• "tanrı ve devlet yenilmez bir ekiptir; baskı ve katliam konusunda emsalsiz bir üstünlüğe sahiptir." demiş bir keresinde. bu söz, genel olarak filmlerinin bir özetidir aslında.

    chaplin'in hollywood'daki evinde, soldan sağa ikinci sırada : görsel
    her zamanki gibi sinirli görünüyor. yıl: 1930.

    chaplin'e ve hollywood yıllarına dair anılarını son nefesim adlı otobiyografisinde anlatır.
  • jean claude carrier'in bir dvd ekstrasinda anlattigina gore don luis'in el angel exterminador'u mexico city'de cektigi gunlerden bir gun sete o aralar meksika'da dolanan marilyn monroe gelir. bunuel'in filminde yemek yedikleri evden bir turlu cikamayip, eve hapsolan, giderek kokusmaya ve acliktan olmeye kadar sapitan meksika burjuvazisi hicvedilmektedir. o gun de filmin final sahnelerinden biri cekilecektir ve don luis sahnede basrolu oynayacak gercek bir ayiya son direktiflerini vermektedir, kulagina fisildayarak. setten cit cikmamaktadir. don luis ve ayi yerlerini alirlar. motor. action. ayi gerektigi gibi esner ve coskuyla kukrer. tek cekimle sahne basariyla tamamlanir. ayinin ya da bunuel'in, belki her ikisinin yorumundan ayri ayri etkilenen marilyn monroe ustanin yanina yaklasir ve tebrik eder. daha once kimse beni boyle yonetmedi, diyerek de don luis'in kalbini avucuna alip cimdiklemeye baslar. bunuel aptal sarisindan biraz tedirgin, sorar. nasil buldunuz sahneyi signora, neler dusunuyorsunuz? abdal sarisin yanitlar, sevgili bunuel, sanirim hersey cok acik ve net. ayinin dogal tavirlari salondan cikamayan su zavallilarin halinin yaninda ne kadar gercek. bunuel o siralar artik bir sunger kadar sagir oldugu halde marilyn monroe'nun abdal sozlerini saskinlikla dinler ve kirik igilizcesiyle sorar, signorita, hayat hakkinda ne dusunuyorsunuz? sarisin panter isveli bir kahkaha atip, herkes konusuyor fakat hicbirseyin oldugu yok (everybody's talking but nothing happens) der. don luis, gulumser, aptal sarisin bunuel'in yanagina okkali bir opucuk atip seti cinlatir, aksam yemegini beraber yerler.
    don luis yillar sonra burjuvazinin gizemli cekiciligi filminin ilk sahnesine marilyn monroe'dan aldigi opucukle motor der. tek bir farkla. yeni filminde herkes yurumektedir ama hicbirsey olmamaktadir (everybody's walking but nothing happens). episodlarin arasina sikistirdigi sekanslarda asfaltin uzerinde amacsizca belirsize dogru yuruyen burjuva grubu fikri bunuel'in sagir sultan kulaklarina marilyn monroe'nun titrek dudaklarinin oynadigi bir oyundur, der jean claude van damme carriere bey.
    neyse, (bkz: bunuel martini)
  • son nefesim isimli otobiyografik kitabının 'sevdiklerim-sevmediklerim' bölümünden alıntıladığım bazı notlar:

    - kubrick'in paths of glory'sini, fellini'nin roma'sını, eisenstein'ın potemkin zırhlısı'nı, marco ferreri'nin la grande bouffe'unu çok severim. la grande bouffe, bence hedonizmin bir anıtı, tensel isteklerin büyük trajedisi, bir başyapıtıdır. jacques becker'in goupi-mains-rouge ve rené clément'in jeux interdits filmini de beğenirim. daha önce de söylediğim gibi fritz lang'ın bütün filmlerini severim. buster keaton'ı ve marx brothers'ı da çok severim. potocki'nin romanı ve has'ın filmi olan manuscrit trouvé à saragosse filmini üç kez görmüştüm, ki bu benim için olağandışı bir şeydir. bu filmi alatriste'nin meksika için simon del desierto filmi karşılığında satın almasını sağlamıştım.

