• (bkz: oh be)
  • martin scorsese'nin yaşayan en büyük yönetmen, yaşayan efsane gibi sıfatlarla anılmasından dolayı, akademidekilerin rahatsız olduğunu, bu nedenle şimdiye kadar oscar ödülünü almakta geciktiğini söylemişti bi eleştirmen. akademidekilerin ne kadar kıskanç olduğunu ya da bunun doğru olup olmadığını bilemeyiz ama kesin olan birşey var ki martin scorsese'nin oskar heykelciğini almakta geç kaldığı. *
  • yemin ediyorum bana oscar verseler bu kadar sevinmem. cunku bu adam oscari degil bir kere, defalarca hak ettigi halde alamadi. ben olsam akademiye yas odunla dalardim yillar evvel. halbuki martin oldukca efendi davrandi yillarca, "cocuk cocugumun rizkiyla oynuyorsunuz, serefsizler!" bile demedi, sonunda hak ettigini de aldi.

    sabrin sonu selametmis, degil mi mart!
  • yıllardır hakettiğini geç de olsa sonunda alan süper yönetmen. saygıyla eğiliyoruz önünde. yılan hikayesinin de sonu varmış demek ki. ama evet düşlerimizde hayallerimizde martin amcanın oscar'ı aldığının açıklanmasının ardından ''alın o oscar'ı bi yerinize sokun'' replikleri dalgalanırken hayal kırıklığına uğrattı bizi, ama yine de bu sevinmedik anlamına gelmiyor doğrusu.

    herneyse, şaşkın bakışlar altında çok sevdiğimiz martin scorsese artık oscar'lı bir yönetmen. iyi de bundan sonra ne değişecek merak konusu.
  • hiçbirşey değişmedi oscar aldı diye. sadece milyonlarca insanın kalbindeki ukte dağılıverdi. gece boyunca bir çok insanın da tekrarladığı gibi scorsese yönetmenden öte bir okul, hem çalışma arkadaşları hem sinema öğrencileri hem de tüm izleyicileri için.
  • filmleri alakasız olsa da, new yorker'lığı, kısa boyu, hızlı konuşması ve kendine güvensiz telaşlı halleri ile woody allen'a benzetiğim yönetmen.
  • oscar'ini almaya giderken, francis ford coppolla'ya sarilmak icin ellerini yana actiginda, her halinden "nihayet be kardesim" der gibi gozuken insan..
  • bu sene hem ilk oscarını alarak, hem de sinema dergisi tarafından yapılan oylamada yaşayan en büyük yönetmen seçilerek -gerçi bu ikincisinden pek haberdar olduğunu zannetmiyorum- çifte taltif yaşamış mübarek direktör şahsiyet.

    asıl adı martin marcantonio luciano scorsese olan usta yönetmen 1942 -paul mccartney, peter greenaway, stephen hawking gibi isimlerle yaşıt oluyor- new york doğumludur. woody allen'ın gayrımeşru abisi olmasının yanısıra -son hallerine bakıp çarpıcı benzerliği görebilirsiniz-, 1959da başladığı sinema kariyerinde bu güne dek 20 tane uzun metraj filmin neredeyse her biriyle sinema tarihinde saygın bir yer edinmiş, coppola-spielberg-lucas üçlüsünden oscar almak gibi çoşukluklara zemin hazırlamıştır -ayrıca ilginç olan scorsese'nin oscar alması değil, çoğu kişinin bir ölçüt olarak kabul etmediği, fight club gibi bi filmin sadece en iyi ses efekti dalında adaylık alabildiği oscar ödülünü bu denli canı gönülden istemesi, beklemesidir-

    lafı fazla uzatmadan filmlerine geçecek olursak, kabaca dört başlık altında inceleyebiliyoruz scorsese yapıtlarını -ha dileyen 26 başlık altında inceler, isteyen gider edson arantes do nascimento pele başlığı altında inceler, onlara da saygı duyuyoruz-

    1 - klasik öykü yapısında, kallavi filmler: bunlar scorsese'nin anaakım sinemayı da çatır çutur icra edebildiğinin kanıtını oluşturan eserlerdir içlerinde sadece ticari mecburiyetle çekileni de *, seyirciden olumsuz tepki göreni de* mevcuttur lakin genel olarak 'boşuna usta olunmuyor' dedirten, set tasarımı, görselliği, kurgusu* ve hele ki oyuncluluğuyla dört dörtlük filmlerdir.

    ör: alice doesn't live here anymore, the color of money, the king of comedy

    2 - üzerinde durulası başyapıtlar: yönetmeni bugünkü şöhretini getiren, scorsese'nin scorsese olmasında en büyük payın sahibi olan filmlerdir. ilk izleyişte sadece bir kaç sahnesiyle etkileseler de bir kaç kez izleyip analiz edildiğinde dumurlardan dumurlara, gidip bi yüz yıkamalardan iki tokat yiyip kendine gelmelere sürükleyen yapıtlara dönüşürler.

