• filmin en güzel sahnesi bir kaç teyzenin oturup madame bovary tartıştıkları sahnedir. kate ablamız tutkuyla birleşik akademik dili yoğun bir analiz yapınca o dakkaya kadar roman karakterini sorgulayan teyzemiz baktı kaçış yok, hafif bir iç çekmeyle şunları söyler:

    "maybe i did not understand the book"
  • bu filmde beni benden alan iki sey vardir:
    1-oyunculuklar
    2-patrick wilson'in götü. buna popo denmez ya. buna bildigin göt diyeceksin; ancak o zaman bir anlam ifade eder.
  • --- spoiler ---
    kathy'nin kocam bu sene sınavı kazanacak diye düşünüp hayaller kurmasına, evi tek başına geçindirmesine ve bir sürü özveride bulunmasına rağmen brad'in o sınava girmemesi hatta yerine sarah ile kaçamak tatil yapması iç acıtmıştır.
    --- spoiler ---
  • iki küçük çocuğun etrafında şekillenen bir öyküye sahip, izlerken son derece keyif aldığım bir film. aslında film adlarının orijinalinden farklı tercüme edilmesini pek sevdiğim söylenemez. filmi izlerken, filmin sinemalarda tutku oyunları adıyla gösterime girmesinin nadir görülen güzellikte bir çeviri olduğunu düşündüm. ne de olsa filmde neredeyse çocuklar hariç tüm karakterler bir şeylere tutkuyla bağlı doğru, ancak tüm filmi izleyip, sakin kafayla düşününce bu film için seçilen “little children” adının cuk oturduğuna kanaat getirdim.

    --- spoiler ---

    esas oğlan da esas kız da artık orta yaşlı birer ebeveyn olmuş ama sorumluluklarını sahibi birer yetişkin olamamışlardır. filmin bir çok yerinde bu tema işlenmiş ve vurgulanmış:

    brad’in, oğlunun tüm gün kafasından çıkarmadığı soytarı şapkasını havaya atıp annesine koşmasına bozulması, bir türlü sınavını verememesi, akşamları ders çalışmak yerine kay kaycıları izlemeyi yeğlemesi*, evin bütçesinden karısının sorumlu olması (brad’in abone olduğu dergileri tekrardan gözden geçirmesini istemesi, cep telefonu almak için bile karısının onayını beklemesi, akşam aramadın diyen karısına küçük çocuklar gibi “cep telefonum olsa böyle olmazdı” diye sitem etmesi vs. vs.). tüm bunlara rağmen parkta işsiz olduğunu ve aile reisinin karısı olduğunu itiraf ederken de hiç komplekssiz olduğunu görüyoruz, bu bile içindeki sorumluluklarının farkında olmayan çocuğa bağlanabilir.

    sarah ise brad’ın ifadesiyle “kısa boylu bir oğlan çocuğu”nu andırır. o da doktorasını tamamlayamamış, ne yapmak istediğini bilmez halde dolaşmaktadır. hatta brad’in aksine kızıyla vakit geçirmekten, çocuk bakmaktan hoşlandığı da pek söylenemez. kocasıyla olan sorunlarını konuşmak yerine kulağının üstüne yatmayı tercih eder, aralarında en ufak bir bağlılık işareti göremeyiz.

    sonuçta ikisi de yalnızdır ve küçük çocuklar gibi ilgi isterler, şefkat beklerler. o yüzden brad güzel ama kuralcı karısı kathy yerine, şefkatli ve cana yakın sarah’ı tercih eder. çocuklarının oyun ve uyku saatleri olması gibi her gün düzenli sevişirler. bu ilişki de tam adlandırılmasa da böyle sürer gider.

    ama işte finale gelince, ikisi de birbirlerine değer verse de bir türlü kaçmayı beceremeyeceklerdir. sarah kızının bir an ortadan kaybolması ile paniklemiş, çareyi koştur koştur eve dönmekte bulmuş, tutkularına teslim olmak yerine çocuğunu dinlemeyi tercih etmiştir.

