• mark twain 1878’de (yani tom sawyer’i yazmış ve 19. yüzyıl amerikan edebiyatına çoktan damga vurmuşken) ailesiyle birlikte bir avrupa seyahatine çıkmış. new york’tan bindikleri gemi hamburg limanı’na demirlediğinde twain’in almanya, isviçre ve kuzey italya’yı kapsayan avrupa turunun ilk aşaması başlamış. turun almanya ayağında hamburg, frankfurt, heidelberg ve schwarzwald (kara orman) hattında seyretmişler.

    avrupa’dan, özellikle almanya’dan çok etkilenen twain seyahat izlenimlerini a tramp abroad adlı kitapta aktarmış. bu kitabın almanca adı "bummel durch deutschland". eğlenceli ve muzip bir dille yazılan metin twain'in 19. yüzyıl almanyası’na, o dönemde kentlerin gündelik hayatına ve almanlara bakışını birebir yansıtıyor. nitekim kitabın anlatıcısının adı mark twain (çok basit bir edebiyat bilimi bilgisi: yazar ve anlatıcıyı birbirinden ayrı tutuyoruz), ancak metinde anlatıcıya eşlik eden gerçekte olduğu gibi ailesi değil, mr. harris adlı kurgu bir figür. kitapta doğa betimlemeleri, her yaştan ve toplumun her kesiminden insanla karşılaşmaların edebi şekilde aktarımı falan çok ilgi çekici. aynı zamanda politically correct olmayan, diplomatik olmaya uğraşmayan, taraflı bir dille yazılmış. biz de kısmen kurgu yazınsal bir metinden etnografik gözlem beklemiyoruz elbette.
    (yazarın ilk seyahat anlatısı ise 1869’da çıktığı avrupa ve yakın doğu gezisi üzerine yazdığı the innocents abroad, alm. "die arglosen im ausland". bu kitap türkçede türkiye seyahati adıyla yayımlanmış. yazar ortadoğu'ya giderken istanbul ve izmir'i de görmüş. kitapta bu iki şehir üzerine yazdıkları mevcut, dolayısıyla twain'in 19. yüzyıl osmanlı toplumu izlenimlerini de okuyabiliyoruz)

    bizim kitabın (bummel durch deutschland) ilk cümlesi (serbest çeviri):
    “günün birinde şu dünyanın avrupa’da yürüyerek seyahat edecek cesareti gösterebilen biriyle yıllardır karşılaşmadığı aklıma geldi. enine boyuna düşününce bu cesareti gösterebileceğime ikna oldum ve seyahate çıkmaya karar verdim. 1878 yılının mart ayı’ydı.”

    anlatıcı mark twain ile yol arkadaşı mr. harris hamburg limanı’na indiklerinde almanya’nın güneyine yürüyerek gitmekten vazgeçer, hızlı trenle frankfurt’a gelirler. tren yolculuğunun ilk durağı olan frankfurt’ta aslında gutenberg’in doğduğu evi görmek isteyen iki kafadar (not: johannes gutenberg’in doğum yeri frankfurt am main’e 15-20 dk. mesafedeki mainz), evin yeri belli olmadığı için çaresiz johann wolfgang von goethe’nin evini ziyaret eder (kitabın dili sahiden mizahi, muzip ve – nasıl diyelim – zıpır), bu evin özel mülk olarak kalmış olmasına, kamu malı olarak hizmet vermemesine içerlerler (wikipedia’ya bir baktım da 1863’te otto volger bu evi goethe ailesinden satın almış). ayrıca (bkz: frankfurt kitap fuarı/@metonymics)

    anlatıcı gezip gördüklerini adeta nüktedan bir turist rehberi edasıyla aktarmaya devam eder. frankfurt büyük karl’ın (bkz: carolus magnus/@metonymics) saksonlardan kaçtığı sırada gün doğarken nehir kıyısında sislerin arasından izlediği yerdir güya. frankların saksonlar karşısındaki galibiyeti frank’ların furt’una (furt: bir nehrin karşı kıyısına geçilebilecek noktası) bir şehir inşa edilmesiyle kutlanır. anlatıcı burada der ki, belki de büyük karl saksonlardan kaçmıyor, aksine onları kovalıyordu. ya da belki de saksonlar yenilmedi.

