• işi enstruman çalmak kişilere müzisyen diyebiliriz.

    gerçekten de müzisyen naifliği diye bir şey var bu hayatta . bu camiadan ne zaman kimle konuşsam inanılmaz derece mütevazılık, yardımseverlik ve cömertlikle karşılaştım.

    yolları açık olsun.
  • pandemiden dolayı 15 aydır çalışamayan insanlar. çok zor durumdalar.

    ancak bu zor duruma düşecekleri pandemiden önce de belliydi ki müzisyenlerde en ufak örgütlenme yoktu. bunu anlamak için piyasada gerçekten ev geçindirebilecek kadar sahne almak yeterli.

    genel müzik piyasası çok acımasızdır. mekan sahipleri ile 3 kuruşa anlaşmaya çalışırsın. çalarsın, "bu gece yeteri kadar içki satılmadı kasada para yok." derler. çok içki satılırsa da sanki komisyon vereceklermiş gibi. sarhoşun biri çıkar sana saldırır, ekipmanlarını, enstrümanını kırar. kimse birşey demez. düğün ve organizasyon işlerinden güzel para kazanabilirsin ki onlar da sadece sezonluktur.

    bunun dışında müzisyenlerin kendilerine yaptıkları kötülük çok başka boyut. genelde piyasayı romanlar domine eder ve genel karakterleri köylü kurnazı şeklindedir. senin çaldığın orkestrada çalmak için, senin işine konmak için elinden gelen herşeyi yapar. daha düşük fiyat verir, yalan söyler, piyasada kötüler. zaten istanbul beyefendisi bile olsanız müzik piyasasına girdiğiniz anda roman gibi davranmak zorunda kalırsınız. müzisyenler birbirlerini sahnelerinden etmek için gider bedava bile çalar neredeyse. yeter ki o mekanı kendine bağlasın.

    böyle bir ortamda tabi ki örgütlenme ve dayanışma da olmaz. sırf bu yorucu ve pislik mesleki ortamdan ve birkaç tatsız olaydan sonra pandemiden önce gitarlarımı duvara asıp "bir daha müzisyenlik yapmayacağım." deyip çalmayı bırakmıştım. elimde başka mesleğim vardı, ona yöneldim. pandemi başlayıp mekanlar kapanmaya başlayınca da sadece müzisyen arkadaşlarım için "eyvah" diyebilmiştim. böyle olacağı çok önceden belliydi.

    devlet tabi ki sosyal yardım çıkartsın ancak asıl çözülmesi gereken problem çok daha temelde yatıyor. mekanların sigortalı müzisyen çalıştırması zorunlu tutulmalı veya müzisyenler için şirket vs kurmadan freelance bağkur ödeme fırsatı verilmeli. müzisyenlik yapmak için mesleki yeterlilik belgesi gibi şeyler almak zorunlu olmalı, önüne gelen müzisyenim deyip sahne almamalı. taban kaşe fiyatı belirlenmeli.