    ör: raging bull, taxi driver

    3- değişik filmler: "aa bu scorsesenin miydi ya" dedirten, yönetmenin farklı türleri başarıyla ele alabildiğini ispatlayarak inceden kubrickleştiği renkli filmlerdir, aslında new york new york'dan kundun'a, after hours'dan the age of innocence'a pek çok scorsese filminde böyle bi "bunu da mı yaptın, vay gebeş" dedirten özellik vardır, yönetmenin şöhretine şöhret katmış, beni de "ulan iki saattir yalakalık mı yapıyorum, noluyoruz" şeklinde düşüncelere itmiştir.

    ör: yukarıda verildi.

    4- hobaa: bu türdeki filmler ise, daha izlerken dahi bir başyapıtla karşı karşıya olduğunuzu hissettiren, eşi dostu arayıp "müthiş bir film izliyorum, aman tanrım" dedikten sonra kapattıran, temposuyla, içinde yer alan 92 tane şarkısıyla, 5000 satır diyalogun yer aldığı senaryosuyla olayı bitirmiş, sinemanın çıkabildiği en üst noktalardan birini temsil eden filmlerdir. bugüne kadar üç tane çekilebildiğini düşünüyorum: goodfellas, casino, the departed

    filmografisine gayet sığ bir şekilde, ufak bir bakış atacak olursak:

    1. who's that knocking at my door: tanıdık isim olarak harvey keitel'in yer aldığı, siyah beyaz ilk filminde bir ilişki üzerine yoğunlaşıyor. filmografisini başyapıtla açtığı söylenemez ama ilerisi için ışık veren bir film olduğu söylenegelir.

    2. boxcar bertha: ismini ilk duyduğumda boksör bir kadının hiklayesini anlatıyor sansam da, aslen scorsese'nin ilk suç filmi olan boxcar bertha, david carradine'ı de içeren kadrosu ve görselliğiyle eleştirmenlerden tabldot almıştır.

    3. mean streets: her ne kadar bu filmin goodfellas'ı, casino'yu öncelediği söylense de, onlar kadar beğendiğim bir film değildir mean streets. ancak suç dünyasındaki önemsiz karakterlerin hayatına böylesi bakış atmasıyla çok sevdiğimiz ilk dönem tarantino filmlerini öncelemiş olabilir, mühimdir neticede.

    4. alice doesn't live here anymore: izlemek için başına oturduğumda beni bir azap beklediğini düşünüyordum ama gördüğüm neredeyse bir başyapıttı. bu 'en feminist' scorsese filminde ellen burstyn'ün her zamanki gibi alabildiğine döktürdüğünü de sizlere söyleyebilirim.

    5. taxi driver: sinema tarihinin en önemli filmlerinden olarak adledilmesine rağmen pek çok kişinin 'hacu bu ne ya, bi zikim anlamadım' tepkisine mazhar olan bir filmdir. şahsen ne zaman dünyada yaşananlara katlanamayacak hale gelirsem duvardaki afişine gidiyor gözüm.

    6. new york, new york: liza minelli ile robert de niro'nun boyuna konuştuğu film. söylenene göre ikili neredeyse film boyunca doğaçlamışlar. açıkçası çok memnun kaldığımı söylersem sizi yemiş olurum.

    7. raging bull: tüm zamanların en büyük oyunculuk gösterilerinden birinin aynı zamanda en büyük yönetmenlik gösterilerden birine dönüştüğünü ring ipinden ağır ağır kanın damladığı sahnede idrak etmemek mümkün değil. robert de niro'nun rolü uğruna 30 kilo*aldığı bu filmde john turturro da figüran olarak gözüküyormuş*. ayrıca bu filmin son sahnesinin insanı 12 dakika boyunca paralize etme özelliği vardır.

    8. the king of comedy: de niro-scorsese ikilisinin komedi alanında da döktürdüğünü gözler önüne seren ve sonundaki cümlesiyle hobarey çektiren nefis bir film. jerry lewis film boyunca pek bir komikliği gösterilmeyen emektar komedyen rolünde, de niroyla kapışmamayı tercih etmiş olabilir.

    9. after hours: sinema öğrencisi bir gencin bitirme tezi olarak yazdığı senaryoyu scorsese beğeniyor ve ortaya bu film çıkıyor. hoş bir bahtsız bedevi öyküsü olarak da adlandırılabilir. yine en çarpıcı sahnesini sona saklayan hin scorsese filmlerinden.

    10. the color of money: genç bir tom cruise ve the hustler'dan sonra yaşlanmış bir paul newman dışında pek akılda kalıcı öğeye sahip olmayan bir film olduğu iddia edilebilir, ancak sonlara doğru forest whitaker'ın da içinde olduğu bir sahne vardır ki, bu film çekilme sebebini iki dakika içinde anlarsınız.