    gezginler frankfurt’tan heidelberg’e geçerler. kitapta anlatılan yerlerden heidelberg anlatıcının en çok etkilendiği yer olmalı. sahiden büyük bir sevgiyle söz ediyor heidelberg’den. özellikle o dönemin heidelberg üniversitesi öğrencilerini bir anlatışı var ki çok güldürdü beni. örneğin tanıştığı bir öğrenci sadece kendi istediği derslere giriyormuş. günün geri kalanını şehrin farklı köşelerinde bira içerek ya da köpeğini gezdirerek geçiriyor ve kendini her zaman iyi hissediyormuş.

    heidelberg ister istemez heidelbeere (yaban mersini) sözcüğünü çağrıştırıyor. twain’in heidelberg seyahatinden sonra yazdığı huckleberry finn’in de adını bu çağrışımdan aldığı tahmin ediliyor. yani almanya seyahati yazarın yazınsal uzamında büyük etkisi olan bir deneyim aslında.

    twain bir kitapçıda “rheinsagen von basel bis rotterdam” [basel’den rotterdam’a ren nehri söylenceleri] adlı bir kitaba rastlıyor. kitap çok ilgisini çekiyor ve bunun üzerine almanya seyahati bir parça değişerek nehirler üzerinde yapılan bir seyahate dönüşüyor. vapurlarla yapılan geziler baden-württemberg halkının yerel pratikleri, masalları, söylenceleriyle örülü çocuksu bir dünyada gezmeye benziyor bu noktadan itibaren. hatta anlatıcı diyor ki, “yazları almanya güzelliğin doruk noktasıdır [gipfel der schönheit], ama bu güzellik neckar nehri boyunca seyahat etmeden anlaşılmaz, hissedilmez, fark edilemez.” keza heidelberg’den heilbronn’a ve hirschhorn’a neckar üzerinden gidişini de çok acayip anlatıyor. dili artık esprili olmaktan ziyade acımasız: mesela “hirschhorn şaşı, bakımsız, saçlarını bile taramayan aptallarla bezeli bir mahalle” diyor. ya da baden-baden için “ruhsuz bir şehir, ama kaplıcaları iyi” diyor. yine ilginç bir izlenimi opera konusunda buluyoruz. mannheim’da seyrettiği operadan sonra operanın bir “katzenmusik”, bir “kedi müziği” olduğunu düşünüyor.

    almanya’daki son durak schwarzwald. alman algısında orman bizdeki gibi tehlikeli, tekinsiz ve bilinmez bir şey değildir (bu yüzden kırmızı başlıklı kızın büyükannesine yemek götürürken ormandan geçmesi kötü bir şey değildir masalda. türkçe çeviriyi okurken “ahaa, işte başına bir şey gelecek şimdi” diyoruz, oysa masalın aslında öyle bir anlam yok. aynı şekilde dark'ta çocukların habire ormana gitmesi de bela aramak değil #109534263). twain de schwarzwald’i gezerken bunu fark etmiş olmalı ki, “almanların orman tutkusu basit bir ağaç topluluğuyla açıklanamaz, orman büyük gizlerin, mitlerin ve masalların babasıdır” yazmış. zaten metnin bir bölümü sagalar ve masalların izinde geçtiği için bu gözlem benim dikkatimi çekti. demek ki bu arketipsel kavrayış 19. yüzyılda schwaben köylerinde gezerken anlaşılabilen bir şeymiş.
    anlatıcı schwarzwald’de ağaçların temiz ve mum gibi dümdüz olduğunu gözlemlemiş. koskoca ormanı tertemiz ve düzenli diye ifade etmiş ki bu bana kahkaha attırdı. aklında nasıl bir alman imgesi varsa alman gördüğü yere “düzen” sözcüğünü yapıştırmış gibi geldi. almanya’nın düzenini de pratik bir sebebe bağlamış. güya binlerce insan bu düzeni sağlamak ve sürdürmek için uğraştığı için işsiz kalmıyor, saçma sapan şeyler düşünmüyormuş.
    twain almanları kısmen eleştirel, bolca da önyargılarla dalga geçen bir üslûpla anlatıyor. mesela “almanlar inatçı, ağır kanlı falan değil, sevecen, duygulu insanlar, hatta bir şeyden çok etkilenirlerse ağlarlar, heyecanlarını da gösterirler, gülmekten gözlerinden yaş getirtecek kadar eğlendirebilirsiniz onları” diyor. ayrıca gördüğü her yerde; kentlerde, köylerde, dağ başlarında, trenlerde insanların temiz giyindiğini söylüyor. schwarzwald köylerinde gezerken alman bir çiftçinin toplum içindeki saygınlığının evinin önündeki gübre yığınlarının boyuyla doğru orantılı olduğunu gözlemlemiş. gübre yığılı depoların schwarzwald’in hazinesi olduğunu düşünmüş. schwarzwald günümüzde turistik bir rota. guguklu saati, gölleri, şelaleleriyle romantik bir destinasyon.