    eğer bunlar yapılmazsa pandemiden sonra müzisyenlerin hali çok daha kötü olacak. açılan piyasada herkes borçlarını ödeyebilmek için işlere saldıracak ve sahne fiyatları hızla düşecek. 3 kuruşa çalışır hale gelecekler.
  • müzisyenliği nasıl tanımlarsın? meslek midir mesela? şemseddin sami, sözlüğünde meslek için “her adamın dünyada yaşamak ve geçinmek için tuttuğu yol” demiş. tdk da benzer bir şey söylemiş: “bir kimsenin geçimini sağlamak için yaptığı sürekli iş”. sürekli yapılan “”e “meslek” diyoruz yani. ingilizce’de bu iki terim arasındaki fark çok daha belirgindir. profession (meslek) “özel bir eğitimden geçtikten sonra edinilen iş”tir. yani mesela şener şen’in mesleği öğretmenliktir fakat kendisi yıllardır oyunculuk yapıyor değil mi? demek ki mesleği öğretmenlik, işi oyunculuktur. bizim sözlüklerimizde böyle tanımlanmasa da halk dilinde aslında ingilizce’dekine benzer bir ayrım vardır. kimse milletvekilliğini veya çaycılığı meslek olarak görmez. bunlar tir. meslek olamazlar çünkü milletvekili yahut çaycı olmak için eğitim almaya gerek yoktur. o halde müzisyenlik bir meslek (profession) midir? eh, okulu var ama müzisyen olmak için okula ihtiyaç yok. şimdi bu nokta-i nazardan bakınca mimarlığı da meslek olarak saymak güç. mimarlığın okulu olsa da bilhassa 100 yıl öncesine kadar pek çok iyi mimar okullu değildi. ferdinand cheval’den daha iyi bir örnek düşünemiyorum. e hiç mi meslek yoktu sanayi devrinden önce? vardı. hukuk ve teoloji. bu kadar. çünkü bunların uygulama sahası yoktur. yani usta-çırak ilişkisiyle hukukçu olamazsın. fakat işte biliyorsunuz ki son 100 yılda öğretim kurumlarının sayısı müthiş bir hızla arttı. öğretim kurumlarındaki bu enflasyonun sebebi bilgi enflasyonu mudur yoksa öğretim kurumlarının bolluğu mudur bilgiyi bu denli çoğaltan? laf cambazlığı gibi duruyor olabilir ama hayır, niyetim o değil. bunu gerçekten bir düşünün. enflasyonun olduğu her yerde dağıtımda sorunlar çıkar. bu, bilgi enflasyonu için de geçerli. uygar olmayan halkları düşünelim. düşünmesi kolay olsun diye ölçeği iyice küçültelim. bir kabile veya 50-60 sene öncesinin köylerini getirelim zihnimize. kabile üyeleri veya köy ahalisi hemen hemen aynı derecede bilgilidir. elbette kimilerinin başka başka şeylere istidadı vardır. ne bileyim birisi iyi şarkı söyler, öteki ev yapma konusunda maharetlidir, beriki dini hikayeler anlatmada ustadır, kimisinin de nefesi kuvvetlidir. fakat hayata dair bildikleri şeyler hemen hemen aynıdır. insanın bilmesi gereken her şeyi bilirler. şimdi diyeceksiniz ki insanın bilmesi gereken şeyler neymiş? karnını doyurmak (avcılık, hayvancılık, çiftçilik vs.), yuva yapmak, giysisini dikmek, kendini tanımak (“patlıcan bana dokunuyor”, “uykusuz kalmak başımı ağrıtıyor”, “yalnız kalmaktan korkuyorum” vs.), hayatın sonlu olduğunu idrak etmek. bu saydıklarımı bilen pek az kişi tanıdım akranlarım içinde. hayat okulu falan dedikleri şey tam da budur işte. kendi yuvasını yapabilecek var mı içinizde? işi ustaya, kalfaya yıkmak yok ama. kendin tutacaksın işin ucundan. iddia ediyorum mimarların kahir ekseriyeti gecekondu bile yapamazlar. yuva yapmayı bilmeyen ilk canlı biziz galiba. ne tuhaf. çiftçilik, hayvancılık, terzilik falan, onları da bilen bir avuç insandır. şunu söylüyorum yani; köyde, kabilede, klanda üyelerin hepsi yukarıda saydığım şeyleri bilirler. öğrenemeyen de tutunamaz zaten. bundan başka şeyler de bilirler tabii ama hiçbir zaman çok bilenle az bilen arasındaki makas açık değildir. sanayi devrimi, piyasa ekonomisi, verimli makinelerin icadıyla beraber işler değişti. şimdi birisi uçak uçurmayı biliyor, öteki genom haritası çıkarıyor, beriki block chain teknolojisini geliştiriyor. şuraya varmak istiyorum: gelir dağılımındaki eşitsizliği bilgi dağılımındaki eşitsizlik doğuruyor. şu
    tabloda roma imparatorluğu’ndaki gelir dağılımındaki eşitsizliği göreceksiniz. gini indeksi’ni şöyle okuyun çok çok kabaca; 0’a yaklaştıkça eşitsizlik azalıyor. sanayi öncesi devirde gelir dağılımındaki eşitsizlik, günümüzle kıyasladığınız zaman çok daha azdır. tek istisnası 14. yüzyıldır, o da hıyarcıklı vebanın dünyanın anasını ağlattığı yıllara denk gelir. simon kuznets diye bir ekonomist var, kuznets eğrisi ile meşhur. ters u harfi şeklinde bir eğridir.

    “endüstrileşmekte olan ülkeler, ilk yıllarda gelir dağılımında eşitsizliğin artışıyla karşılaşırlar fakat bu artış tavan yaptıktan sonra geri dönecektir çünküm ilk yıllarda kapitali elinde tutup yatırım yapan kesim zenginleşecektir, daha sonra da kalifiye çalışanların sayısı ve iş gücü kalitesi yükselecektir, bu da maaşların artıp gelir dağılımın dengelenmesini getirecektir” der.

