• gelmiş gelmiş ''dünyada borusunu öttürmüş'' en büyük yazarlardandır. (bkz: anna karina) ve (bkz: war and peace) gibi insanın içinde kaybolduğu en büyük 2 eseri geride bırakmıştır. o kadar büyük yazardır ki, ölümünden 100 sene sonra bile onun bırakın yerini doldurmayı, yetenek olarak ayakkabısını silecek biri bile çıkmamıştır. o yüzdendir ki, hala kitapları ve ismi insanların dilindedir.
  • bugün ölüm yıldönümü olan, hayran olduğum büyük insan. kalbimde her zaman en derin yerde olacak.
  • ne okursam okuyayım ; onun mürekkebinin yanında sönük kalıyor .
  • kitap okumamda çok büyük etkisi olan yazar. hakkında ne desem az. sayesinde roman okumaya başladım fakat dikkat çekeceğim nokta şurası.

    bikaç haftadır sosyal medyada karısı öldükten sonra kendisinin ne yapacağını bilmeyip, eve gidip karısından tavsiye isteyeceğini söyleyen paylaşımlar yapılıyor. binlerce kişi de bunu beğeniyor. evet bir kadının önemini anlatmak için her ne kadar güzel bir paylaşım olsa da, tolstoy un karısı, tolstoy öldükten sonra ölmüştür. yani böyle bir şey söylemesi imkansız. malum bizim insanımız hiç böyle şeyleri düşünmeden hem beğeniyor hem de bu söylem üzerinden yorum yapıyor.

    acaba kitaplarında geçiyor mu diye düşündüm ama bir çok kitabını da okudum, hatırlamıyorum açıkçası. bilen varsa açıklayabilir.
  • "böyle yaşayamayacağımı ve yaşamak da istemediğimi bir anlasalar artık, özel giysili uşaklarla çevrilmiş, gümüş tabaklar içerisinde dört türlü yemek ve bütün bu gibi gereksiz şeylerle ve başkaları kendileri için en gerekli şeyleri bile bulamadıkları halde… oysa hepsi onlardan bir tek fedakarlık beklediğimi biliyor: yalnızca lüksten vazgeçmelerini, tanrı’nın, insanların arasında egemen olmasını istediği eşitliğe karşı işlenmiş korkunç bir günahtan başka bir şey olmayan şu lüksten vazgeçmelerini istiyorum sadece. ne yazık ki, yatağımı ve hayatımı paylaşan karım, düşüncelerimi de aynı şekilde paylaşacak yerde onlara düşman kesiliyor. boynuma asılmış bir değirmen taşı o, beni sahte ve yalancı bir hayata sürükleyen ve vicdanıma yük olan bir ağırlık. elimi kolumu bağladıkları bu bağları çoktan kesip atmalıydım. onlarla ne alışverişim var artık benim? onlar benim hayatımı bozuyorlar, ben de onlarınkini; hiçbir yararı olmayan biriyim ben burada."

    karısı sophia'dan 13 çocuğu olan lev tolstoy, güncesinde onun için "boynuma asılmış bir değirmen taşı" diyordu.
    evlendiklerinde kendisi 34 sophia 18 yaşındaydı ve savaş ve barış'ı mutlu oldukları ilk 15 yılda yazmıştı.
    şunları da yazmıştı güncesine; "ailem içerisinde rahat değilim, çünkü yakınlarımın duygularını paylaşamıyorum. onları sevindiren her şeyi, okul sınavlarını, yüksek tabakadan kimseler arasında başarı kazanmayı, alışverişleri, bütün bunları ben onlar için bir kötülük ve felaket olarak görüyorum ama bunu onlara söylememeliyim. aslında söyleyebilirim ve söyledim de, ama bu sözlerimden kimse bir şey anlamadı."
    o kadar bezmişti ki, 1910 yılının 28 ekim sabahında gizlice evden kaçmış, hemen ardından hastalanmış ve 20 kasım'da, zatürre nedeni ile ölmüştü.
    ilk kaçışı değildi ama son kaçışıydı.
    karısı ise kaçış mektubunu okur okumaz göle atlayarak, intihar etmek istemiş, kurtarılmış ama 5 gün açlık grevi yapmıştı.
    bu bilgileri kızı tatyana'dan öğreniyoruz. yine tatayna'ya göre annesi muhtelif defalar intihar girişiminde bulunmuştu.