    bu kitabın bir özelliği daha var.
    twain’in almanya’da çok sevilen bir metni vardır: the awful german language (alm. "die schreckliche deutsche sprache"). işte bu metin elimizdeki kitabın bir bölümü. amerika’da alman kökenlilerle aynı yerlerde büyüyen twain çocukluğundan beri almancaya ilgi duymuş, öğrenmeye de çalışmış, ama o dönemde iyi bir öğretmene rastlayamadığı için amerika’dayken istediği kadar geliştirememiş almancasını. günün birinde twain’in almancayla ilgili yazdıklarını da yazarım buraya, çok eğlenceli bir metin. anlatıcı twain kitapta, the awful german language dışında kalan bölümlerde de almancaya yer yer değiniyor. mesela almancayı bu dili keşfeden çılgının kendisi kadar iyi anlayabildiğini, ama konuşurken tercümandan yardım aldığı söylüyor (zaten ilgili yazıda - the awful german language - yalnızca ölülerin almancayı öğrenecek kadar vakit bulabileceğini yazmış).

    velhasıl sevdim ben bu seyahat anlatısını. gülümseyerek okudum.
  • denizcilik terimi olarak tekne yüzdürülebilir su anlamında kullanılmasının yanı sıra nevada’daki barlarda iki içkilik kredi anlamına geliyormuş. yani üzerinizde nakit yok ve barmen sizi güvenilir olarak tanımışsa o zaman mark twain diyor ve iki içkilik size kredi açıyor.

    samuel clemens’in gençlik yıllarında buharlı gemilerde çalışmış olması sonrasında nevada’da yazmaya başlaması şüphesiz ki mark twain takma adı seçiminde rol oynamış. söyleyin ateyizler yoksa bu da mı tesadüf?
  • “bir telegrafı, buhar motorunu, fonografı, fotoğrafı veya bir telefonu ya da başka herhangi önemli bir şeyi ortaya çıkaran binlerce kişidir. ama genellikle son kişi tüm krediyi toplar ve biz de arkasındaki tüm bu insanları unuturuz. tek yaptığı şey son parçayı oraya koymaktır. ortaya çıkarılan tüm gelişmelerin %99’u esinlenmedir, alıntıdır diyebiliriz aslında. bunu göz önüne alarak aslında daha alçakgönüllü olmayı öğrenmemiz gerekiyor. ama olamıyoruz işte.”
  • "iyi kitaplar okumayan kimsenin okumuş olmasıyla, câhil kalması arasında hiçbir fark yoktur. "

    sözünün sahibi yazar.
  • "din, ilk dolandırıcının ilk ahmakla karşılaştığı gün icat edildi." demiş yüz küsür yıl önce. dindarlara da dinsizlere de pusula gibi söz.
  • “reminded me much of ındians. they sat in silence, and with tireless patience watched our every motion with that vile, uncomplaining impoliteness which is so truly ındian, and which makes a white man so nervous and uncomfortable and savage that he wants to exterminate the whole tribe.”

    türkler hakkındaki görüşleri bir yana şam'dan kudüs'e giderken, yöre halkı için "bakıp duruyorlar. rahatsız ve saldırgan bir hale bürünüp bütün aşireti yoketmek istiyorsun" demiş.

