• aşırı bagimliligimdan dolayi 3 gün ara verdim.
    tam 3 gün....
    3 gundur yasayan ben degilmisim..
    yemeğimi yedim, kulakligimi aldim...
    nirvana ya ulastim....
    artik ölebilirim.
  • hafızayı ve duyguları harekete geçiren daha etkili bir şey var mı, bilmiyorum. belki koku, evet... ama müzikal yatkınlığı olan kimselerde, bellekle en yakın ilişkide olan ve dolayısıyla en güçlü duyunun "işitme" olduğunu düşünüyor ve müziğin de mutlaka beynin duygusal tepkileri işlemekten ve hafızadan sorumlu kısmı üzerinde fiziksel etkileri olduğunu biliyoruz.

    örneğin bir şarkı önce neredeyse tümüyle kayıtsızken; hemen sonrasında katıla katıla ağlayabilmek, gülümseyebilmek, yerinde duramaz hale gelmek, öfkelenmek, yeniden aşık olmak, dünyayı yerinden oynatabilecekmiş gibi hissetmek, içi acımak, kırılmak, dökülmek veya yükselmek hep bu yüzden... iyi müzik; bana kalırsa, insan ruhunu çatır çatır manipüle etmeye, ezmeye, hafifletmeye, coşturmaya, dindirmeye, her şeye kadir...

    takın kulaklıklarınızı, kapatın gözlerinizi ya da arabada son ses iyi müzik dinleyin; kendinize kalın... müziğe karışın, müzikle yoğrulun. şimdi artık bütün dünya dışarıda ve siz kimi ve neyi istiyorsanız onu buyur ediyorsunuz içeriye, kiminle ve nerede olmak istiyorsanız, oradasınız... müzik, sizin elinizden tutacak ve gerçekten de bilinçaltınızda, belleğinizde, tüm duygularınızda, geçmişinizde ve bugününüzde bir yolculuğa çıkaracak. nerelere gittiğinizi sizinle birlikte o belirleyecek. bazılarınıza tüm bunlar olmayacak, evet. ama bunları duyumsayanlar için müzik, sihir gibi; değil mi? sihir gibi...
  • rüya görmek, normal karşılandığı için nasıl çılgınca bir şey olduğunun farkında değiliz. göz göre göre uçarak bambaşka alemlere gidiyor ve geri geliyoruz. eğer rüya görmek diye bir şey olmasa, bu fikir çok ütopik gelirdi. uyuşturucu kullanmadan, hem de her gün yapabilme imkanı...

    müzik de böyle bir şey. dinlerin çoğunda ayin, meditasyon, zikir, adına ne dersen de, başka bir diyara uçmak için senkron sözler söyler ve/veya bir ritim tutarlar. binlerce yıldır birbirine zıt dinlerin bile ortak noktalarındandır müzik. ister geçmişe git, ister geleceğe, ister göklere.

    insanı ne derece uçurma gücüne sahip olduğunu anlatmaya çalıştım yukarıda. bu yüzden "şu tarz müzik dinliyorum" demeye karşıyım. çünkü her yere uçmak isteyen bir bünyem var ve her müzik dalında sizi uçuracak bir baba kesinlikle var.

    bazen coolio ile varoş mahalleme uçarım. bazen enrico macias ile cezayir'i terk etmek zorunda kalan adamla aynı gemiye binerim. bazen dr.alban'ın beni nijerya'da gezdirmesine izin verir, bazen killa ile kreuzberg sokaklarında graffiti yaparım. lindemann'la güneşin doğuşunu, babamla güneşin batışını izlerim. hooker amcayla gece boyunca sallanır, sabah vega ile tunalı'da kahvaltı yaparım.

    örneklemeler sonsuza uzanır. ben de müzik adındaki bu sonsuzluğun içerisinde her çiçekten bal almaya çalışarak uçmaya devam ederim. siz uçamıyorsanız, yeterince yaşamamışsınız demektir. uçmak isteyip uçamıyorsanız, belki daha kaliteli müziğe ve kaliteli ses veren cihazlara yönelmelisiniz. kaliteli ekipmanlarla dinlediğiniz müziğin farkına inanamazsınız. bunun için yeşillendirip soranlara da yardımcı olabilirim.

    ayrıca buralarda bir yerde şu sözün geçmesi gerekiyor: (bkz: #77596546)

    müzik çok büyük bir nimettir. bunun farkında olanlara bol müzikli günler dilerim.
  • o kadar değerli ki bazı geceler korkuyorum ya çok seveceğim şarkıları dinleyemeden ölürsem ya da ben öldükten sonra çok güzel şarkılar yapılırsa diye. kulağımda hep sevdiğim şarkılar çalınsa, uykudayken bile ara vermese keşke.
  • bir tür simya.

