• konu ile ilgili bir başka basit örnek çöp'tür.

    şehirde yaşayan bir insansınız, market alışverişi yaptınız ve mutfaktasınız.

    imambayıldı için patlıcanları gelişigüzel ve hatta kalın kalın soyup, artanları doğruca çöpe atarsanız şehirlisiniz. olabildiğince ince soyup, kabukları yedirecek bir hayvanınız olmadığını fark ederek, gübre olsun diye arka bahçeye gömüyorsanız köylüsünüz.

    şehir insanı; sahip olduğu nesneden ilk faydayı sağlar ve çoğunlukla ikinci fayda umurunda olmaz. hemen elden çıkarır varlığını. bu da genelde çöpe atma şeklinde olur. şehrin görece daha eski semtlerinde çöplerde gördüğünüz lüks tüketim eşyaları bundan başka bir şeyle açıklanmaz.

    köylü ise sahip olduğu nesneyi mutlak değiştirir. muhakkak en son faydaya kadar kullanır. artan ekmeği hayvanına yedirir, yoksa hayvanına yedirsin sütçü diye poşetle apartman bahçesine asar. eskiyen kazağını söküp tuvalet önüne paspas örer. çöp diye bir şey yoktur, geri dönüşüme gönülden inanır.

    yaylacılık (konargöçer) veya bedevilik ayrı bir kategoride tutulmuştur. faydacılık ve eşyanın yok olana kadar kullanılması alışkanlığı bu kavimlerde de görüldüğü halde, çevre ve çöp konusu bir arada düşünülmez onlarda.
  • köylülüğün kısaca tarihi denebilecek bir yazı daha a.t.a'dan:

    köylülük üzerine bazı notlar(aksiyon-sayi: 536 | 14 mart 2005)

    köylülük, türkiye’de artık fiilen sürdürülemez bir sosyal kategoridir ancak temel meselemiz, şehirdeki köylülerin meslek sahibi üreticiler biçiminde yeniden organize edilmesinde yatıyor. çare, köylülüğün tasfiyesiyle birlikte yeni bir şehirli kimliği inşâ etmek ve o kimlik etrafında yeni insânî ve medenî değerler yükseltmektir.

    “köylülükten kurtulmak gerektiği” sözünün telâffuzu bile, sanki orada dinî, etnik veya ailevî aidiyetlere hakaret ediliyormuş gibi tepkilere yol açıyor. köylülük, sahiplenilmesi, savunulması gereken bir kimlik midir veya köylülükten kurtulmak gerektiği sözü, ahlâkî bir değere saldırı anlamına mı gelmektedir? bu yazıda “köylülük” kavramı üzerinde duracağız.

    “köylülük” kavramı bana göre ahlâkî bir değer olmaktan ziyade, sosyolojik bir kategori olarak anlaşılmalıdır. köylülüğün tasfiyesi, endüstrileşen toplumların günün birinde mutlaka uğramaları gereken bir istasyon. günümüzün şehirleri, endüstri çağı öncesinin şehirlerinden çok farklı. endüstri çağından önce nüfusun pek az bir (takriben yüzde 10) kısmı şehirlerde yaşamaktaydı ve şehirli nüfus, köy hayatına göre daha karmaşık ve ileri teknikler uygulamayı gerektiren üretim işlerinin organizasyonu ile ilgili meslek erbâbından (zanaatkârlar, eğitimle uğraşanlar, tüccarlar, hukukçular, esnaflar, askerler ve yönetim işlerini yürüten bürokratlar) ibaretti. köyler ise nüfusun ezici çoğunluğunu barındırıyor ve besliyordu. köy, kendine yeterli bir yerleşim birimi olmak zorundaydı; tarım ve hayvancılık üretiminin gerçekleştirildiği ana merkez olması itibariyle iktisadî açıdan köy kendi ihtiyaçlarından fazlasını üretebiliyordu. sair mesleklere ve hizmetlere duyulan ihtiyaç ise nadir hallerde dışardan karşılanmakla beraber genellikle birden fazla zenaatı şahsında toplamış (soğuk demirci, dülger, nalbant, sınıkçı, saraç vb.) becerikli insanların birbiriyle dayanışmasıyla çözümleniyordu. ne var ki teknik nitelikte mal ve hizmete duyulan ihtiyacın köy ortamında iptidai seviyede karşılanabilmesi sebebiyle bu gibi kabiliyetler “uzman” kimliğine bürünemiyor ve en çok kalfa seviyesinde ilerleme imkanı bulabiliyordu. köyle şehir arasındaki ilişkiler bugünle kıyaslanmayacak derecede donuk ve hareketsizdi ve böylece köy ve şehir, birbirinden bağımsız şekilde kendi içinde dengeler meydana getirerek varlıklarını uzun süre devam ettirdiler.