    brad ise o kadar bile değil, evden fazla uzaklaşmadan şöyle bir (diğer çıkış kapısı gibi görünen) kay kaya binmiş, ağzı burnu bir olunca da, o mektuba gerek kalmadı, bizim hanımı arayıverin demiştir. onun macera tutkusu ise okulu asan liseli çocuklar gibi sınav yerine tercih edilen iki günlük kaçamakla sınırlı kalmıştır. ilişkilerinin bile tam bir ilişki olduğunu söylemek zordur, onlar da zaten bu durumun farkına varır. evi barkı terkedip sorumluluk yüklenmek pek onlara göre değildir.

    bu nedenle finalin havada kaldığını düşünenler olmuş ama bence filmin genel gidişi ile bir arada düşününce yerine oturduğu söylenebilir. filmin son sözü ve son sahnesi de bunu vurgular nitelikte olmuş. "geçmiş değişmez, ancak gelecek bir yerlerden başlamaktadır" der anlatıcı ve o geleceğin geçmişten farklı olmasını sağlama, sorunlarını “kökten” çözebilme cesaretini, sadece kendisi de aslında bir “küçük çocuk” olan ve annesinin son isteğini yerine getirmek isteyen pedofil ronnie ve gırtlağına kadar pişmanlığa batan mahallemizin ex-polisi larry bulabilmiştir.

    bu ilişkiler ve karamsar gel-gitler yumağının ortasında gülümseten sahneler de yok değildi hani:

    - richard’ın burnunda g-string’le masturbasyon yaparken sarah'a yakalandığı sahne,

    - ronnie’nin havuzdan çıkarılmasını takiben, çocuk çombalağın patır patır havuza atlaması,

    - akşam yemeğinden sonra brad’in banyo aynası karşısında durumu kotardığını düşünerek sırıttığını sanarken birden dişlerini fırçalamaya başlaması,

    - maç sayısının ardından çığlık çığlığa sevinme sahnesi

    - ronnie ve arıza manitası’nın arabada geçirdiği romantik dakikalar vs…

    kafama oturmayan tek nokta ise kathy’nin iş yerindeki belgesel izleme sahnesi oldu. ekrandaki çocuğun, annesinin yastıkları ölen babasının kafa çukurunu aramak için parçaladığını düşünmesi biraz abuk olmuş ama kathy’nin hemen eşini ve oğlunu araması içine düşen kaybetme korkusuna iyi bağlanmıştı. bu sahneden biraz sonra gelen akşam yemeğinde ise içgüdülerinin yardımıyla duruma uyanması kesinlikle muhteşemdi…

    --- spoiler ---

    neyse artık burada keselim, harika bir filmdi diyerek gerisini filmi izleyeceklere bırakalım…
  • kacamayanlarin hikayesi…

    ---spoiler---

    kirdim diyorsun zincirlerini,
    evet kopek de ceker koparir zincirini,
    kacar o da , ama halkalari boynunda tasiyarak / a. persius

    ---spoiler---

    ilk bakista iki birbirine benzeyen aile ve is-ev hayatinin monotonlugunun dislileri arasinda sikismis bulunan mutsuz iki cift, bir yere tutunma/siginma ihtiyacindaki iki insanin eslerini aldatarak birbiri ile takilmasi ve bu iliskinin bitmesi var bu filmde…

    peki gercekten de oyle mi? ya da o derece yuzeysel mi?

    filmin son cumlesinde verilen mesajla baslayalim:

    “gecmis gecmistir; degistiremezsiniz. ama gelecegi degistirmek icin birseyler yapabilirsiniz; bir yerden baslamak lazim…”

    sarah birseyleri degistirmeye calismis hatta bu yonde todd’den daha cesaretli olabilen bir karakter olarak onumuze cikiyor. hayatindan, kocasindan ve banliyo hayatinin rutinlerinden kacmaya calisan feminist bir gecmise sahip bir kisilik…gerci mevcut olani degistirmek yerine kacmaya calismasi aslinda en temel hatasi olsa da pek cogumuzun kacmayi bile deneyecek cesaretinin olmadigini dusundugumuzde cesareti olan bir kadin…ama bir yere kadar: sonucta filmin sonunda todd onu birakir birakmaz koca evine donuyor. zincirini koparsa da boynundaki halkalari tasidigini anlayabiliyoruz.

