• bu kitabı nasıl anlatmalı, bilmiyorum. hayır size değil, kendime nasıl anlatmalı.

    bu zamana kadar, sözlüğe yazdığım onca şeyi size anlatıyorum sandıysanız eğer, üzgünüm. yazdıklarımı, sadece kendime anlatıyorum, kendime anlaşılır kılmaya çalışıyorum. mesela bunu yapabilmek için, çoğu zaman "biz" diyerek çoğaltıyorum kendimi. içimden biri diğerine laf anlatmaya çalışırmış gibi, sonra sazı bir diğeri eline alıp, bir başka beni bana inandırmaya çalışırmış gibi... ama şu an çok zor bunlar. bu kitabı, bize nasıl anlatmalı bilmiyorum.

    geçen hafta babam baş parmağını kırmış. zedelenmiştir diye üzerine düşmemiş, ama artık acısı dayanılmaz olunca doktora gitmiş. benim de geç haberim oldu, aradığımda ağlamaklıydı. bir doktora gitmiş, içine sinmemiş doktorun söyledikleri. başka bir doktora daha gitmiş, ancak iki doktor bambaşka şeyler söyleyince, kafası hepten karışmış. "hafta sonu bir de izmir'e gideceğim", dedi. "geleyim mi baba, seni götürürüm?" dedim, "gerek yok" dedi. telefonu kapattıktan sonra farkettim zaten; ben araba kullanmıyordum ki, onu izmir'e götüremezdim.

    sonra bugün, bütün günümü "kuşlar yasına gider" ile geçirdim. kitap bittiğinde ağlıyordum. tekrar ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. evet bir ehliyetim var ama, araba kullanma ihtiyacı hiç hissetmedim bu zamana kadar. hatta, araba sahibi olmayı hiç istemiyorum. ama şu an, o arabayı kullanmayı bilmediğim için kendimi çaresiz hissediyorum. bugün, ankara denizli arasında onca yol yaptıktan sonra; gömü'den geçerken defalarca yavaşladıktan sonra, yüzleri sıcacık çaydan daha sıcak olan insanları gördükten sonra, bir çobanla helalleştikten sonra, bir genci istikbaline kavuşsun diye gece vakti inşaatlarda aradıktan sonra, bir sürü insan, eşya, çuval ve hatta tabut bile taşıdıktan sonra, türkülerle yokuşlardan çıkıp virajları döndükten sonra, süt kırı bir at ile yarıştıktan sonra, hep aynı yerde molalar verdikten sonra, kilitsiz kapılardan geçmek için asma ve erik dallarına tutunduktan sonra, iyilik dolu kalabalıkların boş bırakmadığı odada kendime ilişecek bir köşe bulduktan sonra, balkonda sigara üstüne sigara içtikten sonra, aynı manzaraya aynı sessizliğe aynı çocuğa defalarca baktıktan sonra, gelip bir yatak ucunda havadaki el işaretlerini takip ederken anladım; "yetişmek" ne demek...

    yetişemediğim şeylerin boşluğunda ezilmeden, araba kullanmayı öğrenmeye karar verdim böylece. (bakarsın, bir araba bile alırız kendimize? )

    karar verdim vermesine ama, yine de bu kitabı kendime nasıl anlatacağımı bilemedim. belki bir gün, yetişirsem...

    "... bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor."
  • youtube'da yasin tekin adlı kullanıcı büyük bir sevap işleyerek romanda geçen türküleri, kitapta geçtiği sayfaları da not düşerek playlist haline getirmiş. elleri dert görmesin inşallah.

    hasan ali toptaş'ın kuşlar yasına gider romanında geçen türküler...
    https://www.youtube.com/watch?v=xuy5sqojhlk

    yiğit seferoğlu - bu dağlar kömürdendir/kuşlar yasına gider
    seyit çevik - avluda bağlıdır yiğidin atı s. 70
    bulduk usta, s. 70
    muharrem ertaş, s. 70
    çekiç ali, s. 70
    zaralı halil (söyler)- itikatın tam tut, ey hamamcı, karadır kaşların s. 70, s. 128-129.
    fatma türkan yamacı, şu karşıki dağda kar var duman yok s. 90-91, s. 117
    hisarlı ahmet, s. 90-91
    nezahat bayram, s. 90-91
    talip özkan - yağar yağmur s. 90-91, s. 127, 190.
    bekçi bakır - buradan bir atlı geçti s.177
    erkan oğur, s.177
    kazancı bedih - ben bir yakub idim s. 177
    seha okuş - seher vakti bülbül ağlar s. 177
    neşet ertaş- evvelim sen oldun s.177
    dama kurdum çatmayı balam (osman bulut), s. 191
    hacı taşan - aşağıdan gelir gelinin göçü s. 211-212
    okan murat öztürk - dereler buz bağladı s. 212
    enver demirbağ - yüksek minarede kandiller yanar s. 212
    nida ateş - gece rüyada sohbetin s. 212r
  • kitabı masanın üzerine bırakıp camı açtım. beyaz gökyüzü, sarı ağaç dipleri, boş sokaklar. arada bir belirip kaybolan araba sesleri... serin rüzgarla birlikte irkildim. tam o sırada bir kuş sürüsü bir beyazdan başka beyaza süzülüp kayboldu. rüzgar daha sert esti o an ve ben uykudan uyanmışçasına kendime geldim. bazen olur. bir kitap son cümlesinden sonra devam eder. kulağa hoş geliyor evet. ama değil. bir kitap son cümlede bitmeli, bir ömür son nefeste yitmeli. bir aşk... neyse.