    stephan zweig, tolstoy için şöyle yazmıştı; "iki defa evden kaçtı ve her ikisinde de geri döndü, çünkü allak bullak olan karısının intihar edebileceği düşüncesi, onun bütün gücünü felce uğratıyordu; soyut fikirleri uğruna bir tek insani varlığı bile feda etmeye karar veremiyordu. çocuklarıyla bozuşmaktansa ve karısını ölüme itmektense, sadece maddi dünyaya bağlı bir topluluğun ezici damı altında inleyerek kalmayı ve buna katlanmayı tercih ediyordu; umutsuzca savaşıyor ama birtakım şiddetli hareketlerle ailesini yaralamayacak kadar insanca bir davranışla, bazı önemli sorunlarda, her zaman boyun eğiyor ve başkalarına acı vermektense kendi acı çekmeyi tercih ediyordu."
    (dünya fikir mimarları, cilt ııı, stefan zweig, iş bankası yayınları)

    tek sorun dünya görüşlerinin farklılığıydı. karısı şaşalı bir yaşam sürdürmek isterken, tolstoy köylülerin sürdürdüğü gibi basit ve sade bir yaşam istiyordu.
    aslında savaş ve barış'ta bütün emareler vardı; sanırım, okuyanlar benimle hemfikirdir; kahramanı pierre, lev tolstoy'u yansıtıyordu.

    sophia tolstoy, kocasının hastalandığı haberini alıp yanına koştuğunda, lev tolstoy, kızı tatyana'nın girmesine izin veriyor ama sophia'yı istemiyor. sophia tolstoy, ancak tolstoy bilincini yitirdikten sonra yanına girebiliyor.
    güncesinde şöyle söylüyor; "beni lev’in yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar."
    daha fazlası için sofiya tolsoy'un güncesi okunabilir.

    kaynaklar, sophia tolstoy'un, lev tolstoy'dan 9 yıl sonra öldüğünü söylüyor.

    günce metinleri ve sophia tolstoy ile ilgili bilgiler için;
    https://www.insanokur.org/
    https://www.wannart.com/
  • benim için de vazgeçilmez yazarlardan... diriliş, anna karenina, kröyçer sonat gibi kitaplarını okudum. diriliş benim en etkilendiğim kitabıydı.
  • vatanseverlik ve iktidar:

    günümüzde insanların, onsuz varolamayacaklarını düşündükleri bu iktidarlar nedir gerçekte?

    belki bir zamanlar bu iktidarlar gerekliydi ve örgütlenmiş komşular karşısındaki savunmasızlığa nazaran ehven-i şerdi, ama artık iktidarlar gereksizleşmiştir ve halklarını korkuttukları tüm tehlikelerden çok daha büyük bir şerdir.

    sadece askerî iktidarlar değil, genelde iktidarlar, faydalı demesem de en azından, zararsız olabilirdi, ama ancak ve ancak, çinlilerin teorisindeki gibi, lekesiz, kutsal insanlardan oluşsaydı. ne var ki, şiddet eylemleri işlemeye dayalı faaliyeti gereği, iktidarlar daima kutsallığa tam ters öğelerden oluşur -en küstah, kaba ve sapkın insanlardan.

    dolayısıyla, her iktidar dünyadaki en korkunç ve tehlikeli organizasyondur, özellikle de askerî güçle donatıldığında. en geniş anlamda iktidar, kapitalistler ve basın dahil, halkın büyük bölümünü, onlara egemen küçük bir bölümün gücü altında istifleyen bir organizasyondan başka bir şey değildir; bu küçük bölümse daha da küçük bir bölüme tabidir ve o da daha küçüğüne ve bu böyle devam eder, ta ki sonunda askerî zorla tüm diğerleri üzerinde güç sahibi olan birkaç kişiye veya tek bir insana varana kadar. öyle ki, tüm bölümleri tamamıyla, her nasılsa tepede bulunan o insanların veya o tek bir kişinin gücü altında toplayan bir koniyi andırır bütün bu organizasyon.

    koninin tepesinde, diğerlerinden daha kurnaz, küstah ve vicdansız insanlar veya o küstah ve vicdansızların her nasılsa vârisi olmuş tek bir kişi hüküm sürer.

    o, bugün boris godunov, yarın grigori otrepyev olabilir; bugün, oynaşlarıyla kocasını öldüren iffetsiz yekaterina, yarın yemelyan ivanoviç pugaçyov, sonra deli pavel, nikolay veya çar 3. alexander.

    o, bugün napoleon bonaparte olabilir, yarın bir burbon veya bir orleans, bir boulanger veya bir panama şirketi; bugün gladstone olabilir, yarın salisbury, chamberlain veya rhodes.

