• (bkz: thomas bauer)'in (bkz: iletişim yayınları) (istanbul, 2019) tarafından yayınlanan kitabı.

    “geleneksel islâm’ın âlimleri kur’an’ın mütalaa olanaklarının çoğulluğunu methederken, günümüz kur’an yorumcuları, ister batı’da olsunlar ister doğu’da, ister fundamentalist olsunlar ister reformcu, kur’an metnindeki bir parçanın yegâne hakiki anlamını kesin olarak bildiklerine inanıyorlar. klasik çağın âlimleri için görüş farklılığı, peygamberin bilinen bir sözü uyarınca, cemaat için bir nimet sayılırken, bugün birçoklarınca kökü kurutulması gereken bir hastalık addediliyor.” arap dili edebiyatı ve islâm uzmanı şarkiyatçı thomas bauer, müphemlik hoşgörüsü kavramıyla, aynı değerin, aynı normun farklı yorumlanabileceğini, hatta aynı anda farklı yorumların geçerlilik taşıyabileceğini kabul eden bir zihniyeti ve kültürel tutumu kastediyor. bauer’e göre islâm, klasik çağında, yani bu kitapta eğildiği eyyübiler, memluklar ve selçuklular egemenliği döneminde, müstesna bir müphemlik hoşgörüsüne sahipti. bu, kur’an ve hadislerin tefsirindeki çeşitlilikte, hukuk okullarının çoğulluğunda; belâgate ve söz oyunlarına verilen önemde; edebiyatta; haz ve cinsellik anlayışında ve “dünyaya sakin bakış”ta, böylesi görüş farklılıklarının bir lütuf, bir rahmet olarak kabul edilerek bundan zevk alınmasında kendini gösteriyordu. kitabın tezi, batılı modernliğin kesinlik “takıntısının,” müphemlik kültürünü gitgide tahrip ettiğidir; bu süreçte islâm “ilâhiyatlaşarak” katılaşmıştır. bauer, neticede ister selefi olsun, ister fundamentalist ister reformist, islâmcılık ile batılı modernizmin islâm anlayışlarının benzeşir hale geldiğini savunur. dinî literatürün yanı sıra edebî metinlerden geniş ölçüde yararlanarak son derece zengin bir malzemeyle ve iddiayla, heyecanla yazılmış, gerçekten farklı bir islâm tarihi okuması.
  • dini literatürün yanı sıra edebî metinlerden geniş ölçüde yararlanarak son derece zengin bir malzemeyle ve iddiayla, heyecanla yazılmış farklı bir islam tarihi okuması.

    (bkz: thomas bauer)
    (bkz: iletişim yayınları)
  • çağdaş islâm düşüncesinin köklerinin -yapısal olarak- islâmî gelenekten ziyade modern, batılı geleneğe dayandığını; yine çağdaş islâm düşüncesinin seviye bakımından klasik islâm düşüncesine nispetle ilkokul düzeyinde kaldığını vs. iddia eden ve bu savlarını bolca örnekle ispat eden bir thomas bauer kitabı. yazar bunlarla kalmayıp geleneksel islâm'ın postmoderniteyle acayip derecede benzeştiğini iddia ediyor, işte burada işin cılkını biraz çıkarıyor.

    ***

    "20.yüzyılın seyri içinde, genellikle yanlış biçimde "yeniden islâmlaştırma" diye tanımlanan bir süreç vuku buldu; bu aslında islâm'ın batılı ideolojilerin yapısını devralan ve bu ideolojilerin islâm dünyasında akim kalmasından sonra yegâne "öz" alternatif olarak anlaşılan bir ideoloji olarak yeniden yaratılması idi. bütün ideolojiler gibi islâmcılık da hoşgörüsüz, müphemliğe düşman ve totaliterdir... bu ideolojinin temsilcileri, insanın bütün hayat alanlarının, tamamen ve münhasıran islâm tarafından, yani onlara islâm olarak görünen ideolojik sistem tarafından düzenlenmesi gerektiğinden emindirler. geleneksel islâm hukukçuları da herbir şey hakkında bir şey söyleme hırsını taşımış olduklarından, bu hayatın her alanını kuşatma iddiasının islâm'ın özünde olduğu izlenimi oluşur. oysa öyle değildir."

    "trajik olan ise, bütün kötülüklerin kaynağını islâm'ın tarihinde bulan batılı düşman imgesinin, fundamentalistlerin kendi tarihlerine dönük nefretiyle büyük ölçüde örtüşüyor olmasıdır."