    öyle mi olmuş? yok. thomas piketty, meşhur kitabı yirmi birinci yüzyılda kapital’de bunu anlatır. yani bilgi arttıkça, gelir dağılımındaki eşitsizlik de artacaktır. tabii ben argümanımı temellendirmek için sahaya inip çalışma yapmadım. sırça köşkümden ahkam kesiyorum. ileride birisi bu fikri sınarsa yahut okuyucular karşı argümanlarıyla gelirlerse ne güzel olur. bilgi dağılımındaki eşitsizlikten kastım “birileri iyi eğitim alıyor, ötekiler bundan mahrum kalıyor” falan değil. o kadar çok bilgi var ki, böylesi bir enflasyonda düzgün bir dağıtım yapmak zaten olanaksız. bu paragrafı şöyle bitireceğim: sanayileşmeden önceki dünyada meslek (profession) ve (job) diye bir ayrım yoktu. iki tane profession (meslek) vardı: hukuk ve teoloji. gerisi iş (job). dolayısıyla müzisyenlik de mimarlık kadar, hekimlik kadar, çiftçilik kadar ti ve şimdi de mimarlık (mimarlık fakültesi) kadar, hekimlik (tıp fakültesi) kadar, çiftçilik (ziraat mühendisliği) kadar meslektir. fakat sanatçının özellikle de müzisyenin diğer meslek erbabından farkı vardır. zaten onun mevkiini tartışmalı yapan da bu farklardır. bu da sonraki yazının konusu olsun. bugünkü yazıyı, müzisyen başlığı altına yazacağım yazıların önsözü sayın.

    https://fatmagulunyengesi.substack.com/…utm_source=
  • (bkz: harun kolçak)
  • adettendir; bir konuyu hedef gösterip, onun hakkında hüküm vermeye kalkınca evvela tarihçesinden bahsedilir. geçen hafta “müzisyen” başlığının önsüzünü yazmıştım, bu kez de tarihçesini (bilimsel makalelerdeki giriş kısmına tekabül eder) yazacağım.

    yakındoğu’da iki farklı terim var müzisyen yerine kullanılan: nar ve gala. bu terimler sümerceymiş. akkadça ve asurca’ya da naru ve kalu diye geçmiş. neyse bunların bizim için önemi yok. önemli olan şu, her ikisi de saray ve tapınakla yakın ilişkili zümreymiş. yakın derken, fiziksel olarak yakınlar. bir dostlukları falan yok. onun da sebebi şu; bu insanlar çoğunlukla savaş ganimeti olarak giriyor saraya veya tapınağa. bazı araştırmacılar “içlerinde hür olanlar da olabilir” diye düşünüyor. bir araştırmacı demiş ki “bu kalular homoseksüel veya hermafrodit olabilir” (1). başka bir araştırmacı da “valla bu narular da homoseksüel olabilir” demiş. bakın bir fotoğraf ekliyorum buraya; british museum’da sergilenen, ninova’daki rölyeflerden biri. m.ö.700 civarı olmalı. sürgüne gönderilen yahudiler, kinnor çalmaya zorlanıyorlar. kinnor da işte burada gördüğünüz lir benzeri bir alet. arkadaki kukuletalı adam ne kadar mağrur, dik. önüne kattığı rehineler öne doğru eğilmişler azıcık. ellerinde de saz. alçaltıcı bir şey yani. bizdeki battal gazi filmlerinde falan olur ya, kötü adamlar rehin aldıkları kadını zorla oynatırlar, işte o hesap. erkek rehineye de müzisyenlik yaptırarak aşağılıyorlar anlayacağın.

    yakındoğu’dan başka bir yere bakalım. çin. “yue-ren” deniyormuş müzisyenlere. bunlar usta-çırak ilişkisiyle müzisyenliği öğreniyorlarmış falan filan. hiyerarşideki yeri ne peki bunların? en tepede hanedan, altında soylular, onun altında sıradan halk (esnaf, marangoz, tüccar, çiftçi…), onun altında yarı paryalar (asker, serf) ve en altta paryalar var. kim onlar? sığırtmaç, uşak, fahişe, kadın müzisyenerkek müzisyenin yeri tartışmalı. sıradan halk veya yarı parya olarak görülüyor ama en aşağı sınıfa mensup olmadığı kesin. fark ettiniz mi bilmiyorum, eski çin’de erkek müzisyenin konumu birazcık farklı. öyle veya böyle bir tedrisattan geçiyor müzisyenler. dediğim gibi; usta-çırak ilişkisi var hiç değilse ve öyle anlaşılıyor ki eğitim devlet çatısı altında oluyor (2). bu önemli. bir devamlılık ve ciddiyet var yani. çalışmalarının karşılığında da müzisyenler para alıyorlar. soylular veya hanedan mensupları için çalışan bir uşak yahut memur gibi düşünün. akkad’da, sümer’de, asur’da böyle değildi. daha çok bir ziynet veya ganimet gibi ele geçirilen, değiş tokuş edilen, armağan olarak verilen ve karın tokluğuna çalışan biriydi müzisyen. memurdan çok soytarıyı andırıyordu. unutmayınız ki soytarı krala memurdan daha yakındır ama hiyerarşideki yeri memurdan aşağıdadır.