    çeviri bundan daha hıyar ve ırkçı bir anlayışta ama o kadarına bile değmeyecek bir gerzeklikle kustuğu lafları yazmaya uğraşmadım.

    kızılderilileri nasıl yokettik, sırada ortadoğu var kafası işte.

    tanım: oryantalist ırkçı yorumları olan yazar.
  • keep away from people who try to belittle your ambitions. small people always do that, but the really great make you feel that you, too, can become great. #marktwain
  • hadleyburg'u yozlaştıran adam

    mark twain, halkı eğlendirmek için yazan yazar rolünün bilincinde olmakla kalmayıp bununla gurur duyuyordu. 1889'da andrew lang'a yazdığı bir mektupta şöyle diyor:

    “ben hiçbir durumda hiçbir zaman aydın sınıfların beğenisini geliştirmeye çalışmadım. bunu yapacak donanımım yoktu: ne doğal yeteneğim vardı bunu yapmak için, ne hazırlığım. bu anlamda tutkularım hiç olmadı; her zaman daha yağlı bir av hayvanının peşinden koştum: halk. seyrek olarak halkı eğitmek gibi bir amaç gütmüşümdür, ama onu eğlendirmek için elimden geleni yaptım. eğlendirmek, o kadar: bu, en büyük ve hiç değişmeyen tutkumu gerçekleştirmeye yeter de artar.”

    yazarın toplumsal etik konusundaki tutumunu göstermesi açısından, mark twain'in bu sözlerinin hiç olmazsa içten ve doğrulanabilir olmak gibi bir artısı var, tutkulu öğreticilik iddiaları son yüzyılda itibar kazanıp bu itibarı yitirmiş olan ötekilerden çok daha fazla. twain, gerçekten de halk adamıydı ve kitlesine konuşmak için bir basamak yüksekten aşağı eğilme fikri ona bütünüyle yabancıdır. ve bugün twain'e "halk yazarı" ya da kabilenin hikâyecisi -dev ölçekte çoğalttığı kabile: gençliğinin amerika taşrası- sıfatı yakıştırılırken; yalnızca eğlendirme değil, amerika birleşik devletleri'nin mitoloji ve masal düzeninin yapım malzemesi "stok"unu, ulusun kendi imgesini oluşturmak için gereksinme duyduğu bir anlatı araçları bütününü bir araya getirmiş olma özelliği atfediliyor ona.

    estetik yöne gelince, açıkça dile getirdiği beğenisizliğini yadsımak daha zor görünüyor; nitekim mark twain'i amerikan edebiyatının ünlüleri arasında hak ettiği yere yükselten eleştirmenler de, yazarın doğal ve biraz insicamsız yeteneğinde, bir tek, biçime yönelik bir ilginin eksik olduğunu kabul ediyorlar. gene de, twain'in asıl başarısı, bir üslup denemesidir, üstelik tarihsel önemi olan bir deneme: amerikan konuşma dilinin huck finn'in* yüksek perdeden tiz sesiyle edebiyata girişi. bilinçsiz bir fetih, rastlantı sonucu varılmış bir keşif midir bu? twain'in bütün yapıtı, birbirine denk ürünlerden oluşmasa ve düzensiz bir yapı sergilese de, bunun tam tersini gösterir. keza, sözel ve kavramsal mizahın biçimlerinin -espriden absürde- şiirsel işleyişin temel mekanizmaları olarak inceleme konusu olduğu günümüzde açıkça görülebileceği gibi, mizahçı mark twain dilsel ve retorik araçların yorulmak bilmez sınayıcısı ve çekip çeviricisi olarak karşımıza çıkar. henüz talihli takma adını seçmediği ve lowa’nın küçük bir gazetesinde yazı yazdığı yirmi yaşında ilk başarısı, gülünç bir kişinin mektuplarının baştan sona yazım ve dilbilgisi hatalarıyla dolu diliydi.