    "dinin eksiksiz her şeyine nüfuz ettiği bir islâmî toplum imgesi, sömürgeci söyleme çok iyi uymuş olan, bugün de politik amaçlar için çok yönlü kullanıma açık bulunan bir yanılsamadır. ironik olan şu ki, batı bu islâm imgesiyle, bu bakış açısından islâm'ın özünün en saf bedenlenmesi olarak görünen islâmcılık ideolojisini onaylamış oluyor."

    "biçimlenme dönemi sonrası islâm'ın dünyası, bir kesinlikler dünyası değil, muhtemellikler dünyasıydı."

    "günümüz islâmcılığının bir restorasyon hareketi olmadığı, hele gelenekselciliğinden hiç söz edilemeyeceği, alanın bilimsel uzmanları arasında tartışmasız kabul görür. aksine, islâmcılık islâm'ın modernleşmesinin bir fenomenidir, kendisi de epistemolojik temellerini klasik islâm'a (islâmcılara göre çarpıtılmış, yozlaşmış bir islâm'dır o) dayandıramaz, dayandırmayı da istemez, aydınlanma ve modernliğin epistemolojik temellerine dayanır."

    thomas bauer, müphemlik kültürü ve islâm, çev. tanıl bora, iletişim yayınları, 1.baskı, 2019, istanbul
  • verdiği kimi bilgiler kıymetli olsa da pek çok yerini son derece ihtiyatla okumanın gerektiği kitap.

    meselâ şu artık her yerde söylenmesi âdet olmuş, "şark'ta homoseksüellik çok tabiî görülürdü, avrupalılaşınca artık heteroseksüel saltanat kuruldu, bunlar kınanmaya başladı" geyiğinden islâm kültüründe homoseksüellere çok nahif yaklaşıldığını, âlimlerin bile "açık saçık şiirler" yazıp sonra da ilmî mesailerine devam ettiğini filan söylüyor ki, abartmanın da böylesi yani. yazara göre islâm hukukunun livataya tatbik ettiği ölüme kadar varan cezalara rağmen bunlar uygulanmamış, toplumca da uygulanmasına razı olunmamış, hatta âlimler dahi bu işlere karışmış. meselâ ibn hacer gibi en meşhur muhaddislerden birinin böyle homoerotik şiirleri varmış.

    hâlbuki bu meselelerin, yazarın iddia ettiği şeyle hiçbir alâkası yok. şark dünyasında homoseksüellik, dünyanın her yerinde olduğu gibi gayr-ı fıtrî görüldüğü için kınanır, umuma açık yapılması veyahut da birinin adının çıkması hâlinde ise o kişi en azından başka bir mıntıkaya sürülür. fakat şöyle bir durum var ki, bugünün aksine o dönemde "homoseksüel / heteroseksüel" diye kimlik inşaları bulunmadığı için örneğin erkeğin erkekle ilişkisi sadece "basit bir kaçamak" olarak telakki edilir ve alenîyet kazanmadığı müddetçe önemsenmezdi. çünkü aynı kadın yüzü gibi olan "tüysüz erkek yüzü"nün de erkeğin nefsini tahrik edebilmesi veya kadınların tatmin olmak için birbirini kullanması hayatın olağan akışına çok da aykırı şeyler değildir. osmanlı devleti'nde medrese öğrencilerin kimilerinin tüysüzlüklerinden ötürü suratlarını peçe ile örttükleri bilinen bir vakıadır. çünkü ortada kadın yoktur. oradaki öğrencilerin onu kadın gibi düşünüp kendisine meyletmesi mümkündür. hapishânede gayet sağlıklı heteroseksüel erkeklerin kimileri, homoseksüel ilişkilere yönelirler. nedeni bellidir: cinsî tatmin, bir ihtiyaç. kadın olsa da olmasa da.

    fakat o dönemlerde hiç kimse çıkıp da "heteroseksüel saltanata ölüm! biz homoseksüeliz, erkeklerle evlenmek ve hürriyet istiyoruz" filan diyerek eşyanın tabiî düzenini tersyüz etmez, böyle bir şey diyeni de muhtemelen kazığa oturtup mancınıkla denize fırlatırlardı. o zaman nereye gidecekti "müphemlik hoşgörüsü"?