    11. the last temptation of christ: willem defoe'nin isa rolünde oynadığı, scorsesenin o güne kadarki yapıtlarından epey uzak, görkemli bir film. scorsese bu filmi çekmeyi o kadar istemiş ki, yapımcılara 'eğer bana bu film için bütçe verirseniz size tamamen ticari bir film çekerim' demiş. ki o çektiği ticari filmi de iki aşağıda göreceğiz.

    12. goodfellas: yüzyılın sinema olayı. bir şey sizi hem yoruyor hem de keyiften dört köşe yapıyorsa.. bilemiyorum tabi freudasormak lazım buraları. neticede 'böylesi kırk yılda bir gelir' dedirtenlerden. delinin biri çıkıp "tüm filmler yakılıyor, kurtar birini" derse elimin gideceği ilk filmlerden.

    13. cape fear: scorsese'nin para için çektiği bir film. zaten bir yeniden çevrimdir kendisi. ha her yanı dövmeli psikopat bir robert de niro'yu, ya da daha önemlisi en güzel hallerinden biriyle juliette lewis'i izlemek, filme tvde rastlayınca zaplamamak için makul nedenler gibi gözükebilir. ayrıca kötü bir film de değildir yani.

    14. the age of innocence: scorsese'nin 'du bakalım bu nası bi şeymiş' diyerekten çektiği kostümlü bir dönem filmi`:ki tinto brass'ın çok özenip kostümsüz bir dönem filmi çektiği söylenir`. yine de sevilen bir film olduğu söylenegelir, izlemedim lakin.

    15. casino: goodfellas'ın asabi kardeşi. joe pesci'nin harikalar yarattığı destan türüne en çok yaklaşan sinema eserlerinden. temposu da franck ribery'yi sahada izliyormuş hissi verir. sonlara doğru bi sahnede aniden başka bi ülkeye geçiliyor ve havuz başında bir katliam sahnesi gösteriliyordu ki "abi yeter napıyonuz" diye yüksek sesle söylendiğimi hatırlarım.

    16. kundun: 2 saattir konuşuyorz bi kere epik film çekmedik diye düşünen yönetmenimiz, dalai lama'nın çocukluğuna ve gençliğine yönelen bu ruhani film seyirciye pek yaranmasa da scorsese'nin dolmuş uktesi omuş olması muhtemel. filmin senaryosunu da e.t. nin senaristinin yazdığını not düşelim.

    17. bringing out the dead: kurtaramadığı insanların hayaletleriyle boğuşan gözleri çökmüş bir ambulans şöförü... ilk bakışta çok cazip bir senaryo olarak gözükse de çoğu kişiye yaranamayan bir film oldu bu. nic. cage in ekürisi rolünde her zamanki gibi çoşkun bir performans sergileyen john goodman'a rağmen, bana bile yaranamamıştı mesela.

    18. gangs of new york: açılışındaki savaş sahnesi, daniel day lewis ve final sahnesi. bu uzun filmden şu anda aklıma kalanlar sadece bunlar. yine de hakkında kötü tanımlaması yapamayacağım bir eser gangs of new york. hele ki parmak ısırtan o final sahnesi varken.

    19. the aviator: yönetmenin oscar almak için çektiği söylenen, yüksek bütçeli howard hughes biyografisi. afişindeki ıkınan leonardo di caprio yüzünün çoğu sinemasever için heyecan verici bir kare olduğunu söylemek güç. bu film, di caprioyla scorsesenin ortaklığa başlayacağını göstermesi açısından da kayda değerdir.

    20. the departed: sinemada izleyebildiğim ilk ve şimdilik tek scorsese filmi. goodfellas ve casino filmlerinde yaşanan "tüm zamanların en iyilerinden birini izliyorum" hissini kalabalık salonda yaşatması açısından unutulmaz bir deneyimdi. her ne kadar unutulmaz finallerin adamı scorsese'nin ilk kez bir filminin finaliyle dalga geçiliyordu ama, finalde biri çıkıp "bedeninden kurtul, sadee zihnin ve ruhunla yaşa, böylece toprağın altında da nefes alabilirsin" dese bile bu film başyapıtlığından bir şey kaybetmeyecektir gözümde. geride bıraktığımız yılın en şukela eseridir hala.

    işte böyle de sıkı çalışmış, hala da film çekmeye devam eden, oscardan sonra jübilesini yapmayan biridir martin scorsese. gece gece hangi salaklıkla böyle bir yazı yazdım bilmiyorum ama, imdb top 250de 5 tane filmi olan, yapılmış ve yapılacak olan yüzlerce filmin bi şekilde müsebbibi sayılan, wes anderson gibi bi adamı keşfedin kendisine varis ilan eden, bir gün oscar alırsam sinemayı sevdirdiği için dayanamayıp teşekkür edeceğim bi adam hakkında yazmadan da olmazdı.
hesabın var mı? giriş yap