    şanssız, sönük ve püriten ailemin kişisel mitolojik söylencelerine kulak kabartacak olursak müziğe karşı ilk ilgim henüz konuşmaya yeni başladığım günlerde anne ve baba kelimelerinin telaffuzundan sonra zeki müren'e "kadın-adam!" dememle gerçekleşmiş. bu durum karşısında "teyze" kelimesini söylememi bekleyen teyzem bir hayli üzülmüş. 5-6 yaşıma dek uzunca bir dönem mfö'ye gönül verdiğim söyleniyor. ben o karanlık ve sisli 80'ler günlerini hatırlayamasam da, annem, her gece ağladığımı ve ancak babam geldikten sonra arabaya binip mfö kasetini koyduktan sonra meclise bile varmadan uyuyakaldığımı ve meclisten u çekip eve geri dönüp beni yatağa yatırdıklarını anlatır.

    90'lar benim için uzunca bir süre kayahan demekti. evde kimsenin olmadığı o upuzun ve sessiz yaz öğlenlerinde yine o upuzun ve kapkara müzik setinin başına oturur, babamın kayahan kasetlerini teybe takar ve minicik aklımla hiç yaşamadığım, anlamını dahi bilmediğim acı dolu, ayrılık dolu, sitem ve isyan dolu şarkılarda parmaklarımın ucuna basa basa, sanki yanlış bir yere gelmiş bir tatlı su masal kahramanı gibi gezinir, kayahan'ın acısını çekebildiğim dek içime çeker, o hünerli sözler altında can çekişir, boğulurdum.

    90'lar benim için jules verne romanları ve habire kırılan atari joystickleri demekti. sonra bir gün, 90'ların sonuna doğru babam işyerinde eline geçtiğini söylediği bir cd kutusuyla çıkageldi. bense yeni alınmış bilgisayarıma nihayet takabileceğim bir cd bulmuş olmamdan ötürü musmutluydum. ancak babam o şeyi masamın üzerine bırakıp odamdan çıktıktan sonra ben bir daha asla eski ben olmadım. o cd, bütün hayatımı değiştiren ve bugün olduğum kişi olmama sebebiyet veren yegane şeydi.

    o şey, loreena mckennitt'ın the visit albümüydü.

    https://goo.gl/images/e5v9go

    o kapak bugün bile hala gözlerimin önünden gitmez. beni sihre çağıran, beni belaya çağıran; beni karanlıklara, alacalara fırlatan ilk şeydi. dakikalarca o fotoğrafa bakakaldığımı hatırlıyorum. ne aradığımdan haberim yoktu, ama bir şey aramak, hem de çağlar önce kaybolmuş ve içimde hala yaşayan bir şeyi aramak diye bir şey varsa bu işte o kapaktı. o günlerde varlığından dahi haberdar olmadığım fısıltılar üstüme üstüme yürüyor, içimi bir şeyler kamaştırıyordu. ve sonra başladı albüm... o güne dek varlığından habersizce yaşadığım bir mistizm balyoz gibi vurarak üstümde tepiniyordu şimdi. henüz ilk şarkıyla beraber yıllardan beri süregelen olağan hayat ve dünya titreşerek yok olmuştu. güvenilir ve aydınlık dünyanın çatısı sarmaşıklarla kapanıyor, kadim ormanlar toprak altından kalkıyor, ormanların derinlerinde paganlar uyanıyor, rüzgarlar dile geliyor, sıradan ışık kırılmaları kaybolmuş lisanlarda anlam dolu manalara, düpedüz "elveda" diyen metinlere dönüşüyordu.

    alice'in "beni iç" şişesini bulmuştum sanki. başta ben olmak üzere gece değişmişti. o şarkılar augustus'un roma'sından öncesine tarihleniyordu. roma'nın bir köyden hallice olduğu dönemlerden, kuzey ormanlarında perilerin uçuştuğu dönemlerden, babil kulesi'nin öncesindeki dönemlerden bir parçaydı sanki. deliye dönmüştüm, tanıdığım ve bildiğim ne varsa değişmişti. annesinin biricik oğlu artık karanlık, ıslak, fısıltılı ve paganik ve vahşi vadilerde dolanıyor, duvarların içinden gelen sesleri ve olmadık kapıları takip ediyordu.