    islâm dünyasında güzelliği, aşkı ve sevgiliyi anlatan şiirlerin çoğunda zaten güzellik, erkeklerin üzerinden anlatılır. çünkü sürekli kadın kadın kadın diye sayıklayıp durmak toplumda nefse düşkünlük olarak görülür. şair böyle yapmakla güzelliği sırf cinsî bir şey olarak görmediğini, allah'ın bir eseri olarak gördüğünü anlatır; zira kadının yüzü güzel olduğu gibi erkeğin yüzü de güzel olabilir. bunu takdir etmek, kişiyi ille de homoseksüel ilişkilere meyilli yapmaz. zaten islâm dünyasında güzelliğin simgesi bir erkektir: hazret-i yusuf. bir toplumun kafadan yarısı gay olamayacağına göre, böyle şiir yazmanın gaylıktan filan ziyade dinî imgeler taşıdığı gayet aşikâr bir şey.

    sonra müellif, islâm dünyasındaki fıkıh tedvinlerinde 19. yüzyıla kadar "mastürbasyon ve livata hakkında bir şey söylenmediğini", "fıkhın bu konulara ilgisiz kaldığını" filan iddia ediyor ki; fıkıhta anal seksin câiz olmadığı, oral seksin bir aşk oyunu olarak telakki edilebileceği fakat ağza boşalmanın câiz olmadığı gibi şeyler olduğu gibi, el ile istimnâ etmenin, yani mastürbasyon yapmanın tahrîmen mekruh olduğu, çünkü insanı bağımlısı hâline getirdiği ve meşguliyetlerinden alıkoyup boş vakitlerinde bu abes işe yönlendirdiği, hazret-i peygamberin de "elini nikahlayanın mel'un olduğunu" belirttiği şeklindeki hükümler, en eski fıkıh ve ilmihâl kitaplarında bulunur.

    yazarın bu görüşüne destek olarak getirdiği adam ise fıkıh konusunda yüz bin kişi sayacak olsanız yüz yirmi bininci filan geleceğinden listeye giremeyecek olan ibn rüşd'ün yazdığı bir mukayeseli fıkıh kitabıdır.

    son olarak bir de adlarını ilk defa işittiğim ve bir tane hükümdara nasihatnâme yazan biri iki tane adama bakarak "islâmiyet'te siyasetin ve devletin seküler olduğu" sonucuna varması var bauer'in. şurada haklı: islâmiyet'te din ve devlet, aslında rakiptir. din, devletin varlığına kerhen katlanır; çünkü sultanlar ve idareciler, yani o "devlet aygıtı" işine geldiğinde dini tanımamak ister. en basitinden asker lazım, para lazım; herkesin malına el koymak ister. şeriata aykırı bu eylemin bir şekilde meşrulaştırılması görevi ise ulemaya kalır. ulema bunu istemeye istemeye yapar zira varlığının teminatı olan devletin yıkılması hâlinde, dinin de elinde bir kudret kalmayacaktır. yani devlet aslında tamamen seküler cengiz yasasına göre işler: sultanlar suçsuzları, hatta bebekleri dahi "nizam-ı âlem" için katlederler, onu bunu bir emirlerine karşı geldi diye boğdurur, deniz fenerinde o gün tembellik eden bir memuru görünce dellenip denize attırmaya kalkar, kendilerine kanun icâbı "defterleri getiremem" diyen memurları "sen nasıl benim emrimi yerine getirmiyorsun?" diye idam ettirir, sonra hatasını anlayınca mezarı üzerine bir türbe diktirirler. yani "devlet aygıtı"nın başı olan sultanlarla fazla yüz göz olmaya gelmez. fakat bu adamlar da lazımdırlar ki adaleti bunlar sağlar, güçsüze bunlar merhamet eder, allah'ın adını bunlar sağa sola ulaştırırlar. dolayısıyla bu seküler cengiz yasasını şeriat ile bir şekilde uzlaştırmak, ulemanın tarihî misyonu ve ödevidir ki, islâmiyet'e en zıt şeylerin bile bir şekilde tarihte meşru görülebilmiş olmasının nedeni, işte ulemanın devlet denen şeye böyle bir nedenle katlanmak mecburiyetinde olmasıdır. yoksa âlimlerin idarecilerden pek hazzetmediği, bu sebeple osmanlılarda olduğu gibi meselâ bürokrasi elemanlarının mevlevî gibi daha dünyevî, âlimlerin ise nakşî veya halvetî gibi daha takva ve uhrevî tarikatlara meyledip rakip olmalarından bellidir.