    batı avrupa’da köylerin çözülmesi, ingiltere’de başlayan sanayi inkılabı ile farkedildi. 20. asrın başlarında batı avrupa’da köylülük ve köy hayatı tarihî bir tasfiyeye uğramış durumdaydı. köylü nüfusun şehirlere göçerek sanayi işçisi ve sair hizmet sektörlerinde istihdam edilmesiyle kendini hissettiren bu süreç hiç de kolay geçmedi. boşalan kır alanlarında tarım üretimi, makinalaşma ve ileri üretim teknikleri ile telafi edilirken şehre yerleşen köylüler ağır sosyal bunalımların içinde kaldılar ve tabiatıyla çok ağır bedeller ödeyerek neticede şehirli (burjuva) kimliği edindiler.

    türkiye’de süreç, geç ve batıyla mukayese edilmeyecek derecede insaflı işledi. 19. asrın sonlarında haliç kıyısında ilk türk sanayi işletmeleri kurulurken batı avrupa’da köylülük çoktan tasfiyeye uğramıştı bile. bizde sanayileşme dalgasının en çok hız kazandığı zaman kabaca, 20. yüzyılın ikinci yarısına denk geliyor. bu yarım asır içinde, özel sektörün sermaye yetersizliği yüzünden devletin önderliğinde serpilen sanayi kuruluşları, kitlevi bir işçi sınıfı oluşmasına meydan vermeyecek derecede dar çaplı kaldı ve bu kuruluşlarda çalışan işçiler, avrupa’da vaktiyle büyük sıkıntılara göğüs germiş proleter sınıfın çektiği eziyetlere mâruz kalmadan ortadirekliğe terfi ediverdiler. türkiye’de şehirleşmenin çekici gücünü sanayi ihtilâlinden ziyade haberleşme ihtilâli kamçıladı. köy elektrifikasyonu ve televizyon yayınlarının yaygınlaşması, türk köylüsünün üretim gücü ile erişmesine imkân olmayan bir tatlı hayatı gözler önüne serdi; tüketim listeleri kabardı. türk köylüsü artık kendi dışındaki dünyayı farketmişti. devletin yüksek subvansiyonları ile desteklenen tarım üretiminin getirisi ile televizyonda sergilenen hayat tarzına erişmek mümkün olmadığı için son yirmi sene içinde köyler boşaldı ve türkiye’nin nüfus dengelerinin kum saati, “köy-şehir” itibariyle tersine döndü. bugün, sadece ekilebilir arazi tapusu beyan etmek suretiyle köylüye ödenen karşılıksız yardımlar bile köylüyü köyde tutmaya yetmiyor. türk köylüsü ekip biçtiği zaman daha çok zarar eden bir tüketici durumuna geldi. bundan sonra köy ve köy hayatını bekleyen muhtemel gelişme, tarım topraklarının mülkiyet itibariyle büyük öbekler şeklinde birleştirildikten sonra modern tarzda üretim yapan tarım firmalarının tasarrufuna açılmasıdır.

    bu mânâda “köylülüğün tasfiyesi”, şehirde yaşayan köylü nüfusun şehir değerlerine sahip çıkması, hatta o değerlerin yeniden üretimine katkıda bulunması temennîsini taşıyor. köylülük, türkiye’de artık fiilen sürdürülemez bir sosyal kategoridir ancak temel meselemiz, şehirdeki köylülerin meslek sahibi üreticiler biçiminde yeniden organize edilmesinde yatıyor. bu noktada türkiye’yi yönetenler tıkanıyorlar ve tıkanıklık hali, büyük şehirlerin perişan manzarasında açıkça kendini hissettiriyor. metropol şehirlerinde bir nevi “getto”laşma eğilimi bariz haldedir. üst gelir grubuna mensup olanlar, özel güvenlik tedbirleriyle korunan ve duvarlarla yakın çevresinden tecrid edilmiş minicik ‘kent’lerde ve sitelerde yaşamayı tercih ederken, şehrin çevresinde yer alan gecekondu semtlerinde özel terkipli mahalleler oluşmaya başladı. şehirlerde mal ve can emniyeti büyük tehdit altına girdi. alt yapı hizmetleri en küçük krizde tamamen duracak derecede dayanıksız ve esneklikten mahrum. suç çeteleri ve daha büyük ölçekli mafya kuruluşları, şehrin suç haritasını parsellediler ve denetlenemeyen kara para trafiği, görünmez hareketliliği ile şehirlerde yeni suç-istihdam sektörleri yarattı.