    zamanı birazcık ileri alıp tekrar bakalım. hem iz sürmek hem de anlamak kolaylaşacaktır. 8. yüzyılda arap dünyasında müzisyenin ahvali ne idi? muganniyeler var. biliyorsunuz. kadın şarkıcı demek aslında fakat "odalık" gibi bir anlama gelmeye başlamış. çünkü islam öncesi zamanlarda qiyan varmış. köle kadınlardır qiyanlar. efendisini meşkle, çengle eğlendirirler. sonra bunların bir kısmına cariye denmiş. qiyan hiyerarşide cariyeden yukarıdadır. ikisi de köledir belki ama qiyanlar kimi zaman yasal eşlerden bile nüfuzlu hale gelebiliyorlar. qiyan bazen azad edilmiş köledir ama cariye her zaman köledir. bu haliyle qiyanları japonya’daki geyşalara veya çin’deki yiji’lere benzetebiliriz. erkekler ne alemde peki? erkek de şarkı söylüyor. onlara da mawla deniyor. çoğulu mawwali. doğru tahmine ettiniz, “maval okumak” bu sözcükten gelir. bunlar da ya köledir ya eski köledir. hemen hepsi yabancı uyrukludur. arap değillerdir. bir de mukhannatun sınıfı var. bunlar kadınsı erkeklerdir. raks ederler, şarkı söylerler vesaire. muhtemelen sadece bununla kalmıyorlar (3). bu yüzden avrupa’daki kastratolara benzemezler. ilginçtir, mukhannatunların partronları ekseriyetle kadınlardır. hür ve zengin kadınlar bunlar tabii (4). çoğu eski qiyan’dır. sonradan hür erkek müzisyenler bunların yerini alacaklar ve mukhannatunlara sadece raks etmek, komiklik etmek falan kalacak. bu müzisyenler nasıl yetişiyor peki? okula mı gidiyorlar? evet. okul derken bilgi’nin kampüsü gibi düşünmeyin tabii. binadan bağımsız bir şey. usta var, çırakları eğitiyor. tabii çoğunlukla da köle kadınlar eğitiliyorlar bu okullarda. bu okul sahiplerinin ilki ve muhtemelen en meşhuru ibrahim el-mevsılî’dir. 8. yüzyılda yaşamış. kendisi de müzisyendir. başta demiştim ya mawlalar arap değildir diye. ibrahim de arap değil. irani halklardan birine mensup (5).

    bu kadar bilgi yeter. fazlası beni sıkar. şimdi eldekiler üzerine düşünmenin vakti geldi. marr-ül beyan laflarda insana ilk çarpan kadın ve erkek müzisyenlerin sosyal statülerindeki farklılık. tahakküm hiyerarşisini kurumsallaştıran, uygulayan, pekiştiren bir acayip aygıt olan devletin, tarihin alacakaranlığında bir yerlerde teşekkül etmesi, sanayileşmeden evvelki en büyük olaydı galiba. bu aygıt kadın müzisyene, hiyerarşinin en alt basamağını reva görmüş. erkeğin evhamını ve şüphesini bertaraf etmek için dans eden, çalan, söyleyen ayartıcı kurnazlar olarak bellenmişler. silah gibi. bu da müziği ziyafetle, içkiyle, dansla iç içe geçmiş erotik, kadınsı, tekinsiz ve büyülü bir şeye dönüştürmüş. müziğe en çok hamilik edenlerle, onu susturmak için en fazla çabalayanların aynı insanlar -din adamları- olması bu yüzden. müzik gibi kadınsı, tekinsiz, erotik görülen bir başka şey de çiçektir biliyorsunuz. hatta kadınlar bu yüzden çiçektir. din adamlarının çiçek kültürüne karşı tavrı da müziğe karşı aldıkları tavra fevkalade benzer. rosalia, lupercalia, floralia gibi bir dünya pagan festivalinde çiçek baş köşedeyken kitab-ı mukaddes ve talmud’da çiçeklerin esamisi okunmaması bunun delilidir. yahudilerin mezarlıklarında bile görmezsin çiçeği. agnes lambert’in makalesinde şöyle bir pasaj var:

    ”talmud’a göre, yahudi olmayanlar festivallerde idollerini güllerden ve dikenlerden yapılma taçlarla ve çelenklerle süsleyebilirler; ama seçilmiş halkı diğerlerinden ayırt eden işte tam da böylesi sunuların olmamasıdır. putperest milletlerin bahçeleri ve ağaçlıkları genellikle onların müstehcen davranışlarını sergiledikleri mekanlardır" (6)

    yahudiliğin çiçek kültürüne karşı takındığı tutumu daha sonra hristiyanlık taklit etti. hristiyan roma rosalia festivalini kati suretle yasakladı. hatta gülün mezarlıklara bile konması engellendi. gül çiçeklerin en meşhuru ve müstehcenidir biliyorsunuz. o yüzden hedeftedir. yenir bir şey olmadığı halde kültive edilen ilk bitkidir çünkü. herkesin dışladığı gülü islam sahiplenir ama onu uhrevi bir sosa bular. islam ve gül kelimelerini yan yana getirince hepinizin zihninde canlanan kitsch görüntüyü tahmin edebiliyorum. fakat gül çok geçmeden islam’da da kadınsı, erotik, tekinsiz vasfını tekrar kazandı. islam’ın güle ve kadına bakışı şaşırtıcı derecede benzerlik gösterir. gül, bahçedeki diğer çiçeklerle birlikte olamaz mesela. gülistan denen ayrı bir yerdedir o. buna tecrit mi dersiniz taziz mi dersiniz bilmem. hristiyanlar da müslümanlar gibi süngüyü indirdiler. lupercalia festivaline aziz valentine günü deyiverdiler. washington post'un 1991 şubat ayındaki haberine göre, sevgililer gününde abd'de 400 milyon dolar değerinde çiçek satılmış. çiçeklerin %70'i gülmüş ve satın alanların hemen hepsi erkekmiş. yaaa.

    şuna varmak istiyorum; tekinsiz, erotik, kadınsı, büyülü şeylerin serencamı hemen her kültürde aynıdır. bunlar halk dininde ve kültüründe filizlenirler. evvela uhrevi ve büyülüdürler. sonra zürriyetin sembolü haline gelir; erotikleşir, kadınsılaşırlar. devlet dini ise (yahudilik, islam, hristiyanlık vs.) bu sembolleri hor görür, yasaklar, yok etmeye çalışır ancak hiçbir zaman baş edemez çünkü bu semboller halk dininde gizlice de olsa yaşamaya devam ederler ve devletin geri adım attığı ilk yerde kutsallık sosuna bulanmış halde görünür hale gelirler. bu noktadan sonra da devlet, bu sembolleri halktan bile fazla bağrına basar. siyasi ve dini otoritenin hamiliği uzun vadede soysuzlaşmayı doğurur ve kutsallık cilasının altından şehvet, ihtiras, kösnü pırıl pırıl ışıldamaya başlar. müzik ve müzisyenin serencamı da bundan farklı değildir. bunu da gelecek haftaya bırakalım.

    sağlıcakla.