    fakat bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, din ve devlet rakip olsa da islâmiyet'te birbirine mecbur iki kardeştir. nitekim "din ve melikin ikiz kardeş olduğu" ve "sultanların allah'ın yeryüzündeki gölgeleri olduğu zira mazlumların buraya sığınıp da hakkını zalimden aldığı" şeklindeki hadis-i şerifler, devletin var olmasının gerekliliğini göstermektedir. sultan itaat için dine, din de gücünü korumak için sultana ihtiyaç duyar; hazret-i peygamber medine'ye hicret ettiğinde yaptığı ilk iş orada meskûn halklar ile yazılı bir anlaşma imzalayarak bir devlet kurmak ve mekke'ye harp ilan etmek olmuştu. yani islâmiyet, her ne kadar devlet kavramına sıcak bakmasa da mecburiyetten ötürü doğduğu günden beri politik ve devletle iç içe olmakla birlikte fıkıh hükümleri, yazarın dediği gibi devletin nasıl'lığına cevap vermekle uğraşmasa da ne'liğine açıkça cevap verir. halifeliğin şartları, nasıl başa geçeceği, itaatin nasıl olacağı, hangi şartlarda bozulabileceği, bu adamın görevleri ve karşılığında elde edeceği faydalar, temel fonksiyonları ve bunların dinî mesnedleri, tüm fıkıh kitaplarında yer alır.

    islâmiyet'in öngördüğü bir düzen ve bu düzenin taşıyıcısı bir devletin olduğunu inkâr etmek ve bunu da iki tane kıytırık nasihatnâmeye dayanarak yapmak son derece ilginç. adam utanmasa çıkacak, "islâmiyet, hakikat olduğu iddiasında değildir" diyecek. yok artık elinin körü.

    üstelik müellif, bunu yaparken nasihatnâmelerin seküler olduğunu, dolayısıyla dinî bir ilhamla yazılmadığını filan söylüyor ki, bunu bin yıldır müslümanların yazdığı nasihatnâmelerin hemen hepsi yalanlar. zira antik dünyada ve tabiî ki islâm dünyasında, siyasete dair nasihatnâmeler, "ahlâk" alanı içine dahildi. yani bunlar aslında devleti nasıl idare edeceğine dair değil, ahlâklı bir insanın (müslüman olması da gerekmez, zira hazret-i peygamber pagan dahi olsa adil bir kisranın zamanında doğmak ile övünmüş, onun dinini mesele etmemiştir; hikmet müminin yitik malıdır) gerek evini gerekse de devletini idare ederken (bir farkı yoktur) nasıl davranması gerektiğini anlatan eserlerdir. bu sebeple siyaset, geçmişten beri "ahlâk" (etik) ilmi içinde yer alır, dayandığı temel de aristo'nun erdemler teorisi ve "nikomakhos'a etik" isimli çalışmasıdır. bilindiği üzere, aristo da pagandı.

    bunu değiştiren kişi machiavelli olup siyaseti "amoral" (ahlâk dışı, ahlâksız değil) olarak tanımlayan, yani ait olduğu etik ilminden koparıp seküler bir yere oturtan ilk kişi kendisidir. nasihatnâmelerde "halkın itaati için onlara bahşiş dağıt" denmesinin bu konu ile pek ilgisini çözemedim.

    bauer, gerçekten ilginç ve kimi zaman da bayağı bayağı makul ve kanaatimce doğru şeyler anlatmasına karşın sırf kendi tezlerini desteklemek için üç beş örnek verip geri kalan on binlerce örneği çöpe atmış gibi göründü bana.

    bu tür yazarların garip garip post modern tezleri, en az modernizm kadar tehlikeli. çünkü dünyada elbette tek hakikatin kendisi olduğunu iddia etmek, karşıtlara tüm zulümleri yapmak için gerekli meşruiyeti sağlar ve bu yüzden modernizm, dünyanın en büyük zulümlerinin fâili olarak tarihe geçmiş, bu sebeple batı'da karşıt bir reaksiyon doğurarak post modern bir çağı açmıştır ki, bu çağın da alâmet-i farikası, dünyada doğru düzgün bir gerçeklik, hakikat filan bulunmadığını iddia etmektir.