    ilerleyen günlerde enigma, era, buddha-bar, dead can dance ve daha nicesi geldi. düpedüz hastalanmıştım. daha da doğrusu, öncesinde keskin iyilerden ve kötülerden, güzelden ve çirkinden, yükselen ve düşenden ibaret dünya, şimdi iç içe geçmişti. önümde koridorlar açılıyor, bu koridorlarda cinler, alev almış metinler, gece 3'ler ve daha nicesi dolanıyor beni kendilerine katılmaya, onları bu dünyaya indirecek bağı çözmeye çağırıyorlardı. gün ışığından çıldırasıya kaçıyordum. insanlardan uzaklaşıyor, gün batımında uykudan uyanıyor ve gece boyunca, ta ki ilk sabah ışığının o serin deliliği dönünceye dek yazıyor, yazıyor, yazıyordum. üstüm başım kan revan içinde çıkıyordum gecelerden.

    ben lordu olduğunu sanıyordum, bütün zamanların o çok beklenen ve bütün gayp alemini aralayıp dünyaya histerileri salacak huzursuzlar kralı olduğumu sanıyordum, ancak hüznün ve mistizmin ve dahasında nice ezoterik çağın bir numaralı ve en istekli ve en azgın orospusuna dönüşmüş olduğumu henüz göremiyordum.

    nitekim o günlerin zirve noktası enigma'dan i love you, i'll kill you olmuştu.. https://www.youtube.com/watch?v=zsuuhbjxa7q o şarkı, kafamda ve ruhen o mistik yolda gidebildiğim en uç ve son noktaydı. insanın her şeyin en yükseğinde ve en dibinde hissettiği, her şeyi anlamaya ve her şey olmaya ve hiçbir şey olmaya en çok yaklaştığı anlardan birisiydi. şarkıda tenim, elim ayağım her yerim yanıyor, sanki beni asıl ait olduğum hisler ve imkanlar evrenine alacak kapının önünde kan kusarak kıvranıyor, ama kapı asla açılmıyordu işte.

    bir keresinde birisi bir adam çok yalnız kalırsa hastalanır demişti. sanırım çoktan hastalanmıştım. bir hayat boyu yakamdan düşmeyecek anksiyetik travmaların tohumlarını ekmiş, karakterimin temeline karanlığı yerleştirmiş, borderline kişilik bozukluklarına giden ilk kalıtsal davranışları sergiler olmuştum. ama zekiyimdir bayım, evet. en azından bazı konularda.. dışarıda top oynayan çocuklar gibi olmadığımı biliyordum. onlar aptal, ter kokulu ve ağzı bozuk düşkünlüklerden ibaretti. ama beni psikologlara götürecek birtakım zincirleme olaylardan da saklanmam gerektiğini biliyordum. bu nedenle naziklik cevherinden yapılmış bir taç giydim. çekingenlik ipliğiyle örülmüş bir pelerin astım omuzlarıma ve içe kapanıklıkla yoğurdum. bana baktıklarında suskun diyordu şimdi büyükler, oysa ben içten içe bir süpernova gibi patlıyordum, o kadar kalabalıktı ki kafamın içi, o kadar çok orman büyümüş ve gece öyle yayılmış ve yüzyıllar içinde o kadar çok yolculuk yapıyordum ki, ağzımı açacak olsam cehennemin ağzının da aralanacağının, hepsinin fenalığına yol açacağımı, hiç olmadı keskin bir şeylerle 2+2 nin hiçbir zaman 4 etmemiş olduğunu her yere kan saçarak gösterebileceğimin farkında olmadılar.

    ve sonra lise hazırlık geldi bayım.

    sevimli ve kızların peşinde koştuğu çocukluk çağımın aksine o yaz oldukça çirkinleşmiştim. düşüncelerimin karman çormanlığı beni tipsiz bir ergene çevirmişti. lisa hazırlığın ilk günleriydi ve ben sıramda oturmuş eski sony walkmanimde şimdi hatırlamadığım bir şeyler dinliyordum ki, arkadaşım yanıma oturmuş, şunu bir dinle demiş ve elindeki kaseti önüme koymuştu. o kaset beni loreena mckkennitt çağından, enigma yüzyılından koparacak olan queen'in live magic albümüydü. tıpkı loreena'yı ilk dinleyişim gibi yepyeni bir şey hayatıma giriyordu. daha birinci saniyede roger taylor'ın güm güm bateriye vuruşları, çığlık çığlığa insanların bağırışları ve mercury'nin şarkı öncesi melodik naraları seyirciye tekrarlatması. havada heyecan vardı. havada enerji, melodi, müzik, sertlik, ter ve kelimelerle anlatılamayacak harika bir yosmalık vardı. şarkılar ilerledikçe kalbim de yerinden fırlayacakmışçasına atıyor, loreena dünyasında tatmadığım bir canlılıkla yerimde duramıyordum. o günlerde bir an önce gece olsun diye bekliyor, ışığı kapatıp walkmanimi açıyor ve saatler boyunca live magic albümünü neredeyse gözümden fışkıran gözyaşlarıyla zevkten dört köşe olarak dinliyordum.

