim…. “sen depresif, ben depresif. bundan sonra senin adın mustafa depresif olsun”…

    balçova’da, bir apartmanın üçüncü katında yaşıyordum. zaman zaman bütün pencereleri kapatıp, ocağı ve fırını açıp, üstüne birkaç kutu hap içip, bir de usturayla bileklerimi kesip, o da yetmezmiş gibi o halde kendimi tavana asıp eğlenceli ölüm düşleri kuran ve bu düşüncelerle oyalanan bir intiharcıldım. kendimi öldürmek istediğim falan yoktu. elimde olsa birkaç ay, duruma göre birkaç yıl uyumak isterdim ama buna izin vermezlerdi. ben de boynu bükük mustafa’ya devrettim intihar düşlerimi. mustafa’nın sürekli öne düşen kafasına bir sicim bağladım. sonra onu tavana astım. çok ev değiştirdim. üçkuyular, halil rıfat, hatay, karşıyaka ve son iki yıldır da beyoğlu. hepsinde durum aynıydı. eşyalar nasıl olması gerektiği yerdeyse, mustafa’da olması gerektiği yerdeydi. eve gelenler durumu şiddetle protesto edip beni ruh hastası olmakla suçluyorlardı. umursamadım. mustafa tavanlarda sallandı durdu.

    geçtiğimiz günlerde mustafa’nın başına bir şey geldi. mustafa her zamanki boynu büküklüğüyle sallanıyordu ampulün yanında. ben genelde masa lambası kullanan biriyimdir ve 40 yılın başında açarım ampulü. kredi kartımı arıyordum sanırım ve ampulün aydınlığına ihtiyacım vardı. bir süre sonra rahatsız edici ve üzerime yapış yapış bulaşan o lanetli aydınlıkta aradığım şeyi buldum. yukarıdan yanık kokuları gelmeye başladı. mustafa’dan! mustafa hafifçe ızgara olmuştu. yıllardır benimle olan en sadık arkadaşımdı o(en azından soru sormuyordu). yanmıştı hafifçe ve kurtarmam için hiçbir talepte bulunmuyordu. hemen onu asılı olduğu tavandan indirdim. yıllardır o kırık boyunla sallandığı yetmezmiş gibi, bir de yanmıştı. ama işin asıl ilginç yanı şuydu. mustafa’yı yağmurlu bir havada sırılsıklam bulmuştum. bir mazgalın kenarında. şimdi ise yanmıştı. “boğulmak ve yanmak... geldiğimiz noktaya bak mustafa” dedim. o ise bana her zamanki gibi cevap vermedi..

    bakışlarından sadece, “ne zaman büyüyeceksin olm” dediğini okuyabildim…
  • evli çocuklu halinle, çocuğun hastalandığında, gözyaşları içinde anne ve babandan medet, rahatlama, teselli sözleri beklemektir.
    çocuğun var artık, senin çocuğun sana sığınacak artık... ama o üzüntü içinde, o anda aklına ilk olarak kendi annene sığınmak gelir...
    annesinizdir, ama hala bir annenin evladısınızdır...
  • ekşi sözlükte bakınırken bu başlığı görüp, elimdeki rondo'yu hala ikiye ayırarak yediğimi fark ettiğim an.
    önce krema hacı. krema önemli.
  • 28 yaşında bir dana olmama rağmen, eski evimdeki bazanın altında ''tipik tuhafiye poşedi'' içerisinde sakladığım, altında majorette ibaresi bulunan oyuncak arabalarımla, halı deseninden otopark yapıp, yine 90'lar şubesi bir velet olarak, kaset kartonetlerini bir köşeye savurup, kutularından otopark yapmak.

    hey gidim be, ne ipad'imiz, ne laptop'umuz ne de bilgisayarımız vardı; kasetleri yanyana dizip, oturma odasındaki halıya farklı duygular besleyip, hangi nesil mutlu olmuştur lan ?
hesabın var mı? giriş yap