    tam da gazetelere aralıksız yazı yazmak zorunda olduğu için, mark twain herhangi bir konudan mizahi sonuçlar elde etmesini sağlayacak yeni biçimsel buluşların peşindedir her zaman; sonuç şudur: bugün "zıplayan kurbağa"* öyküsüne gülmüyorsak, öyküyü fransızca bir çevirisinden ingilizceye yeniden çevirdiğinde gene bizi eğlendirir.

    entelektüel bir gereksinmeden ötürü değil, hiç de rafine olmayan bir okur kitlesini eğlendirme uğraşından ötürü yazı hokkabazı olan mark twain (unutmayalım ki, yazılarına koşut olarak, dinleyicilerin doğrudan tepkileri üzerinden buluşlarının etkisini ölçmeye hazır, yoğun bir konferansçı ve gezgin halk konuşmacısı etkinliğini yürütür), sonuçta edebiyat üzerinden edebiyat yapan avangard yazarın usullerinden pek de farklı olmayan usulleri izler: eline yazılı herhangi bir metni koymanız yeter, ortaya bir öykü çıkıncaya kadar o metinle oynamaya başlar. ama bu, edebiyatla hiç ilgisi olmayan bir metin olmalıdır: general sherman'a* gönderilmiş konserve et iaşesi hakkında bakanlığa bir rapor, bir nevada senatörünün seçmenlerine yanıt olarak yazdığı mektuplar, tennessee gazetelerindeki yerel polemikler, bir tarım gazetesindeki haberler, yıldırımlardan uzak durmak için almanca bir kılavuz kitap, hatta gelir vergisi beyannamesi.

    bütün bunların temelinde, twain'in şiirsel olana karşı düz yazıya özgü olanı tercihi yatar; bu ilkeye bağlı kalarak, amerikan gündelik yaşamına özgü katı maddiliğe ses ve biçim veren -özellikle, ırmak sagasının başyapıtları huckleberry finn ile life on the mississippi'de (mississippi'de hayat)- ilk kişi olmayı başarır; öte yandan, öykülerinin çoğunda, bu gündelik yoğunluğu çizgisel bir soyutluğa, mekanik bir oyuna, geometrik bir şemaya dönüştürme eğilimi gösterir. (otuz-kırk yıl sonra, mim oyuncusunun sessiz diline çevrilmiş olarak buster keaton'ın gag'lerinde yeniden göreceğimiz bir üsluplaştırma [stilizasyon].)

    konusu para olan öyküler, bu ikili eğilimi çok iyi sergiler: bir yandan, ekonomik düş gücü dışında düş gücü olmayan, doların işleyen tek "kurtarıcı güç" olduğu bir dünyanın sergilenmesi; öte yandan, paranın soyut bir şey, yalnızca kâğıt üzerinde var olan bir hesap imi, kendi başına ele geçmez bir değerin ölçüsü, herhangi bir duyulur [duyumsal] gerçekliğe gönderme yapmayan dilsel bir kalıp olduğunun gözler önüne serilmesi. the man that corrupted hadleyburg'de (1899; hadleyburg'u yozlaştıran adam), altın para dolu bir çuval serabı, taşranın ağırbaşlı bir kasabasındaki ahlaki çöküntü sürecini başlatır; the $30,000 bequest’te (1904; otuz bin dolarlık miras), hayali bir miras hayal aleminde harcanır; the £ 1,000,000 banknote’da (1893; bir milyon poundluk banknot), çok yüksek değerdeki bir banknot, yatırıma dönüştürülmesi, hatta bozulması gerekmeksizin zenginliği çeker. 19. yüzyıl anlatısında, paranın önemli bir yeri olmuştu: honore de balzac'ta tarihin itici gücü, charles dickens'ta duyguların mihenktaşı olan para, mark twain'de bir aynalar oyunudur, boşluk girdabıdır.