    ama sonra bir kere daha değişmeye koyuldu dünya. bir kere daha değişecek ve bir kere daha yalnız kalacaktım, çünkü yaşıtlarımın queen'i pek taktığı yoktu. aylar ilerledikçe sınıfta gruplaşmalar olmuştu. kızlar giderek daha kara giysiler giymeye, erkekler kapkalın bileklikler takmaya başlamıştı. dışarıdan hayretle izliyordum bu değişimi. aralarına girdiğimde pink floyd'la, led zeppelin ile metallica ile karşılaşıyordum. kim veya ne olduklarına dair pek fazla bir fikrim yoktu o günlerde. o günlerde durum bugünkü kadar açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi sayın bayan.

    fazla vakit kaybetmedim. gidip bulgar cdcilerden bulabildiğim her albümü alıp dinlemeye başladım. galiba diyordum, artık ben de pink floyd dinlediğime göre ben de kara tişörtler giymeye ve o insanlar gibi umursamaz bir mizaca bürünürüm. oysa henüz bir saatli bomba gibi köşede bekleyen anksiyetelerim ve kişilik bozukluklarım yüzünden koca bir hayatı hep panikte ve heyecan halinde ve alice'in tavşanı gibi hadi hadi geç kalıyoruz şeklinde geçireceğimi bilmiyordum. haliyle pink floyd'la beraber ne karalara büründüm, ne de çevremdeki kızların etrafında dört döndüğü o neil gaiman vari kara karakterlerden birine dönüştüm. hissettiğim daha çok, büyük bir hayal kırıklığıydı. evet müzikleri harikaydı. evet albümlerle başım dönmüştü, ancak hiçbirinde queen'in sıcaklığını bulamıyordum. onlar benim gözümde eğlenilecek kızdı. evlenilecek kız ise queen'di. bir noktadan sonra pink floyd karamsar bir huzur evi sakinliği yaşatıyordu bana. roger'ın kendinden emin ve ritmik bateri vuruşlarını duymak istiyor, may'in red special'ının kızıl bir gün batımını çağrıştıran sesini özlüyor ve mercury'nin glam rock histerilerine aşeriyordum.

    şimdi aradan geçen onca yıldan sonra hem şaşkın, hem de mutluyum.. queen'den ölesiye nefret ettiğim dönemler oldu. yıllarca dinlemediğim zamanlar. ama dönüp dolaşıp hep queen'e döndüm ve her döndüğümde ağzım biraz daha açık kaldı. yıllar önce çözdüm bitirdim sandığım şarkıları yeni müzik tecrübeleriyle dinlemek bana hep aslında o şarkıları hiç dinlemediğim hiç anlamadığımı kavrattı. queen bitirilemez. bir kitap gibidir o. popüler rock müziğin gerçek sesidir. insan yaşlandıkça ancak anlamaya ve daha çok anlamaya ve asla doyamadığına ve ne yaparsa yapsın bu büyüye doyamayacağına kanaat getirebilir ancak.

    (devam edecek)
  • (bkz: #80428762) nolu entry'nin devamı olarak:

    günümüzde bilim insanlarının bizi nasıl bu derece etkileyebildiğini hala tam olarak tanımlayamadığı tılsımlı büyü. nitekim bana ne yaptığını ben de asla tam olarak çözemedim. new age dinleyerek başlayan müzik sevdam queen gibi klasik rock gruplarıyla devam etmiş ve en sonunda kendimi blind guardian gibi tatlı ve vahşi bir belanın içinde bulmuştum. öncelikle kafama takılan şudur ki, yaşıtlarım queen ve pink floyd gibi grupların ardından manowar gibi, opeth gibi, efendime ne söyleyim sepultura gibi gruplara yönelip günbegün müzik dağarcıklarını genişletirken ben uzun bir süre hobbit: the unexpected journey misali blind guardian dünyasına saplanıp kaldım.