    brad icin bir yargiya varmak zor. bir taraftan hayatindaki eksiklikleri yavas yavas gideriyor; futbol takiminin iyi bir parcasi oluyor, aldatmaya baslamasi ile kiymete biniyor ve karisi onu kaybetmemek icin caba sarf etmeye basliyor ve hayali olan kaykay gurubuna katilarak isteklerinin cogunu o an icin gerceklestirmis oluyor. sonucta sarah’ya olan ihtiyaci azaliyor ve kacmak yerine kalmaya karar veriyor. brad bir taraftan sarah kadar cesaretli davranamamis ve kisir dongunun icine geri donmus biri olarak degerlendirilebilecegi gibi hayatta birseylerin degisebilecegini gorup guven tazeliyerek kacmak yerine kalmaya karar vermis biri olarak da degerlendirilebilir. bu konuda kararsizim…

    filmde daha cesaretli olabilen, risk alabilen kisinin pedofil karakter ronnie oldugu dusunulebilir…ancak her ne kadar oldukca cesaretli gibi gozukse de onunki de bir kacis sonucta…olanla mucadele edip tedavi gormek, savasmak yerine yasamina en problemli yerinden hem de cocuk parkinda son vermeyi secmesi ancak anlik bir cesaret olarak degerlendirilebilir. butun intiharlar kumulatif caresizlikler sonucu gerceklesir ve anlik bir cesaret gerektirir ne de olsa…

    kimi az kimi daha fazla cesaretli olsa da uc karakterimiz de boyunlarindaki halkalara razi bir sekilde anlik kararlar ve tutkular etrafinda oynanan oyunlari ile kacmayi deniyorlar. ama olani degisterebilecek istege ve cesarete hicbir zaman sahip olamiyorlar, kacmaya calisirken aslinda kendilerinden kacamiyorlar. anlatici her ne kadar “gelecege degistirmek icin birseyler yapmak lazim.” mesajini verse de hikayedeki kisilerin hayatlarini degistirip degistiremedigine dair birsey ogrenemiyoruz. film umut veren sozlerle bitse de sonuc olarak kacamayanlarin hikayesini dramatik ve umut vermeyen bir final ile sonlandiriyor. bu yuzden ne umutlu ne umutsuz, icinizde ortada bir yerlerde cikiyorsunuz salondan…
  • amerikan "banliyö mutsuzlugunu" bana gore sirasiyla jackie earle haley, phyllis somerville, kate winslet ve noah emmerichin basarili oyunculuklarinin yanisira bu ve benzeri agir tempolu, karakter uzerine kurulu yapimlarda gormeye aliskin olmadigimiz farkli bir narrator teknigi kullanarak surukleyici sekilde anlatabilmis, 2007 ocak ayinda turkiye de vizyona giren kaliteli todd field filmidir.

    kuzey amerika ve biraz da avustralya disinda, ekonomik, sosyal ve politik anlamda kopuk ve endisesiz bir banliyö hayati tam anlamiyla varolmadigindan filmde ki karakterlerin kendilerini hapsettikleri cikmazlar ve mutsuzluklarin, ulkemiz insaninin anlayacagi duygulara birebir karsililigi yoktur, olmasida beklenemez. bizim puslu havanin icine gomdugumuz, dogusunda savas batisinda maas zorluklari arasina sikistirip dort duvar odalarda bakteri uretir gibi surekli mayaladigimiz dostoyevskilik buhranlarimiz yaninda onlarin sorunlarinin bencil, soguk ve hatta sig gelmesi dogaldir. elbette ki abercrombie brad ile 3 katli bahceli mustakil cillop evde yasayan sarah in yuzeyselliklerine bizim durdugumuz yerden empati gostermemiz zordur - ancak yine de butun bunlarin bu guzel yapimi es gecmek icin sebep olusturmasina, filmde bir eksiklik olarak gorulmesini de bir sinemasever olarak kabullenmem mumkun olamaz. bu da boyle biline.
  • amerikan banliyö hikayelerinden çok çok sıkıldım. gerek sinemada, gerek kitapta olsun. zaman zaman "elitist" olmakla suçlandım bu sıkılganlık yüzünden, ancak bu ve benzeri filmlerdeki karakterler bana hiçbir şey hissettirmiyor. (happiness'ı da bitirememiştim.) yönetmenlerde, hikayelerindeki karakterlere "insan" değil de "amerikalı" olarak yaklaşma eğilimi çok yorucu. ang lee'nin "the ice storm"undan beri "clint eastwood bakışı" yaptığım bir yaklaşım bu.