    - vittorio de sica'nın sciuscia'sını, umberto d ve ladri di biciclette filmlerini çok beğenirim. bu filmde de sica, bir iş aletini filmin yıldızı yapma başarısını göstermişti. kendisini iyi tanırım ve çok yakınlık duyarım.

    - renoir'in savaş öncesi filmlerini, bergman'ın persona'sını da çok beğenirim. fellini'den de la strada'yı, le notti di cabiria'yı, la dolce vita'yı severim. i vitelloni'yi hiç görmedim ve buna hâlâ çok üzülürüm. buna karşılık casanova filmini seyrederken sonunu beklemeden çıkıp gitmiştim.

    - eric von stroheim'ın ve sternberg'in filmlerini de severim. underworld, bana o dönemde muhteşem gelmişti.

    - fred zinnemann'ın from here to eternity filminden nefret etmişimdir. milliyetçi ve askeri unsurlar içeren bir melodram; ama ne yazık ki büyük bir başarı kazandı.

    - vajda'ya ve filmlerine çok değer veririm. onunla hiç karşılaşmadım, ama uzun zaman önce cannes film festivali'nde, film yapma isteğinin benim ilk filmlerimle uyandığını açıklamıştı. bu da tıpkı benim fritz lang'ın ilk filmlerine duyduğum hayranlığı anımsatıyor. bu filmler yaşamımı çok etkilemişti. bir ülkeden diğerine, bir filmden bir başkasına durmaksızın gidip gelen bu gizemli akışta beni etkileyen bir şeyler vardı. vajda, bir de bana "çırağınız" diye esprili bir biçimde yazıp imzaladığı bir kart göndermişti. bu hareketi gördüğümde bende büyük bir hayranlık uyandıran filmlerinden çok daha fazla duygulandırmıştı beni.

    - white shadows of the south seas'i murnau'nun tabu'sundan çok daha üstün bulmuştum. fazla tanınmayan, ama şiirsel ve büyüleyici bir anlatımı olan ve jennifer jones'un oynadığı portrait of jenny'ye hayran kalmıştım.

    - rossellini'nin roma, città aperta filminden hiç hoşlanmadım. bitişik odada işkence gören direnişçi ile kucağında genç bir kadın, şampanya içen alman subayı arasındaki çelişkinin veriliş biçimi son derece ucuz gelmişti bana.

    - bilgiçlikten ve bilimsel jargondan tiksinirim. cahiers du cinéma'daki bazı yazıları okurken kahkahalarla güldüğüm çok olmuştur. bir gün fahri başkanı olduğum meksiko city'deki centro de capacitacion cinematografica adlı yüksek sinema okuluna davet edilmiştim. beni üç dört profesörle tanıştırdılar. aralarında kılık kıyafeti yerinde, efendi, mahcubiyetinden kızaran genç bir adam vardı. branşının ne olduğunu sordum. şöyle yanıtladı: "klonik görüntülerin göstergebilimi." onu oracıkta öldürebilirdim.. paris'e özgü tipik bir tavır olan bilimsel jargon, az gelişmiş ülkelerde üzücü boyutlara ulaşmaktadır. bu, kültürel sömürgeciliğin çok açık bir örneğidir.

    - hayvanların canlı canlı kesilmesinden müthiş tiksinirim.

    - kara yılanları, özellikle de sıçanları severim. tüm yaşamım boyunca, son yıllar hariç, sıçanlarla birlikte yaşamışımdır.

    - barlara, alkole ve tütüne bayılırım.

    - gizli geçitleri severim. sessizliğe açılan kitaplıkları, karanlıklara gömülü merdivenleri, gizli çekmeceleri..