    bu daha ünlü öyküsünün kahramanı, "honest, narrow, self- righteous, and stingy" ("namuslu, sınırlı, ikiyüzlü ve eli sıkı") hadleyburg kasabasıdır. bütün bir nüfus, kasabanın en saygın on dokuz kişisiyle, bu on dokuz kişi de mr. edward richards ve eşiyle -içsel başkalaşımlarını, daha doğrusu kendilerini kendilerine açmalarına tanık olduğumuz evli çift- temsil edilir. nüfusun kalanı korodur, sözcüğün gerçek anlamıyla koro, çünkü eylemin gerçekleşmesine küçük kıtalar söyleyerek eşlik ederler; bir de korobaşı ya da toplum vicdanının sesi vardır, adı verilmeksizin "the saddler" ("eyerci") diye anılır. (arada bir, masum bir yumurcak boy gösterir: avare jack halliday. yerel renge kıyıdan yegane göz kırpma, mississippi sagasının anlık bir anımsanmasıdır bu.)

    durumlar da, öykü mekanizmasının işleyişini sağlayacak sınırlılıkta tutulur: hadleyburg'e gökten bir armağan -kırk bin dolar değerinde yüz altmış libre altın- düşer; kimse altını kimin bağışladığını ve alıcısının kim olduğunu bilmez. ama aslında -bunu öykünün en başında öğreniriz- bir bağış değildir bu: kurallara katı bağlılığın birer numunesi olan kasabalıların gerçekte ikiyüzlü ve işe yaramaz kimseler olduklarını açığa vurma amacını güden bir intikam, bir alaydır. alayın araçları, bir çuval, hemen açılması gereken bir zarfın içindeki bir mektup, ayrıca posta yoluyla gönderilmiş içeriği aynı on dokuz mektup, bir de çeşitli ek notlar ve başka pusulalardır (mektup metinleri, mark twain'in olay örgülerinde her zaman önemli bir rol oynar). bütün bunlar, gizemli bir cümle, gerçek bir büyülü söz çevresinde döner: bilenin olacak altın çuvalı.

    sözde bağışlayıcı, ama aslında cezalandırıcı, kim olduğu bilinmeyen bir kişidir; kasabanın ona yönelik toplu bir hakaretinin -ne olduğu söylenmez- intikamını almak ister: belirsizliği, doğaüstü bir hale gibi kuşatır onu, görünmezliği ve her şeyi biliyor olması, bir tür ilaha dönüştürür; kimse onu anımsamaz, ama o herkesi tanır ve herkesin tepkilerini öngörür.

    belirsizliğiyle (ve görünmezliğiyle, çünkü ölmüştür) mitsel bir nitelik kazanan bir başka kişi barclay goodson olup öteki herkesten farklı bir hadleyburg'ludur: kamunun düşüncesine meydan okuyabilen tek kişidir, kumarın yıktığı bir yabancıya yirmi dolar bağışlamak gibi sıra dışı bir jesti yapabilen tek kişidir. onun hakkında bize başka hiçbir şey söylenmez; bütün şehre öfkeyle karşı oluşunun nedeni gölgede bırakılır. gizemli bir bağışlayıcı ile ölmüş bir alıcının arasına kasaba girer: on dokuz önde gelen kişisinin, yoldan çıkarılamazlığın simgeleri'nin şahsında. bu kişilerden her biri, nefret edilen goodson'ın değilse de, en azından goodson'ın varis gösterdiği kişinin ta kendisi olduğunu öne sürer ve neredeyse buna inanır.

    hadleyburg'un yoldan çıkması budur: sahipsiz bir çuval altına sahip olma hırsı, kolayca her tür vicdani kaygıya üstün gelir ve hızla yalana, hileye götürür. günahın varlığının nathaniel hawthorne ve herman melville'de ne kadar gizemli, tanımlanamaz, belirsiz olduğu düşünülürse, mark twain'deki günah püriten ahlakın basitleştirilmiş ve ilksel bir biçimi gibi görünür gözümüze: daha az radikal olmayan, ama diş fırçalama gibi açık ve rasyonel bir sağlık kuralı haline gelmiş bir düşüş ve tanrısal lütfa mazhar olma öğretisiyle.