    şehirler artık medenî değerleri üreten ve düzenleyen ağırlıklarını kaybetmiş bulunuyorlar; oysa ki dünyanın her yerinde şehirler medeni değerlerin üreticisi olmuşlardır; ortak yaşamanın doğurduğu girift problemlerin çözüm yeri şehirlerdir. bilimler, sanatlar, hırfetler, uzmanlıklar, üretkenlik, eğitim, hukuk, nezaket, karşılıklı saygı ve bir arada yaşama edebi gibi varlığı ve çokluğu ile övünç duyulan herşey şehirlerin eseridir. türkiye’de şehirler bu bakımdan büyük bir verimsizliğin içine düştü ve şehir değerleri sindirildi. köylülüğün tasfiyesi, şehirlerin yeniden medeni üretkenliğini kazanmasının, yeniden yaşanılır ve güvenilir beldeler haline gelmesinin bir parçasıdır. köylülerin yeniden köyüne dönmesi artık imkânsız; mevcut hâl ile yetinmek, hatta idâre etmek de imkânsız.

    çare, köylülüğün tasfiyesiyle birlikte yeni bir şehirli kimliği inşâ etmek ve o kimlik etrafında yeni insânî ve medenî değerler yükseltmektir. medeniyetler şehirlerde doğar ve orada yıkılırlar. bugün seyretmekte olduğumuz bir yıkılış manzarasıdır ve herkes seyirci olmakla yetinirse yıkılış kaçınılmazdır.
  • ahmet kerim gültekin antropolog dergisi için özetin özeti saydığı bir metin hazırlamış. orada köy ve köylülüğün tanımından başlayıp, köylülüğe esas üretim ilişkilerinin uygarlık tarihi içinde dönüşümünü takip ederek, köylülük çalışmalarına hâkim marksist literatüre bağlanmış ve yazısını eric wolf'un "köylüler" kitabına referans vererek tamamlamış. ahmet kerim gültekin türkiye akademyasının çalışkan ve araştırmalarıyla çok önemli bir ismi. bu kısa yazısını, köy ve köylülük hakkında fikir edinmek isteyenlere ilk okunacak metin olarak tavsiye etmekte hiçbir hata olmaz.

    https://www.academia.edu/…gi_sayı_2_2016_s._24_-_34
  • tanımlanması için şehir kavramıyla kontrast oluşturularak aralanması çok da doğru olmayan kavram. zira köylülük, üzerinde mutabık kalınan bir anlama göre medeniyetten uzaklığı ifade etmektedir. bu noktada medeniyetin temsilini şehir adı verilen ve daha çok insanın bir arada bulunduğu mekanlara bırakmak, köylülük kavramına yalnızca dar bir bakış açısı getirmektedir.

    gerçekten de köylülük, olabildiğince kadim ve yerleşik bir insanlık sorunudur. bu yüzden menşeini coğrafi ya da sosyal veriler ışığında değil; bizzat insanın yeryüzü macerasında geliştirilmiş olan evrensel değerlere yakınlık veya uzaklığı noktasında aramak gerekmektedir. bu noktadan hareketle, köylülüğin etkisiyle geliştirilmiş davranış biçimlerine örnekler verilebilir.

    -köylü küser.
    -amansız ve sınırları belli olmayan bir kara network üyesidir.
    -olabildiğine korpore yapılanmaların aşığıdır.
    -kurabildiği en sağlıklı iletişim kendine benzeyenlerledir.

    bu davranış kalıplarının gündelik hayatta tezahürüne yönelik de somut örnekler verilebilir.

    -misafiriniz olan köylü, çayı ilk önce kendi hiyerarşik sıralamasına göre daha alt konumda olan birine sunduğunuzda küser.
    -yaptığı her işten yakını olduğuna inandığı herkesin haberi vardır. kendini bu şekilde güvende hisseder.
    -kooperatifleri, para biriktirmeyi, cimriliği kutsar.
  • kimi çevrelerde medeniliğin karşıtı olarak gösterilen bedeviliğin de oldukça yerel (bkz: ortadoğu) bir tanımlamadan ibaret olması karşısında gelir seviyesi, coğrafi aidiyet kavramlarıyla bağlantılandırılarak açıklanması güç davranış modellerine sahip bilimsel olmayan kavramdır.