    banliyönun kafası karışmış, hayata karışamamış insanları anlatılıcaksa, bir rus romanı karakteriymişçesine ince ince işlenerek anlatılsın, hikayede örnekten, detaydan geçilemesin istiyorum. çünkü gerçek hayatta, insanların mutsuzluklarının kenar çizgileri, amerikan bağımsızlarındaki kadar belirgin değildir.

    hep suçlayacak birilerini bulan filmlerden de bıktım. karakterlerin bir şeye tepki olarak değil, insan oldukları için hata yapmalarını istiyorum. bütün hatalı karakterler frankenstein'ın canavarı gibi, sevilmedikleri, dinlenmedikleri, anlaşılmadıkları için değil, canları öyle istediği için, otokontrollerini kaybettikleri için, komplekslerinden, hırslarından, kendilerine yediremedikleri şeyler olduğu için hata yapsınlar.

    (bkz: little miss sunshine)
  • --- spoiler ---
    cinsellik, aldatma, sapkınlık, aile, tutuculuk, önyargılar... derken karakterlere deniz kabugu gibi kulağınızı dayadığınızda şunu duyacaksınız.
    bu film yalnız olma hakkında, yalnız olduğunu bilip birilerine tutunmak hakkında...
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    çocuğunu her ne olursa olsun* ,her ne yapmışsa yapsın seven,kollayan, değer veren, düşünen ve güzel bulan anne* izlenesi karakterdi kanımca.anladım ki annelik dünyanın her yerinde aynıymış ...
    --- spoiler ---
  • bir cafede oturmuş sevdiceğinizi beklediğinizi düşünün. geciken sevgili cafenin kalabalığına inat bitmek bilmeyen bir yalnızlıkla başbaşa bırakır ya sizi.. elinizi kolunuzu ne yana koyacağınızı, insanlardan gözlerinizi nasıl kaçıracağınızı, hangi dergiyi karıştıracağınızı, kazağınızın kim bilir neresinden sarkmış hangi ipliği nasıl amaçsızca çekiştireceğinizi bilemezsiniz hani.. herkes birbiriyle konuşup gülüşürken siz bunca gürültünün içinde yapayalnız kalmışsınızdır, göze batmamaya çalışırsınız. işte aynen böyle yalnızlığın ortasında mutsuzluğunu örtbas etmek için kendilerine tuhaf tuhaf meşgâleler yaratan, bir yandan büyümeye bir yandan da çocuk büyütmeye çalışan yetişkin çocukların filmi 'lost children'.

    öyküyü büyüklere masallar tadında, bir anlatıcı seslendirmiş; son derece ruhsuz, kahramanlarımızı hafife alan bir üslûp tutturmuş. hani "siz o yollardan giderken ben dönüyordum bre zevzekler" tonlamasıyla, bizim yetişkin sandıklarımızı yerin dibine sokmuş. anlatıcı amacına ulaşmış ama bu adama bu kadar söz hakkı tanıyan film, tam da bu nedenle ara ara biraz kan kaybına uğramış. bunun dışında ne öyküye, ne kurguya, ne oyunculuğa, hatta hatta her ne kadar kıskançlıktan çatlasam da -böyle güzellik mi olur yarabbi- ne de jennifer connelly'ye zerre lâfım olursa taş olurum.

    parlak, mutlu aile fotoğraflarına aldananlar.. kendilerinden, yalnızlıklarından, hayatlarından kaçmak için kendilerini ateşe atanlar.. kalabalığın içinde kendilerine şuncacık yer açmak için başkalarının hayatlarıyla oynayanlar.. hepsi var bu filmde. tıpkı sarah'nın* kızı lucy'nin* gözünü alan pervane gibi göz kamaştıran ışığa kanmışlar.

    "aşk için söylenen her söze kandım
    pervane misâli ateşe yandım"

    ha unutmadan, kate winslet artık bu sene almalı şu oscar'ı.. en azından ben altın küre'ye garanti gözüyle bakıyorum.
    bir de şu sapık ronnie* ara ara ilyas salman'a mı benzemiş ne..

    bunu alan bunları bayıla bayıla aldı (bkz: korkuyorum anne) (bkz: voksne mennesker)
hesabın var mı? giriş yap