    lise günlerinde uzaktan baktığımda o dallanıp budaklanan insanlar günbegün kendi aralarında gruplaşmaya ve illa ki kafalarına göre birisini bulmaya, kendi aralarında da oldukça sisli, melankolik ve mana dolu karanlık şeyler paylaşmaya devam ediyorlar, ancak ne yaparsam yapayım onları pek anlayamıyor, muhabbetlerine katılamıyordum. belki basit görünüyordum, bu mümkündür. ergenliğin de etkisiyle kaşımı yandan kazıdığımda veya bileklik taktığımda asla o alacalı herifler gibi albenili durmamışımdır, ancak onca felsefenin, edebiyatın, melankolizmin ve henüz yeni yeni meşhur olmaya başlamış yüzüklerin efendisi'nin içinde yıllardan beri geziniyor olmama karşın o manowar tarzı şeyler dinleyen ve sisli duran ve oldukça iyi anlaşacağımı düşündüğüm insanların arasına kabul edilmeyişim veya sadece onlarla frekansımı tutturamayışım beni daha da içe kapanık birisi yapmıştır bayım. belki kendimi ifade edemiyordum, belki sadece çirkindim, ancak ne olursa olsun deliye dönmüş bir halde blind guardian şarkıları içinde gece gündüz koşturuyor, bu haritalandırılmamış topraklarda bir akademisyen araştırmacı gezgin titizliğiyle her bir taşın altına bakıyordum.

    size ne aradığımı anlatmak zor. ancak düpedüz önümdeydi işte: blind guardian'ın o düşen melekler korosundaki acı feryatlarda huzursuzluğu ve sancılı arayışı duyabiliyor, hansi'nin ses bükülmelerinde discmani durdurup bir saniye önce ne duyduğumu tartıyor ve guardian şarkılarını dikkatle dinleyip sakinliği, duraklamaları ve coşkuyu, kısacası şarkıların melodik kompozisyonunu not alıp aynı etkiyi yazdığım kısa öykülere yedirmeye çalışıyordum.

    yazı hayatına yeni başladığım o günlerde, beğendiğim ve kompozisyonunu güçlü bulduğum şarkıları, vokaldeki kırılmalara dek yazıya aktarma teorimi bana ilk blind guardian düşündürmüştür. ama bunu hırsızlık için yapmadım sevgili bayan, inanın ki bambaşka bir derdim vardı benim. henüz ilk gençlik günlerimde fark ettiğim üzere yazı, müzik karşısında acizdi. müzikle karşılaştırıldığında yazı büyülerden yoksundu. bir koronun gücünü, bir korodoki ağıtı ya da hansi gibi vokallerin yaptığı üzere bir kelimeyi ya da bir cümleyi telaffuz ederken bu söyleyişe aynı anda hem çılgınlığı, hem acımayı ve hem de tükenişi yedirmenin bir yolu muhakkak ki olmalıydı. şayet nasıl yapılacağını bulabilirsem yazıdaki sihri açığa çıkarabilirdim. tıpkı sevilen bir şarkıyı dinlerken olduğu gibi, önce kendime sonra da diğer insanlara tek bir cümleyle kafa karışıklığı, iç çektirme ve ahlama yaşatabilirdim.

    ilk başta ışık vardı ve bir süre için, bu iyiydi.

    müzikteki duyguların yazıya nasıl aktarılacağını çözdüğüm şarkı, blind guardian'ın a past and future secret şarkısıydı. https://www.youtube.com/watch?v=jrdbag8cta0 o şarkı benim miladımdı. haftalar boyunca yazdığım metinlerin iskeletleri, kurduğum cümleler ve tek tek kelimeler üzerinde uğraşmıştım. "sen neyin peşindesin?" diye soranlara "kafamdaki şeyi yapabilirsem" diyordum, "edebiyat ikiye ayrılacak kuzucuklarım: benden öncesi ve benden sonrası. size büyüyü getiriyorum. ilk rünleri örmeye çalışıyorum burada."