    - sıcak ülkeleri hiç mi hiç sevmem. eğer meksika'da yaşıyorsam, bu bir rastlantıdır. çölü, kumu, arap, hint ve özellikle de japon uygarlığını sevmem. bu açıdan devrin adamı sayılmam. aslında yalnızca içinde yetiştiğim yunan-roma-hristiyan uygarlığını severim.

    - yalnızlığı severim. yeter ki, bir dostum gelip ara sıra bundan söz etsin.

    - kalabalıktan nefret ederim. altı kişiden fazla her topluluk benim için kalabalık sayılır. çok daha büyük insan topluluklarına gelince, weegee'nin bir pazar günü coney adasındaki plajı gösteren o ünlü fotoğrafını anımsıyorum. bu tür görüntüler beni tam anlamıyla dehşete düşürür.

    - işçileri severim ve onlara hayranlık duyarım. ve onların becerikliliğine imrenirim.

    - körleri pek sevmem, çoğu sağır gibi. bir gün meksika'da yan yana oturmuş iki kör adam görmüştüm. biri yanındakine masturbasyon yapıyordu. bu görüntüyü oldukça yadırgamıştım.

    - dünyanın tüm körleri arasında hiç sevmediğim biri varsa, o da jorge luis borges'tir. tabii ki iyi bir yazar, ama dünya iyi yazarlarla dolu. zaten iyi bir yazar diye de kimseye saygı gösteremem. başka nitelikler de gerekli. altmış yıl önce bir-iki kez karşılaştığım jorge luis borges, bana oldukça kasıntı ve kendini beğenmiş görünmüştü. her sözünden bilgiçlik akardı. ne bazı sözlerindeki gerici tavrını beğenmişimdir ne de ispanya’yı hor görüşünü. çoğu kör gibi onun da ağzı iyi laf yapardı. gazetecilerle konuşmalarında durup durup nobel ödülü'nden söz ederdi. ödülden başka bir şey düşünmediği bundan da belliydi. isveç akademisi, jean paul sartre'a nobel ödülü'nü verdiğinde onun parayı ve unvanı reddetmesiyle borges'in tutumunu hep karşılaştırmışımdır. sartre'ın bu hareketini gazetede okuyunca, hemen kendisine telgraf çekip kutladığımı bildirdim. çok duygulanmıştım.

    - ilahi komedi'yi yeniden okumayı denedim. bana şiirsel açıdan dünyanın en güçsüz kitabı gibi geldi, hatta incil'den bile daha az şiirsel. ya lusiades'e ne demeli ? ya jérusalem délivrée'ye ? kendi kendime şöyle diyordum: bütün bunlardan önce sade okutmalıydılar bana ! ne yararsız kitaplarmış hepsi de !

    - fabre'ın souvenirs entomologiques (böcekler üzerine anılar) kitabına hayranım. aşırı gözlemleme tutkusu ve canlı yaratıklara duyduğu o sınırsız sevgiden dolayı bu kitap bana eşsiz görünür. hatta incil’den de üstün.

    - psikolojiyi, çözümlemeyi ve ruh çözümünü sevmem. şu da var ki, freud'un kitapları ve bilinçaltının gün ışığına çıkarılması gençliğimde bana çok şey kazandırmıştır.

    - temel yedi günah içinde 'çekememezlik', gerçekten de nefret ettiklerimin başında gelir. diğerlerinin hiçbiri bir başkasını inciten bir günah değildir. kişiseldir daha çok. bazı öfke anlarının dışında tabii. ama çekememezlik, zaman zaman mutsuz olduğunu görüp de bundan mutluluk duyduğumuz bir insanın ölümünü istemeye kadar bizi götürebilecek tek günahtır.

    - politikayı sevmem. kırk yıl oluyor ki, politikanın her tür dalaveresinden sıyırdım kendimi. artık inanmıyorum buna. iki-üç yıl önceydi; madrid sokaklarında, solcu göstericilerin elinde taşıdıkları pankartta şu sloganı okuyunca irkilmiştim: "franco'ya karşı birlikte olduğumuzda güçlüydük."