    (bkz: köy sosyolojisi)
  • avrupa'da faşist ideolojiler köy kültürüne ayrı bir değer atfeder, bunun içindir ki proto-faşist örgütlenmelerin agraryan kökenli oluşları tesadüf değildir. kullanılan retorik ise küçük değişiklikler dışında hemen hemen aynıdır: "çalışkan, dürüst, dindar ve saf köylülerimiz ulusumuzun aslıdır. kentler ise bazı kökü dışarıda odaklar (mesela yahudiler) tarafından kirletildiği için aslolan köylülüğü kentte egemen kılmaktır." aynı düşünce yapısı demokrasinin farklı yollarla oturtulmaya çalışıldığı ülkelerin merkeze yakın sağ ideolojilerinde de baskındır zira türkiye'de de merkez sağ her zaman köylerdeki teşkilatlanmasıyla iktidar olabilmiştir. ne yani, merkez yahut uç, sağ ideoloji köylülük müdür? köylüler cahil, e sağcılar da cahil, o zaman sağın kalesi köyler midir? bunlara evet demek için aşırı derecede naif olmak gerekiyor zira ulus devlet mefhumu tamamen kentsel sermaye birikiminin ürünü, e sağ da ulus devleti dönüştürmek şöyle dursun, mutlak kılma amacında olduğuna göre tek bir cevap kalıyor geriye: köylülüğün sınırlarını çizen fakat sağ ideolojide mündemiç olmayan bazı değerler yeniden tanımlanarak söylemsel boyuta indirgeniyor. asıl amaç bizzat kapitalist üretim sistemini ortadan kaldıracak kentsel dinamikleri, sisteme ait olmayan değerlerle baskılamak. yani sağ ideoloji köylülerin işçileşmesinden ve köylerin kentleşmesindense, işçilerin köylüleşmesini ve kentlerin köyleşmesini arzuluyor. ne olabilir bu değerler? köyün en çok "öykünülen" özellikleri ne? saflık mesela, esasında izolasyonizm değil midir? ve her manada izolasyonizm kapitalist sistemin işlevsizleşmesine yol açmaz mı? sistemle çelişmeyip de örtüşüyor gibi görünen bir başka köy değerini ele alalım: özel mülkiyetin kutsiyeti ve mutlaklığı. köydeki paternalist hiyerarşiden soyutlarsak bu iki boyutuyla özel mülkiyet burjuvazinin en büyük serveti, ama soyutlamazsak modern-öncesi dayanakları olan bu kaos ve sınırsızlık aslında bir hukuksuzluk değil midir? hukuksuzluk burjuvazinin işine gelir mi? hukuku icat eden kim zaten kardeşim, neden gelsin? peki bu izolasyonizm ve hukuksuzluk sistemi çökertecek olgular ise neden köylülük baştacı ediliyor? kapitalizmin kendi ölümüne duyduğu arzudan dolayı mı? bence bu kadar karmaşık olmak zorunda değil. bireyciliğin egemen olduğu kentte örgütlenme ve birlik olma gesellschaft güdülerden kaynaklanır, emek için, kamu hizmeti için, özgürlük için, adalet için... oysa köydeki komüniter düzeni kentte egemen kılarsan bireyciliği silmen hasebiyle örgütlenmelerin boyutunu da değiştirir ve kan, hısımlık, din ve mezhep temelli gemeinschaft değerleri sisteme entegre edersin. böylece emek, özgürlük ve adalet için mücadele etme gereği duymayacak bir işçi sınıfı yaratırsın, afiyet olsun.
  • sıfat olarak kullanılan kelimenin, köyle, köyde doğmak veya yaşamakla ilgisi yoktur.
    şehir hayatının getirdiği bir arada yaşama kültürü ve kurallarına ısrarla uymayanlar için kullanılır. mesela köyde yaşayıp komşusunu rahatsız etmemek için özen gösteren "köylü" ile, rezidansta asansöre çöp atan "şehirli" arasında kıyaslama yapsak mahcup olabiliriz.
  • burada blog yazılarımı paylaştığım için rahatsız olan birinden -umarım insandır, yazdıkları o imajı vermiyor çünkü- özüme dönmem gerektiğine dair bir mesaj aldım. ya zengin koca bulmalı ya da köyüme gidip traktörüme navigasyon taktırmalı, soğan zumzuklamalı ve tarhanamı içmeliymişim. belki köydeyim, şehirde yaşadığımı nereden çıkardı bilmiyorum tabii.