    ve bir şarkıdaki koroyu aynı hisle yazıda nasıl duyumsatabileceğimi, bir vokaldeki haykırışı, hızlanışı ya da o hızlanışın yavaşça sakinleşmesini nasıl vermem gerektiğini çözdüğüm şarkı işte buydu. o gün ondan sonra yazdığım ne varsa harika kabul edilecek, dergilerde ardı arkasına yazılarım çıkacak, bazı yerlerde şanım yürüyecek, sıklıkla "abi naptığını ve nasıl yaptığını anlamıyorum ama harika yapıyorsun" şeklinde mesajlar alacak ve ama sonrasında ben yazar olacağım elbette diyerek üniversiteyi bırakacak ve ardından kendi kişisel trajedime doğru dört nala koşarak bugünlere dek gelecektim bayım.

    yazarlık konusunda daha sonradan neden her şeyi batırdığımı ve başarısız olduğumu mu soruyorsunuz sevgili bayan? sadece şunu diyebilirim ki, tutkular, hele ki takıntı derecesindeki tutkular lastik gibidir. siz çektikçe sizi taşıyacak; bir sınırı yok sanırsınız, ancak lastik er geç kopar ve koptuğunda da ne denli çok esnettiyseniz elinize çarpan kısmı o derece canınızı yakar işte. ben o lastiği öyle çok çektim, öyle çok sündürdüm ki koptuğunda neredeyse hayatım ve dostlarımla birlikte her şey kopup gitti elimden.

    ama o günlerde her şey henüz yeni başlıyordu. sözlerden ziyade hansi'nin o vokal biçimine vurulmuştum işte. yaşıtlarımla aram açılmıştı. ne onlar beni anlıyor, ne de ben onları anlamaya yelteniyordum. blind guardian kapağı yanlışlıkla açılmış bir öfke ve tatlılık sandığına benziyordu. ikisi birden aynı anda saçılıyor, dinledikçe her yer alev alıyor, gökyüzündeki yıldızlar da çoğalıyordu. yanağını tatlı tatlı sevdikten sonra tüm kuvvetle tokat atmayı isteten türde bir şeydi bu.

    ama sonra o geldi.. sonra onlar geldi. bazen hiç dinlememiş olsaydım nasıl birisi olurdum dediğim grup geldi.. o topraklardan ayrılmadan önce rock/metal müzikle son büyük sınavımdı:

    +rammstein

    tek hatırlayabildiğim; sokakların yanışıydı. gökyüzündeki yıldızlar kaybolmuştu ve binalar kendi üstlerine devrilirken kahkahalar atarak yerde sürüklenen insanlara bakıyordum. ortalık o hale nasıl geldi hatırlamıyorum. live aus berlin harbi sırasında olmuştu herhalde. üstüm başım kan içindeydi. ağzımdan adını dahi hatırlamadığım kadim bir tanrının kopmuş kulağı sarkıyordu. sırıtıyordum. elimde kırbaç kendi kendimi kırbaçlıyor, ölü gelini mezarından çıkartıp çürümüş dudaklarını öpüyor ve atıyordum her şeyi. üstümde ne varsa atıyordum kitaplarımı, oyuncaklarımı, camlar patlıyordu ve artık sarhoş adamdım ben.

    öncesindeki sarhoşluklar tatlı entelektüel sarhoşluklardı, ancak şimdikiler vahşi boşalımlardı. beddua gibi susuşlardı. aradığımı bulmuştum. tanrımı bulmuştum. lindemann live aus berlin'de bacağını dövdükçe ben de isa'ya "kilisemi öldüğün yere yapacağım" diyen st petrus gibi, "evimi tükürüklerinin saçıldığı yere yapacağım" diyordum.

    entelektüelizm ölmüştü.

    yıllar boyu içten içe hissettiğim ama dile getiremediğim asil ve kadim çağların ölmüş olabileceği gerçeği şimdi açık açık önümde dile geliyordu.

    güzel değildik. çirkindik.

    reddedilmiştik. vahşiydik.

    kendi kendimizi tokatlıyorduk.

    bir bozkırkurduyduk biz.

    ve ilahlarımız henüz biz doğmadan önce ölmüştü.