    ve herkesin sadece can ve malları üzerinde değil, ruhani ve ahlaki gelişimi, öğrenimi ve dinî eğitimi üzerinde de mutlak erk sahibi olmasına izin veriliyor böyle iktidarların.

    insanlar, bu dehşetli erk aygıtını tesis ediyor, her kim ele geçirebiliyorsa onun ele geçirmesine izin veriyor (ki şans daima, ahlaken en değersiz olanın ele geçirmesinden yanadır), köle gibi ona itaat ediyor ve sonra da bundan melanet çıkmasına şaşıyorlar. anarşistlerin bombalarından korkarlar da, onları her an en büyük facialarla tehdit eden bu dehşetli organizasyondan korkmazlar.

    insanlar, saldırılara direnirken çerkezlerin yaptığı gibi, düşmanlarına direnmek için kendilerini birbirlerine bağlamayı yararlı buluyor.

    ama ortada tehlike falan yokken de, hâlâ kendilerini birbirlerine bağlamaya devam ediyorlar.

    bir kişi hepsine her istediğini yaptırsın diye, kendilerini özenle bağlıyorlar; sonra, alçağın veya ahmağın biri ele geçirsin ve onlara aklına gelen her zararı versin diye, kendilerini bağlayan ipin ucunu fırlatıp, serbest bırakıyorlar.

    böyle yapıp, sonra da bundan bir melanet çıkmasına şaşıyorlar.

    ve insanlar örgütlü ve askerî bir iktidar kurup, ona itaat ettikleri, onu idame ettirdiklerinde, tam da bunu yapmıyorlar mı?

    insanları silahlanma ve savaşların dehşetli ve sürekli artan, kendilerini muzdarip eden melanetlerinden sakınmak için, kongreler, konferanslar, antlaşmalar ya da hakemlik mahkemeleri değil, iktidarlar denen ve insanlığın en büyük melanetlerine kaynaklık eden o şiddet araçlarının imhası gereklidir.

    iktidar şiddetini yok etmek için sadece bir şeye ihtiyaç var: o şiddet aracını tek başına destekleyen vatanseverlik duygusunun kaba, zararlı, rezil, kötü ve herşeyden önce ahlaksız bir duygu olduğunu insanların anlamasına. bu kaba bir duygudur, çünkü en aşağı ahlak seviyesinde bulunan ve diğer milletlerden de, kendilerinin işlemeye hazır oldukları tecavüzleri bekleyen insanlara mahsustur sadece; zararlı bir duygudur, çünkü diğer halklarla avantajlı, neşeli ve barış içindeki ilişkileri bozar ve herşeyden önce, erkin en kötü insanlar eline düşebileceği ve daima düştüğü o iktidar organizasyonunu üretir; rezil bir duygudur, çünkü insanı sadece bir köleye dönüştürmekle kalmaz, gücünü ve hayatını, kendi amaçları için değil iktidarının amaçları için ziyan eden bir dövüş horozuna, bir boğaya veya bir gladyatöre de dönüştürür; ahlaksız bir duygudur, çünkü vatanseverliğin etkisi altındaki her insan, hıristiyanlığın bize öğrettiği üzere tanrı’nın bir oğlu olduğunu veya hatta kendi aklının rehberliğindeki hür bir insan olduğunu ikrar etmek yerine, anavatanının oğlu ve iktidarının kölesi olduğunu ikrar eder ve aklıyla vicdanına ters fiiller işler.

    insanların sadece bunu anlaması yeterli, o zaman, iktidar denen, bizi birbirimize zincirleyen dehşetli bağ bir mücadele gerektirmeksizin kendiliğinden paramparça olacak ve onunla birlikte ürettiği dehşetli ve işe yaramaz melanetler sona erecektir.

    ve insanlar halihazırda bunu anlamaya başlıyorlar. mesela, kuzey amerika birleşik devletleri’nin bir vatandaşı şöyle yazıyor:

    biz çiftçiyiz, makinistiz, taciriz, imalatçıyız, öğretmeniz ve hepimizin bütün istediği, kendi işimize bakma hakkı. kendi evlerimiz var, dostlarımızı seviyoruz, ailelerimize bağlıyız ve komşularımıza karışmayız; işimiz var ve çalışmak istiyoruz. bizi rahat bırakın!