    fakat yazarın anlamadığı şey şu ki, ancak bu görüş de, dünyadaki her türlü dangalaklık ve saçmalık karşısında susup saygı göstermeyi emreder ki, bu da insanın fıtratına büsbütün aykırıdır.

    ve islâmiyet böyle ılıklıkları pek sevmez. bu din, görülmüş bir fenalığı el ile düzeltmeyi emrediyor. öyle ki bu sebeple, geçmiş çağlarda cuma namazlarına gitmeyen adamları evinden zorla toplayan muhtesipler, sokakta şarap satan tiplerin elinden şişeleri alıp da hadis-i şerif mucibince yerlere vurup kıran memurlar vardı. işte o zaman "müphemlik kültürü"nüz ölür gider.

    burada yazarın anlattığı şey aslında şu kadar kıymetlidir: islâmiyet, alenî olmadıkça pek çok şeye karışmaz ve kendisini başkalarına anlatıp da kabul ettirmek konusunda bir mecburiyet hissetmez. karşıt kimlikleri kendisine düşman olarak görmez zira onları rakip dahi olarak görmeye tenezzül etmez. çünkü dinin sahibi vacib teâla ve tekaddes hazretleri olup her şey o'nun iradesince yürümekte, olacak şeyler ise olacağına varmaktadır.

    avrupalı kafa ise bozuk bir itikadlar silsilesi olan hıristiyanlığın en bomba akidesi olan aslî günah anlayışı altında ezildiği için bunu tam tersine çevirerek "insanın ahiretteki konumunun bu dünyadaki suretine, başarılarına ve yaşamına bağlı olduğu" telakkisine varmış ve bu dünyayı aşırı şekilde ciddiye almış, bunun neticesinde de haklı olduğunu ispat etmek için oradan oraya beyhude şekilde manyak gibi koşturup durmaktadır.

    hâlbuki her insan, masum doğar. bu dünyadaki görünüşü de hiçbir şeyi ifade etmez. itibarlılar ve zenginler, ahirette fakir ve garib gurebâdan çok daha zor durumda kalacaklardır zira nimet, külfete tâbidir.
  • postmodernizm-ortaçağ benzerliği(eyyy isnetus oku buraları oku :d) konusuna gereğinden fazla değinmesi-modernizmi keskin bir dönüş olarak tanımlaması dışında fazla problemi olmayan kitaptır. gerçi yazar kendi belirtiyor sosyolojik perspektifle ilgili dönemler incelenmeye başlanınca belli bir miktar postmodernizm kaçınılmaz... buna değinmişken kitabın aslında dayandığı tezin öyle komplike-garip karşılanacak bir tez olmadığını ancaaak islam'la ilgili batılı-yerli çalışmaların fazlasıyla postmodern bir çizgiye çekildiği için modernizme karşı islam'ın farklılığı şeklinde tezahür eden bir yapıya kaydığını ve bu yapıdaki tezlerle fazla çelişki yarattığını görüyoruz. aslında yazar hallaq, shahab ahmad gibi revizyonist araştırmacılar ve ahmet davutoğlu etkisindeki son yirmi-otuz yıllık ilahiyatlarımız vs. vs. kıyasla çok daha az postmodern...

    araştırdığı dönemlerle ilgili göze çarpan birçok hata var, kolayca bulabilirim ama genel tez yani erken modern dönem islam dünyasının metafizik hakikati kesinlikle bildiren kelam yerine metafiziği önemsemeyen bu yüzden daha çoğulcu olan fıkıh ve belagat merkezli bir yapıda olduğu da ortada. zaten birçok araştırmacı(salvatore'den gencer'e onlarca araştırmacı sayarım) vurguluyor bunu ancak bauer'inki daha popüler olmaya elverişli. postmodernizmin araştırmaya yardımcı bir sosyolojik perspektif olarak kabulüyle kitap faydalı, bu yüzden okunmalı.
  • şu an okumakta olduğum kitap. 150 sayfa okudum ve buraya övgü entrysi girmeye geldim. (erken mi acaba) gerçekten islamiyet, kuran, hadis, yorumlar vb hakkında nokta atışı tespitleri var yazarın. konuya çok hakim görünüyor. yaptığı atıflardan bu işe hakim olduğu belli. kitabı ben iletişim yayınlarından tanıl bora çevirisinden okuyorum. gayet anlaşılır. başka yayıncısı var mı bakmadım
hesabın var mı? giriş yap