    lindemann'ın sesi bir kükürt gibi atmosfere saçılıyor, saçları zehirli bir bıçak gibi sahneye saçılıyor, o iri vücudu gece gibi, nietzsche'nin aforizmaları gibi, antonin artaud'un yasamacı beyefendiye mektup'u gibi bir ejderha heybetiyle büyüyor ve live aus berlin'deki lindemann'dan sonra hayatımda ilk defa bir insanın önünde dizlerim üzerine çöküp "seninim!" diye bağırmak istiyordum. hayatımda ilk defa seviyordum. gerçekten hissediyordum. müzik ve lindemann damarlarıma akıyordu. çok sert, çok iri, çok üzgün ve üzgünlük sayısınca vahşiydi. o güne dek savunduğum ilerici ve gelişkin müziğe edebiyata ve dahasında her şeye bir küfürdü aslında ve ben bu küfrün içinde bir şeker gibi erimek, onaa dönüşmek istiyordum. mein teil'in şarkısında ve video klibinde kasıklarım patlayacakmışçasına şişip ağrıyor, içimde biriktirdiğim ne varsa ağzımın ucunda kapkara kargalara dönüşüyor, kendimi kozmik bir tapınağın içinde vaftiz ediliyormuşçasına rahatlıyor hissediyordum. bir boğa gibiydim, yakmak yıkmak yok etmek parçalamak hav-rav haaaav! boğmak ve boğulmak istiyordum.

    şişmiştim. müzik değildi bu. aşktı. aşık olmuştum. sırılsıklamdım. başım dönüyordu.

    hiç, daha önce hiç, bir koleksiyoner olmayı düşündünüz mü sevgili bayan? john fowles tarzı bir koleksiyonerlikten bahsetmiyorum. hayat uzun ve insan bazen ancak iş işten geçtikten sonra bazı duyguları sonsuza dek kaybettiğini fark ediyor. ama sizde de biraz anksiyete varsa, siz de hayatın hiç değişmemesini, sevdiğiniz şeylerin sonsuza dek sizinle kalmasını düşünmüş ve hatta ve hatta öldüğünüzde bütün bunları kaybedeceğinizi düşünerek beyninizi harap etmiş, bu nedenle de hayata karışmaktan, biriktirmekten geri durmaya başlamışsınızdır. bu hastalığın en büyük yan etkisi bu işte: ölünce her şeyi kaybedeceğimize üzülerek o kadar çok kendimizi hırpalıyor ve vakit kaybediyoruz ki diğerleri gibi mutlu mesut olamadığımızı ve hayata neden karışamadığımızı anlayamıyoruz.

    rammstein bir duaydı benim için. bir istekti. en karanlık gecenin en kırmızı anıydı. aynı anda hem mahfeden hem de mahfedilen, hem yıkan hem de yıkılan, hem koruyan hem de zarar veren bir şey olmak istediğimi fark ettiğim önemli bir andı. ama diğer insanlar bunu asla anlamadı, tıpkı janette winterson'ın dediği üzere: insanlar yalnızca mahfeden, yalnızca sevilen, yalnızca yıkan olmak istiyor. esas arzuyu görebilen, her ikisi olup da yerlerde sürünmek isteyen kimse yok etrafta.

    ancak bayım, sizin de gördüğünüz üzere pekala çok konuşuyordum. her şey iç içe girip çıkıyordu. dünya karmaşıktı. konuşmaya çalıştığımda kekeliyor, yazmaya çalıştığımda hiçbir şey söyleyemez oluyordum artık. üniversitenin 1. yılı, ilk dönemin sonlarına doğru o siktiğimin yurt odasında içimdeki sızıyı bir türlü atamıyordum. insanlar hızla arkadaş olmaya, büyük hayatlarında büyük adımlar atmaya devam ediyordu. konuşacak hiçbir şeyleri olmamasına karşın ne çok konuştuklarına hayretle kulak kabartıyordum. her yerde ses vardı. gürültü: kafamın içinde ve dışında, koşuşturma, sıkışan ve sönen manalar, dünya garipleşiyordu.

    sonra... bir mucize oldu. inanılmaz bir şey. gökyüzündeki patlamaları duymaya başladım, bir gece vaktiydi. last fm radyosunda tehlikeli bir biçimde gerçekten uzaklara gitmiş olacağım ki explosions in the sky'a denk geldim. o güne dek tanıdığım ve bildiğim müziğin sonu anlamına geliyordu post rock. henüz ilk şarkıda heyecandan ve hazdan gözlerimden yaşlar boşanıyordu. patlamalar birbiri ardına artıp azalıyor, oturduğum yerde can havliyle kıvranıyordum. post rock bir modern zamanlar ilahisine, haykırış dolu bir suskunluğa, bir tapınak suskunluğuna benziyordu.

    işte böylece üniversitenin ilk yılında kedi ve battaniye ve kahve çağı adını verdiğim yeni çağa girmiş oldum.