    ama politikacılar bizi rahat bırakmak istemiyorlar. bizi yönetmekte ve emeğimizden geçinmekte ısrarlılar. bizi vergilendiriyorlar, elimizde avucumuzda ne varsa yiyorlar, bizi askere alıyorlar, gençlerimizi savaşlarına gönderiyorlar.

    iktidardan beslenen tüm o sayısız insan, iktidarın bizi vergilendirmesine yaslanıyor ve bizi başarılı bir şekilde vergilendirmek için hazır ordular muhafaza ediliyor; memleket savunması için orduya ihtiyaç olduğu şeklindeki bahane katıksız bir aldatmacadır. fransız hükümeti, halkını, almanların onlara saldırmaya hazır olduğunu söyleyerek korkutuyor; ruslar ingilizlerden, ingilizler herkesten korkuyor ve şimdi amerika’da, her an avrupa bize karşı birleşebilir diye, donanmamızı büyütmemiz ve ordumuza takviye yapmamız gerektiği söyleniyor. bu aldatmacadır ve gerçek dışıdır. fransa, almanya, ingiltere ve amerika’daki sıradan insanlar savaşa karşıdır. biz sadece rahat bırakılmak istiyoruz. karıları, çocukları, anne babaları, evleri olan insanlar gidip birileriyle savaşmak istemezler. biz barışçılız, savaştan korkar, ondan nefret ederiz.

    biz yalnızca, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkasına yapmamayı istiyoruz.

    savaş, silahlı adamlar olmasının kaçınılmaz bir sonucudur. büyük, hazır bir orduyu muhafaza eden ülke, er ya da geç savaşır. yumruk kavgasındaki gücüyle gururlanan adam, bir gün, kendini daha iyi gören biriyle karşılaşacaktır ve bunlar kavga eder. almanya’yla fransa da, sırf birbirlerine karşı güçlerini sınamak için fırsat kolluyorlar. zaten birkaç kez savaştılar ve yine savaşacaklar. halkları savaşmak istediği için değil; üst sınıflar, onlarda birbirlerine karşı düşmanlık uyandırıp, insanlara, kendilerini korumak amacıyla savaşmaları ge-rektiğini düşündürdüğü için.

    böylece, isa’nın öğretisini izlemek isteyen halk, bunu yapmaktan alıkonup, iktidarlarca vergilendiriliyor, zorbalığa maruz bırakılıyor, aldatılıyor ve savaşa sürükleniyor.

    isa uysallığı, munisliği, düşmanını affetmeyi ve öldürmenin yanlış olduğunu öğretti, incil insanlara yemin etmemeyi öğretir, ama “üst sınıf”, inanmadıkları incil üzerine yemin ettiriyor bize.

    peki kendimizi bu sülüklerden, zahmet çekmeyen, ama pirinç düğmeler ve pahalı süslerle bezeli güzel elbiseler kuşananlardan, bizim emeğimizle, toprağa ektiklerimizle beslenenlerden nasıl kurtaracağız?

    onlarla savaşalım mı?

    ama biz kan dökmeye inanmayız; üstelik, silahlarla para onlarda ve onlar bizden daha uzun süre dayanabilirler.

    fakat, bize saldıracak olan ordu kimlerden oluşuyor?

    bu ordu da bizden, ülkelerini düşmanlarına karşı koruyarak tanrı’ya hizmet ettikleri düşüncesiyle aldatılan komşularımız ve kardeşlerimizden oluşuyor. halbuki, vergilendirilmeye boyun eğmemiz karşılığında çıkarlarımızı gözetecekmiş gibi yapan üst sınıftan gayrı, ülkemizin düşmanı yok. bu yolla kaynaklarımızı boşaltıyorlar ve bizi güdüp küçük düşürsünler diye gerçek kardeşlerimizi üzerimize çeviriyorlar.

    karınıza bir telgraf veya dostunuza bir paket yollayamazsınız ya da bakkalınıza çek yazamazsınız, ta ki önce silahlı adamları -süratle sizi öldürmek için kullanılabilecek ve ödemezseniz sizi hapsedecek silahlı adamları- muhafaza etmek için gereken vergiyi ödeyene kadar.

    tek kurtuluş, insanlara öldürmenin yanlış olduğunu telkin etmekte, onlara tüm kuralı, kendilerine nasıl davranılmasını istiyorlarsa, başkalarına da öyle davranmaları gerektiğini, öğretmekte yatıyor. askerî fetişleri önünde eğilmeyi reddederek, o üst sınıfı sessizce bertaraf edin. savaş çığırtkanlığı yapıp, gerekçe olarak vatanseverlik nutukları atan vaizleri desteklemeyi bırakın.