    sanal bir kimliğin arkasına sığınıp atıp tutmasına güldüm geçtim elbette ama ortada acı bir durum var; bazı insanlar kırsalda yaşamayı, tarhana içmeyi, çiftçilikle uğraşmayı eziklik sanıyor. sanmayan, bu sözleriyle beni küçük düşürebildiğine inanmayan kişi bu ifadeleri kullanmaz. 'yazık, hasta galiba' dedim, ne diyeyim başka (bkz: bunlar eğitilmezdir)

    ilkokulda -belki biraz daha küçükken- doğanın içinde, terk edilmiş gibi görünen evlerde yaşamaya özenirdim ama yakınlarda fırın olmamasına takılırdı aklım, ekmeğimi getiren olmaz korkusuyla vazgeçerdim hayalimden. evde ekmek yapabileceğimi bilmiyordum. çocukluk işte. kek, börek yapıyordu annem ama ekmek olarak görebileceğim bir şey yapmamıştı hiç. o endişemi ne zaman hatırlasam, kapitalizmin bizi hayatta kalma yetilerimizden nasıl da uzaklaştırdığı bir kere daha vurur yüzüme, burulurum.

    ben eğitim sistemimizde doğal hayata dair temel bilgilerin dahi öğretilmediğinden, çocukların eti tarlada yetişen bir şey sanmasından vs şikayet ediyorum, birileri toprakla haşır neşir olmayı aşağılık bir durum sanıyor.

    insanlar neden bu kadar kötü? hiç mi sevilmediler? hiç kimse mi onlar için bir dize yazmadı, onlara ihtiyaç duyduğunu hissettirmedi? bir tanecik dostları olmadı mı hatalarını düzeltecek kadar seven? anneleri hiç mi sarılmadı, kokularını içine çekmedi?

    ebeveynlerini çok küçük yaşta kaybettiği için onlarla tek bir anısı olmayan insanlar tanıyorum. sevgisizliğin en alasıyla büyümüşler ama o kadar naif, ince fikirli, o kadar hayat dolular ki...

    peki, bu tiplere kim ne yaptı da böyle oldular? gerçekten çok merak ediyorum.
  • kontrol altında tutulmazsa metastaz yapar.
  • yıllar yıllar evvel, henüz bir üniversite öğrencisiyim... anne babayı güç bela ikna etmişim; güneyde ilk yaz tatilimi yapacağım. hayatı boyunca masrafsız bir çocuk olan ben, aileme kısa hayatımın belki de en yük olduğum aktivitesini gerçekleştiriyorum. yük olduğum meblağ da öyle çok ahım şahım bir şey değil; vasat bir pansiyonda konaklama ve otobüsle yapılacak ulaşım bedeli... yine de alışık değiliz böyle harcamalara, ister istemez bir mahcubiyet hissediliyor. ama bir yandan da akranlarımla kendimi kıyaslayınca en azından gecikmiş bir üniversite hediyesi olarak bu tatili hakettiğimi düşünüyorum içten içe.

    tatil zamanı yaklaşıyor, tatile uygun alışveriş yapılıyor, valiz hazırlanıyor. ancak bu keyifli koşturmacada can sıkıcı bir şey yaşanıyor. o günlerde çok üzerinde durmasam da tadımı kaçıran, bugün ise geçmişe dönüp baktığımda beni değersiz hissettiren bir olay... tatil harcamasının yanında devede kulak sayılabilecek bir harcama, anne filtresine takılıyor. annem “ne gerek var yenisini almaya” diyerek babamın deniz şortunu koyuyor valizime. yenisini almama izin vermiyor. 20 yaşında ailesinden ayrı ilk yaz tatilini geçirecek bir delikanlı olarak 50 yaşındaki babamın deniz şortunu giymem uygun görülüyor.

    benim için köylülüğü en güzel tanımlayan olaylardan biridir bu. küçük hesaplar peşinde koşup 50 tl’lik dandik bir şort için evladının hevesini kırmakta hiçbir sakınca görmeme...
hesabın var mı? giriş yap