    kimseyle konuşmuyor, derslere gitmiyor, ağzımı bile açmıyor, günün yarısını kütüphanede geçirdikten sonra post rock eşliğinde yazıyordum. cümlelerim engebeli bir yol gibi ya kısa kısa ya da samanyolu'ndan bir başka galaksiye düşercesine sonu gelmez oluyordu. kediler gökyüzünde uçuyor, bulutlardan kahve çekirdekleri yağıyor, bir sonraki mevsim 5. mevsim olacakmış gibi hissediyor, kitap sayfaları arasından yanık kokusu alıyor ve elimi dokunduğum her şey titreşiyordu. fanatik bir mürit gibi kendimi patlamalara kaptırıyor, gözlerimi kapayarak ileri geri sallanıyor ve gözlerimi geri açtığımda ama hep nefes nefese ve soluk soluğa ve zevk gözyaşlarından önümü dahi göremez oluyordum. artık susmuştum. müzikte söz yoktu. dünyayla sürtünerek azarak durgunlaşıp dolarak anlaşıyorduk. huzursuzluk artmış, histeri şaha kalkmıştı: öyle ki hakikatin kıyısında bir yerde olduğumu sezinliyor, geçmiş yüzyılları çıplak gözle görebiliyor, ağaçların kendi aralarında konuşmasını işitebiliyordum. radyo frekeansları arasındaki cızırtılarda post apokaliptik peygamberin kayalıklardan verdiği vaazları bile duyuyordum sanki. caprica six'in üzerinde boşalmadık hücre bırakmazken baltar gibi kendimden geçiyor ve kayıp on üçüncü kabileyle nebula bulutlarının içine savrulmaya devam ediyorduk.

    post rock eşliğinde ahlar kavmi geri dönmüştü işte. kahinlerin parmakları puslu puslu kıtalar üzerinde geziniyor, ormanın içinde gerçeklerden başka hiçbir şeye dalkavukluk etmemeye yemin etmişler geziniyor, kapkara kazanlarda simyacılık yapılıyor, imbikler fokurduyor, yeraltı tünellerinde pelerinli adamlar geziniyor ve her şeyin ortasında mantarlar büyüyor, alice hıçkırıyor, gün ışığı yağmur ormanları üzerine parçalara ayrılmış bir bıçak gibi saplanarak eski unutulmuş kütüphaneleri aydınlatıyordu. alemin keyfi yerindeydi. suskunluk birleşmiş, birleşmek huzur getirmişti. ama neon lambalar kırılıyordu işte gece geldiğinde. kendimi sokak aralarındaki eczanelere atıyor ve ama "sizi iyileştirecek bir ilaç samanyolu galaksisi'nin bu köşesinde bulunmuyor efendimiz" karşılığıyla kalakalıyordum. kediler hıçkırmaya ve bulutlardan kekik taneleri yağmaya devam ediyordu.

    post rock eşliğinde bütün dünya anlam ve pas ve yağmur ve uyku kokuyor, hepsi yanaklarımızdan akıyordu tek tek.

    ama ne derler bilirsiniz bayım.. her şey yarım kalır. ya da karanlıkta iplere üfleyenler peşimizi hiç bırakmadılar işte. kavmimin gülüşleri soluktu ve yaptığımız her yeni şaka yersiz yeni bir fenalıkla bir tutulmuşken elimizi attığımız her iş de yarım kaldı. belki de hiçbir kötü manası yoktur. dünyada nasıl ki tuttuğunu koparanlar varsa, bulaştığı her işi olduramayacak kişiler de olması gerekiyordur. artık isyan etmiyorum, anlıyorum, sesimi çıkarmıyorum, beni kendi halime bırakırsanız yemin ediyorum bütün bir hayatımı oturduğum yerde çıt çıkarmadan yaşayıp gideceğim.

    size sıkıntı çıkarmayacağım.

    ama o günlerde henüz yapılacak işler vardı. müziğin sunacakları bitmemişti. her şeyi bırakıp geri dönmeliydim. uyuşturucu ve elektronik çağ beni bekliyordu. uzay gemileri gökyüzünden düşüyorken chill out şarkıları eşliğinde sarhoş ağızla le corbusier ve geri kalan mimari yapıtlar hakkında sohbet etmem gerekiyordu.

    (devam edecek)
  • keeps me going. uğraşıyoruz da kendi çapımızda
  • ruhun gıdası, hayata dair en güzel renk, insanı dirilten muhteşem sanat.
  • " müziğin vahşi hayvanları yatıştıracak, kayaları yumuşatacak ve yüz yıllık çınarları eğecek, bir çekiciliği vardır... "

    - william congreve -
hesabın var mı? giriş yap