    zor zamanlarda hep bu olur. ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemediğim, avuçlarım şakaklarımda şehrin tenha sokaklarını arşınladığım, ağladığımı da kimseye göstermediğim zamanlarda bir şiir, bir roman ya da bir şarkı şefkatli bir el gibi sağ omzuma yavaşça dokunur. "gel, boşver". o zaman tüm geçmişimi bir kenara bırakıp(böyle bir şey mümkünmüş gibi), durgun bir suya kendimi bırakırım. pişmanlıklarım, hayıflanmalarım, aldatılımışlıklarım, aldanmışlıklarım, inandıklarım, inanmadıklarım, küçümsediklerim, yücelttiklerim hepsi ama hepsi aynı boy olup karşıma dizilirler. ağzımda turuncu bir pas tadı. geçmişe ve geleceğe paslı bir tükürük fırlatıp devam ederim. kelimeler, cümleler, sayfalar. sonra zamanın akrebi, yelkovanı ve takvim yaprakları... hayata karşı bir kalkan gibi tutarım elimdeki kitabı. kurşunlar, taşlar...

    belki de hayattaki en büyük başarılarımdan biridir hasan ali toptaş'ın masasında, cümlelerin soğuk pınarının hemen yanı başında oturmuş olmam. "kuşlar yasına gider" romanı masada henüz ruh üflenmemiş bir pinokyo misali yatarken kitaba dair anektodlar duymam. bu yüzdendir belki kitabı okurken bir matematik problemi çözüyormuşçasına dikkatli ve tedirgin olmam. şimdi düşünüyorum ve daha bir inanıyorum. kurulmuş hiçbir cümle boşuna değil, yaşanmış hiçbir hayat haybeye değil. gözlerimizin önünden geçen ve ne olduğunu anlayamadığımız o küçük gölgelerin büyük anlamları var.

    iyi bir hayat yaşayıcısı olamadım. ama nasıl başa çıkılacağını seziyorum. bazı sayfalar belki de içinde bulunduğum mevsimden olsa gerek ağlattı, bazen gerçekten tüm benliğimle iyiye dair inancım arttı. hem daha ne olmalıydı ki.

    bir cümle geçiyor romanda. "sana da aldatılmak yakışırdı oğlum" diyor ölüm döşeğindeki baba. bu cümleyi alıyorum ve zihnimin en görünür yerine yerleştiriyorum. bunu yapmazsam zihnimdeki o kötü huylu boşluk tüm bedenimi sonra da ruhumu ele geçirebilir.

    camı kapayıp masanın üzerindeki kitaba bakıyorum. hayata karşı tuttuğum yüzlerce kalkandan biri. hepsi gibi delik deşik. eğilip gövdeme bakıyorum. kan revan. bir kitap bunu yapmalı. camı kapatmadan tekrar gökyüzüne bakıyorum. kuşlar bir yerlere gidiyorlar.

    hasan ali toptaş'a ve iyiliğe ve engin ovalarda koşup duran canım atlara içelim.
  • " gömü kasabasında aziz'le beraber yavaşlıyorum, yaşıyorum. "

    anadolu'da hala bir yerlerde hasan ali toptaş'lar var. anadolu'da hala sıcak, içten, insan kalmış yerler var; kuşlar yasına gider buna inancımı ve hala bu inanca sıkı sıkı tutunduğumu hıçkıra hıçkıra anlattı. kitap bitti benden de bir anadolu döküldü:

    " yollara düştüm, sokaklar geçtim, camilere girip çıktım, bir daha görmeyeceğim amcalara selam verdim, yol ortasında yatan hayvan ölülerini yol kenarına taşıdım, cami avizelerine uzun uzun baktım, annemi aradım duasını istedim, eşimin elinden tuttum gülümsedim, sabah namazlarında babamı düşündüm, bilmediğim kahvelerde çay içerken kızımı hayal ettim, anneannemin dizinde oturup beraber tespih çektiğimiz çocukluğuma indim, bir roman okudum, birkaç türkü dinledim, bir film izledim, çokça şiir okudum, kalabalıkların yüz çizgilerinin haritasını çıkardım, devlete hak verdim, bazen devletler yıktım, bir yetime çikolata aldım, bir dosta vasiyeti için söz verdim, kendime aynalarda çok kısa baktım, sundurmalarda sigara içerken kışı seyrettim, arayışım nihayete ermeyecek biliyorum.