    twain'inde üstü kapalı geçtiği noktalar vardır: hadleyburg'un toz kondurulamazlığı üzerinde bir gölgenin ağırlığı varlığını duyuruyorsa, rahip burgess'in işlediği bir suçun gölgesidir bu, ama ondan yalnızca en belirsiz sözlerle söz edilir: "the thing" ("şey"). aslında, burgess bu suçu işlememiştir ve bunu bilen tek kişi -ama söylemekten kaçınmıştır- richards'tır; acaba o mu işlemiştir suçu? (bu da gölgede kalır.) şu var ki, hawthorne yüzünde siyah bir örtüyle dolaşan rahibin ne suç işlediğini söylemediği zaman, sessizliği bütün öykü üzerinde ağırlığını duyurur; söylemeyen mark twain olduğunda, bu, sözünü etmediği şeyin öykünün amacı açısından ilginç olmayan bir ayrıntı olduğunun göstergesidir yalnızca.

    mark twain'in yaşam öyküsünü yazan yazarlardan bazıları, onun, yazılarını ahlaki açıdan gözden geçirme hakkı olan karısı olivia'nın katı, yasaklayıcı sansürüne tabi olduğunu söylüyorlar. (kimi zaman twain yazısının ilk biçimini ağzı bozuk ifadeler ya da küfürlerle donatırmış, karısının katı ilkeleri yönelecekleri kolay bir hedef bulup metnin özüne dokunmasınlar diye.) ama şundan emin olabiliriz: karısının sansüründen daha katı, masumluk izlenimi verecek kadar üstü örtülü bir otosansür söz konusuydu.

    hadleyburg kasabasının önde gelenleri için, keza foster çifti için (otuz bin dolarlık miras'ta) günahın ayartısı, sermaye ve kâr payı hesabı gibi soyut bir biçime bürünür; ama bir noktayı açıklığa kavuşturalım: suç böyledir, çünkü var olmayan paralar söz konusudur. üç ya da altı sıfırlı rakamların bankada bir karşılığı olduğunda, para erdemin kanıtı ve ödülüdür: bir milyon poundluk banknot'taki henry adams (ne rastlantı: adı, amerikan zihniyetini eleştiren ilk kişinin adıyla aynıdır), harcanamaz olsa da, gerçek bir banknotun koruması altında bir california maden ocağının satışı üzerinden para kazanmaya giriştiğinde, hiçbir suç kuşkusuyla karşı karşıya kalmaz. adams, bir masal kahramanı gibi ya da demokratik amerika'nın mark twain'in altın çağındaki gibi hâlâ zenginliğin masumluğuna olan inancını sergilediği 1930'lu yılların filmlerindeki kahramanlardan biri gibi masumluğunu korur. ancak maden ocaklarının -gerçek olanlarının ve psikolojik olanlarının- derinlerine bir göz attığımızda, gerçek suçların farklı olduğu kuşkusu belirecektir.

    kaynak: klasikleri niçin okumalı?/italo calvino
  • göya demiş ki bu muhterem "insan gece yastığa kafasını koyduğunda rahat edeceği kararları verir."

    "ı had been not thinking about her; there was nothing to suggest her to me, nothing to bring her to my mind; in fact, to me she had long ago ceased to exist, and had disappeared from my consciousness. but ı knew her instantly; and ı saw her so clearly that ı was able to not some of the particulars of her dress, and did not them, and they remained in my mind. ı was impatient for her to come. ın the midst of the hand-shakings ı snatched glimpses of her and noted her progress with the slowmoving file across the end of the room; then ı saw her start up the side, and this gave me a full frontwiev of her face. ı saw her last when she was within twenty five feet of me. for an hour ı kept thinking she must still be in the rom somewhere and would come at last, but ı was disappointed."

    two stories by mark twain'den.
  • amerikalı mizahçı yazar
hesabın var mı? giriş yap