    - gerçekleri saklayanları sevmem. kim olurlarsa olsunlar. bu, beni ürkütür ve çok canımı sıkar. bağnazlığa karşıyım, bağnaz bir şekilde !
  • oyuncularına aşağıdakine benzer komutlar verirmiş (örnekleri tamamen sallıyorum):

    - telefon çalınca kadehi sağ elinden sol eline geçir, ahizeyi sağ elinle kaldırıp "alo" de, içinden üçe kadar sayıp "iyiyim, sen nasılsın?" dedikten sonra kadehi yavaşça masaya bırak, telefonu kapatınca kadehi sağ elinde baş ve işaret parmağınla tutacak şekilde tekrar al (vb).

    catherine deneuve'ün dediğine göre buñuel, verdiği bu direktifler silsilesiyle oyuncuyu sürekli hesap yapar halde tutup anlamlı bakmasını, iyice düşünceli görünmesini sağlarmış. yoksa oyuncunun kadehi öyle mi yoksa böyle mi tutacağı umrunda bile değilmiş.

    bir de asla ve asla karakterin geçmişini düşünmezmiş. oyuncular çoğu zaman "bu kişinin hikayesi nedir, geçmişinde ne oldu, buraya nasıl geldi?" gibi sorular sorarmış. ne yapacaksın geçmişini, sen dediğim gibi oyna işte dermiş, bazen de sorduğu sorunun anlamsızlığını göstermek için karakterin geçmişiyle ilgili fazla detaylı hikayeler uydururmuş, mesela "sekiz erkek kardeşi vardı ama biri komünist diğerleri faşist, yalnız babaları travesti" tadında başlayan şeyler.
  • asmis ispanyol yonetmen.
    burjuvazi'nin gizli cekiciligi,tristana, viridiana, gunduz guzeli, arzunun su karanlik nesnesi gibi basyapitlara imza atmistir.
    catherine deneuve'u en iyi yoneten yonetmendir.
    filmini bi goren bi daha iflah olmaz.
  • düşüncelerime tercüman olmakta ısrarcı olan bir diğer yönetmen. bakalım ne demiş:

    "god and country are an unbeatable team; they break all records for oppression and bloodshed."

    büyük ihtimalle bunu ispanyolca söylemiştir tabi ya da olsa olsa fransızca. yani şöyle bişey;

    "tanrı ve vatan yenilmez bir takım. zulüm ve katliam adına bütün rekorları kırmışlardır."

    savaşlara, büyük çaptaki öldürme olaylarına bakarsanız zaten bütün o gereksiz olayların kökeninde ya biri vardır ya diğeri. din ve milliyetçilik gibi iki kavram yaratmasaydı insan kendi kendine, bugün büyük ihtimalle daha yaşanır bir dünya olurdu. en azından böyle gereksiz savaşlar, katliamlar olmazdı gibime geliyor. yoksa şüphen mi var?
  • "geçim zorluğu hiçbir zaman sanat orospuluğunu bağışlatamaz."
  • bir de üstadın şöyle bir hikayesi vardır:
    baba bir film çeker ve film oscar'a aday gösterilir. meksika'dadır ve gazetecilere röportaj vermektedir.
    gazeteciler sorarlar: "ne dersiniz, sizce filminiz oscar'ı alabilecek mi?"
    baba yanıtlar: "elbette! oscar'ı alabilmem için benden istedikleri 20000 doları ödedim bile!"
    gazeteciler yanıttaki muzipliği farketmez ve ertesi gün gazetelerde, babanın oscar'ı 20000 dolara satın aldığı haberi çıkar.
    film gerçekten de iki hafta sonra oscar alır! baba herkese şaka yaptığını tekrarlar durur da kimseyi inandıramaz...
  • tarkovksy çok sever bunuel'i. zaten tarkovsky'nin (bkz: tarkovsky) bunuel'in ve antonionni'nin (bkz: michalengelo antonionni) filmleri 'kurgu' dan değil resimlerden oluşur gibi 'görünür'. öyle değil tabi. aslında bu adamlar zihnin gerçekleri takip etme yöntemini yakalamaya çalışmışlardır.(bence tabi) çağrışım yoluyla seyirciyi sürükleme metodunu (bir çeşit uyur gezer gibi kesinlikle köpeğini sürükleyen bir adam gibi değil)
    eisenstein (bkz: eisenstein) usta geliştirmiştir bir bakıma.
  • catherıne deneuve: bunuel çok konuşmayı sevmezdi. bu onu bedenen yorardı. fakat aramızda sessiz bir uyum vardı. tristana’nın çekimi gündüz güzeli’ninkinden daha iyi geçmişti, çünkü onda daha tatlı bir yapımcı vardı, ama asıl sebep bunuel’in viridiana’dan beri ilk kez ispanya’da çekim yapıyor olmaktan ötürü duyduğu mutluluktu. bunuel hazcı biriydi. şahane bir espri anlayışı vardı. vurguladığı bir şey, “her şey bir yana, psikoloji istemem!” idi. bunu o söylediği için de içtenlikle benimsedim.