    varsın onlar da bizim gibi işe gitsinler.

    biz isa’ya inanıyoruz, onlarsa inanmıyor, isa ne düşünüyorsa onu söylerdi; onlarsa, erk sahiplerini, “üst sınıfı” neyin memnun edeceğini düşünüyorlarsa onu söylüyorlar.

    biz orduya yazılmayacağız. onların emirleriyle ateş etmeyeceğiz. ılımlı ve uysal bir halka karşı süngü hücumuna geçmeyeceğiz. cecil rhodes’un telkiniyle, ocakları için mücadele eden çiftçiler ve çobanlara ateş açmayacağız.

    sizin sahte “kurt! kurt!” çığlığınız bizi ürkütmez. vergilerinizi, sırf mecbur olduğumuz için ödüyoruz. mecbur olduğumuzdan ötesini ödemeyeceğiz. kiliselere, sahte sofularınıza vergi ve ikiyüzlü yardım derneklerinize aşar, ödemeyeceğiz ve her fırsatta düşündüğümüzü söyleyeceğiz.

    insanları eğiteceğiz.

    ve sessiz etkimiz her zaman kendini hissettirecek; askere yazılanlar duraksayıp savaşmayı reddedecek. hıristiyanca, hayırsever bir hayatın, savaş, kan dökme ve çatışma hayatından daha iyi olduğu düşüncesini telkin edeceğiz insanlara.

    “dünyada barış!”, ancak insanlar orduları dağıttıklarında ve kendilerine ne yapılmasını istiyorlarsa diğer insanlara da aynısını yaptıklarında, gelebilir.

    böyle yazıyor kuzey amerika birleşik devletleri’nin bir vatandaşı ve çeşitli taraflardan, çeşitli şekillerde, bu tip sesler duyuluyor. şunlar da bir alman askerinin yazdıkları:

    prusya muhafız alayı’yla (1866 ve 1870’de) iki sefere katıldım ve tüm ruhumla savaştan nefret ediyorum, çünkü bana tarifi imkansız felaketler getirdi. biz yaralanan askerler genellikle öyle sefil bir tazminat alıyoruz ki, bir zamanlar vatansever olduğumuz için gerçekten utanmamız lazım. mesela ben, 18 ağustos 1870, st. privat saldırısında isabet alan sağ kolum için günde 80 fenik alıyorum. bazı av köpeklerinin bakımına daha fazla ayrılıyor. ve ben iki kez yaralanan kolum yüzünden yıllarca acı çektim. daha 1866’da avusturya’ya karşı savaşta yer almış ve trautenau ve königgratz’da savaşıp, fazlasıyla dehşet görmüştüm. 1870’de, yedekteyken, tekrar çağrıldım ve söylediğim gibi st. privat saldırısında yaralandım: sağ kolum iki kez boyluboyunca isabet aldı. bir bira imalathanesinde iyi bir pozisyonu kaybettim ve sonradan da ona geri dönemedim. o zamandan beri asla ayağa kalkamadım. esriklik hali kısa zamanda geçti; kötürüm bir askerin, hayır kurumlarınca ikmal edilen dilenci sadakasıyla hayatta kalmaktan başka yapacağı bir şey yoktu...

    insanların eğitilmiş hayvanlar gibi koşuşturdukları ve servet uğruna birbirinin kuyusunu kazmaktan başka bir şey düşünmedikleri bir dünyada, varsın kaçık olduğumu düşünsün insanlar, yine de, içimde hep, dağdaki vaaz’da çok güzel ifade edilen, ilahi barış tasavvurunu hissediyorum. en katî kanaatim şu ki, savaş yalnızca daha büyük çaplı bir ticarettir, halkların mutluluğuyla yapılan haris ve güçlü bir ticaret.

    kaynak: vatanseverliğe karşı tolstoy
  • geç tanıştığım, kısa sürede hayranı olduğum yazar. onlar nasıl betimlemeler. nasıl duygu anlatımları ve nasıl gözlemler. hayran olmamak elde bile değil. okuyunuz, okutturunuz.
  • gerici, ütopik, idalist, elitist.
  • benim için dünya edebiyatının en iyilerinde ilk üçe giren büyük üstad.

    yüzyıl öncesinden bugünün insanının hislerini mükemmel anlatıyor tüm eserlerinde; milliyeti, dini ne olursa olsun tüm insanların duygularının, yaşadıklarının hep aynı olduğunu görüyoruz kitaplarında.
hesabın var mı? giriş yap