    yıllar bir şekilde geçecek, ben dünya nimetinden geçiyorum... "

    aziz'e, azizlere selam olsun.
  • “ ölüm eski bir şey ama ne zaman başa gelse yepyeni...” mi diyordu ıvan sergeyeviç?

    kitap eski bir ardahan türküsünden alıyor adını. hasan ali toptaş’ın biraz zaman, biraz yol, biraz da anadolu insanını imgeleriyle süsleyerek, ölümün soğuk renklerini, onun karşısındaki çaresizliği ise kimi zaman ecel atıyla,* kimi zaman bir görünüp bir kaybolan beyaz gömlekli çocukla, bazen de yollarda dinlenilen türkülerle ya da uzaklara baka baka içilen sigaralarla sezdirdiği ve yalın bir dille anlattığı bir baba oğul hikayesi...
    sıradan hatta sonunu bildiğiniz bir hikaye olmasına rağmen kendisini okutturuyor.

    keyifli okumalar dilerim.
  • iğrenç aforizmalardan bıktıysanız bu kitabı okuyun. okuyun ki temiz bir dil, namuslu bir metin nasıl olur görün.
  • beynimde şahlanan atlar vardı bu kitabı okurken. beyaz olanı biraz ürküttü, oysa en sevdiğim hayvandır at*

    bir bozkır türküsü kadar duru bir hikaye.
    fazla gerçek bir kere. gözümüzün önünde eriyen insanları, onlar artık çok da görülmek istemedikleri, "ben ölüyorum, eriyorum, kendime de onlara da yetemiyorum" duygusunun verdiği buruk bir utanç ile köşelerine çekilip ölmeyi bekledikleri zaman görmeye başlıyoruz. tabii geç kalıyoruz. epey.

    velhasıl tuhaf bir kitaptı benim için. bambaşka duygularda gezinmedim, kafa karışıklıgı yaşamadım, sadece vuruldum sonunu bile bile. sonuna kadar da etkisi sürdü.

    bir de

    herkes gibi benim de aklıma takılan bir şey var. bir kısımda romanın ana karakteri kendisi hakkında yazılan bir araştırma kitabındaki yalan yanlış bilgilerden bahsediyordu. hatta buna epey canı sıkılmıştı. iki şey geldi aklıma, hasan ali roman karakteri ile yazarın hayatını bağdaştıranları tokatlamış ya da gerçekten böyle bir şey gelmiş başına ve bu vesile ile ince bir sitem etmiş. öyle ki babasının söylediği çok güzeldi;

    "demek seni gözünün içine baka baka aldattı ha? bir şey söyleyeyim mi, sana da aldatılmak yakışırdı zaten oğlum."

    kitaptan en vurulduğum pasajı bırakmadan da entryi bitirip gitmeyeyim bari;

    ee, dedi cavit; domuz noldu, öldü mü?

    ölür mü hiç, diye hayıflandı zübeyir. benim karıyla baldız vaveyla koparır da domuz ölür mü hiç?

    ne alakası var yahu, dedi cavit.
    var, dedi cavit'e dönerek;

    vurulduğunda bağırıp çağırır yahut herhangi bir ses çıkarırsan, yarası ne kadar ağır olursa olsun, sese tutunup ayağa kalkar domuz, imkânı yok ölmez! o yere yıkıldı mı sessiz olacaksın bu yüzden, gıkını bile çıkarmayacaksın.

    allah allah, dedi vakkas dayım, ben hiç duymamıştım bunu.

    öyledir, dedi zübeyir;

    bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor.
  • --- spoiler ---
    beyaz gömlekli çocuk gülüyordu cenaze günü, kavuştu babasına. bir gün kavuşacağım yavrumu düşünüp de ağladım. teşekkürler hasan ali toptaş.
    --- spoiler ---
  • "sana da aldatılmak yakışırdı oğlum..."

    müslüman (baba)

    tanım : bir gecede (tekrar) okunan kitaptır.
  • hasan ali toptaş romanı.

    başka bir şey yazmasam da sadece bir iki kitabını okuyanlar hemen alır biliyorum. hasan ali toptaş bir etikettir çünkü.

    öncelikle kitap isimleri çok güzel tınılar içerir, hep çok sevdim kitaplarına verdiği isimleri (bkz: bin hüzünlü haz) (bkz: uykuların doğusu).
    türküden esinlenerek verdiği bu isim de harika olmuş.

    bu kitap bence de daha kolay okunur bir roman diğer kitaplarına nazaran. lakin böyle yalın bir baba-oğul-yol hikayesi bir insanın içinden ancak böyle geçerdi. türkçe okuduğumu hissediyorum, resmen lezzet duyulur mu okurken hasan ali okurken duyuluyor. sözcüklerde bir ahenk var, kitabın genelinde bir uyum var, farklı sözcükler, harika tasvirler ve elbette hafızaya kazınacak betimlemeler var.

    "hembembe sekerken" okuyunuz.
hesabın var mı? giriş yap