    jeanne moreau: onu ispanyol babam olarak kabul ettim ve ona da böyle hitap ettim. onunla tamamen box-office kaygıları yüzünden tanıştık: bir oda hizmetçisinin günlüğü için hangi aktristi seçeceğini bilememiş, yapımcılar da beni önermişti. st.tropez’deki bir dairede öğle yemeği için buluştuk ve birbirimizden o denli keyif aldık ki akşam yemeğini de beraber yedik. muhteşem bir insandı. tanıdıklarım içerisinde hiçbir sahneyi çöpe atmayan tek yönetmendi. filmi ezbere bilirdi. “kamera” ve “kes” dediğinde, ikisi arasında ne olmuşsa aynen korunacağını bilirdiniz. en çok hareketlerimin üzerinde dururdu. karakterim üzerine pek konuşmazdık. ama, hayatta da olduğu gibi, bazen başka bir şey hakkında konuşarak kendini daha iyi ifade eder, daha çok şey söylemiş olursun.

    franco nero: bunuel bana hep en iyisinin, seyirciye her şeyi göstermeden onun hayal gücünü tetiklemek olduğunu söylerdi. tristana’da catherine deneuve’ün çıplak olarak pencerede durup, meydandan onu biraz olsun görmeye çalışan oğlana baktığı bir sahne vardı. kamera onun yüzüne sabitleniyordu. seksiydi, ama hiç açık vermiyordu.
    bütün dehaların çocuk gibi olduğunu düşünürüm. italyan şair giovanni pascoli şöyle der: “her kişide bir çocuğun ruhu gizlidir – ruh onu terk ettiğinde o da yok olur.” bir sabah bunuel sete gelmiş, çantasını bulamamıştı. bütün ekip onu arıyor, bunuel de o bulunmadan çekimi başlatmıyordu. çocuk gibi “çantam! çantam!” diye feryat edip duruyordu. sonunda çanta bulundu, o da onu kaptığı gibi bir köşeye kaçıp siniverdi. takip ettim ve bir de baktım ki çantasından jambonlu bir sandviç çıkarmış onu yiyor. acıkmış yani. beni görünce yerinden sıçradı, “ne yapıyorsun?” dedi. “kimseye söyleme lütfen. acıktım... beni görürlerse kötü örnek olurum, herkes yemek ister çünkü. ama ben açım...” başka bir gün de –sağır olduğunu söylerdi ama kuşkuluyum- dilsiz bir adamı çevirip “sen dilsiz misin? ben de sağırım!” demiş, yarım saat boyunca buna gülüp durmuştu.

    bulle ogıer: oyuncular yönetmenin fikirlerini aktaran araçlardır – ondan ötürü de ben bütün rollerimi zor bulmuşumdur. zira yönetmene ihanet edemem. oysa burjuvazinin gizli çekiciliği’nde yapacağım çok bir iş yoktu. bunuel oyuncularını insan olarak sever, onlara iyi davranırdı; ama oyuncular olarak onlara karşı tamamen kayıtsızdı – kim neyi oynamış, ben kimmişim... onun için önemli olan filmin senaryoyu yansıtmasıydı, çünkü her zaman bir yazar olmayı istemişti. yazdığını birebir uygulamak zorundaydınız. ondan hiçbir şekilde ayrılamazdınız.

    mıchel pıccolı: psikolojik açıklamalar yapmayı veya şevkinizi tartışmayı hiç sevmezdi. çok kibar ve sevimli birisiydi; insanlara karşı çok duyarlıydı ve şahane bir espri anlayışı vardı. bir de müthiş bir gözlem gücü. bir hata veya nahoş bir espri yaptığınızda ya da birini incittiğinizde sizi derhal yargılardı. onun dışında çok şekerdi – tabii o muazzam otoritesine eşlik eden durgunluğuyla. oyuncularına karşı çok nazik davranır, incelikle tavsiyelerde bulunurdu ve onlar da onun haklı olduğunu bilirlerdi. işi hakkında hiçbir kararsızlığa kapılmadığını bilirlerdi, en küçük bir kuşkuya bile. gündüz güzeli’nin bir sahnesinde georges marchal yakın planda merdivenlerden aşağı inerken onun da mastürbasyon yaptığını düşünebilirdiniz. kolay değildi. bunuel ona “batan güneşi düşün,” demişti. muhteşem bir şeydi: başka hiçbir açıklama yapmazken –yalnız aşağı inmesini söylemişti- oyuncusuna onu bir güneş gibi hayal ettiğini de söylüyordu. hayata karşı haşindi ve çok zor hoşnut olurdu. doğuştan gerçek bir ispanyol burjuvasıydı ve çok disiplinliydi. bütçeyi aşmadan çalışmakta epey başarılıydı, çünkü gençliğinde, özellikle abd’deyken parasal güçlükler çekmişti. mütevazi bir yaşam sürerdi.
    müthiş eğlenirdik. çocuk gibi şakalaşır, habire aynı esprileri yapardı. çok gerekli bir durum olmadıkça asla mektup yazmazdı. her defasında “bütün kabalığımla,” diyerek imzalardı. ben kendi payıma onunla, onu yaratanın catherine deneuve’le ben olduğumuzu söyleyerek dalgamı geçerdim. biz gündüz güzeli’ni çekene dek yıllarca filmlerini entellektüeller hariç kimse görmemiştir,” derdim. bayağı neşelenir, onaylar, “haklısın, teşekkür ederim,” derdi. her zaman güler ve şakalaşırdık. kahkahası kederinden doğar ama hiç kesilmezdi.
    bir seferinde fransız televizyonu onunla ispanya’da bir söyleşi yapmak için iki kamyonuyla gelen bir ekip yollamıştı. onlara “bütün bunları buraya taşımak için yaptığınız masrafla ben bir film çekerdim,” demişti. söyleşiyi toledo’da yapmayı tercih edeceğini söylemişti. orayı özellikle mi sevdiğini sorduklarında “yok canım, tiksinirim oradan. sinek kaynar,” diye karşılık vermişti. ona sonra el’de sade’dan mı etkilendiğini sorduklarında, “hayır,” diye cevapladı. söyleşiyi yapan “filmde adam kadının vajinasını dikiyor,” diye ısrar etti. bunuel şöyle bir karşılık verdi: “karın seni aldatınca gider sarhoş olursun. bense onu sadece dikerim. bunda da sadistçe hiçbir yan yok.”
hesabın var mı? giriş yap