    *yazının kaynakçasını falan da bulabileceğiniz derli toplu versiyonu da şurada
  • müzisyenin derdi nedir? en çok neyden yakınır? saygı görmemek, toplumdan dışlanmak, anlaşılmamak, yanlış anlaşılmak, parasızlık… aklıma ilk gelen bunlar. peki bu şikayetlerin hangileri ezeli ve/veya beynelmileldir? müzisyenler kalûbelâdan beridir hakir mi görülürler mesela? geçen yazıda müzisyenlerin 3000-4000 sene evvelki ahvalini yazmıştım. ganimet gibi ikram edilen, armağan gibi alınıp verilen, soytarı gibi yanında gezdirdiğin bir şeymiş o zamanlar müzisyenler. öyle anlaşılıyor. fakat aynını 17.yüzyıldaki osmanlı veya habsburg hanedanı saltanatındaki müzisyenler için söyleyemeyiz değil mi? j.s.bach veya ali ufki’yi düşünün. belki el üstünde tutulmuyorlardı ama saygı gördükleri kesin. saygı gören şey sadece müzisyen değil tabii, müziğin kendisi de muteberdir artık. sizce koca roma imparatorluğu’ndan neden hiç müzisyen imparator çıkmamıştır? 1000 küsur sene, 200’e yakın imparator var ama bir tane müzisyen yok içlerinde. şaşılacak şey. nero’nun az buçuk lavta çaldığı söyleniyor ama şaibeli. hepi topu bu. ahameniş, selçuklu, khmer, aksum, goguryeo, mısır, sümer… bir tane müzisyen kral, prens, tiran vs. çıkarmamışlar. geçen yazıda dediğim gibi; çünkü müzik kadınsı, erotik, tekinsiz bir şeydi. sonra ne oldu? 5000 sene evvel filizlenen devlet aygıtı köklendi, serpildi ve nihayet 4000 yıl sonra meyve verdi. bu meyve devlet sanatıdır. hah. şimdi önemli bir yere geldik işte. mısır, bir devlet kurmakla güzelliği de icad etmiş oldu. gücün yaşayan bir tanrı olarak tek kişide toplanması -kim ne derse desin- tarihteki en büyük kültürel ilerlemelerden biridir. devlet demek odaklanma, yoğunlaştırma, kavramsallaştırma demektir. fakat o zamanların dinleri bereket dinleriydi. toprakla, hayvanla, zürriyetle iç içeydi. mısır devletini doğuran da bu bereket diniydi. oysa semavi dinler beslenme sorunu çözüme kavuştuktan sonra gelişmiş, kurumsallaşmıştırlar ve katiyen bereket dini değildirler. bu yüzden toprağa, hayvana değil semaya bakar, ilhamını oradan alırlar. mısır devletinin başı bir tanrıydı ama bu tanrı halkın arasında, toprağın üzerinde yaşayan bir tanrıydı. fakat milattan sonraki 5. yüzyılda artık tanrı gökyüzünde, yukarıdadır. ulaşılmaz bir şeydir o. yeryüzündeki gölgesi olan hükümdar ve onun aygıtı olan devletin müziği de alelade bir şey olamazdı artık. halk müziği ve sanat müziği (devlet müziği) ayrımı tarihin bu noktasında başlamıştır işte. devletin borusunu öttüren müzisyenler de hekim gibi, aşçı gibi muamele görmeye başlamışlardır. bu müzisyenlerin parasızlık gibi dertleri yoktu. ya da şöyle diyelim, herkes kadar parasızdılar. saygı sorunu da devlet sanatının doğuşuyla çözülmüş oldu. geriye bir tek “anlaşılmamak”, “yeterince özgür olmamak” falan kalıyor. bu acaba bir sorun muydu o devrin müzisyeni için? ya da ne derece önemli bir sorundu? bunu kestirebilmek zor ama brahms’ın, schumann’ın, mendelssohn’un mektup ve günlüklerinde göz gezdirince hiç böyle bir şeye rastlamazsın. ben şimdi devlet sanatıyla iştigal eden müzisyenler hakkında yazıyorum tabii. halk müzisyenlerinin durumu bundan çok farklıdır. bunu yeni paragrafta konuşalım.

    halk müzisyenlerini iki başlıkta toplamak gerek: profesyoneller ve amatörler. dikkat ettiyseniz bu ayrımı sanat müzisyenleri için yapmadım çünkü sanat müziği icra edenler içerisinde amatör, profesyonel değil usta ve çıraklar vardır. her çırak usta adayıdır fakat her amatör profesyonel olmaya aday değildir. hatta hemen hemen hiçbir zaman amatörler profesyonele evrilmezler. böyle bir niyetleri yoktur zaten. buradan şu sonuca varırız: ustalık veya çıraklık bir durumdur ancak profesyonellik ve amatörlük bir tutumdur. halk müziğinin profesyonellerini konuşalım önce. bunlar eski zaman müzisyenlerinin ve müziklerinin bakiyeleridirler. halkın ve devletin nazarında değersiz, soysuz, kadınsı görülürler. lautari derler bir zümre vardır. bir ara bahsetmiştim bunlardan. romence bir isimdir bu. “lavtacı” demek. çingenelerin müzikle iştigal eden kısmına bu isim verilir. kalaycı, bileyci, ayı oynatıcı (ursari), demirci (kalderaşi), çiçekçi (florari) vs. vs. diye minik minik topluluklardan oluşur çingeneler biliyorsunuz. lautari de bunlardan biri işte. göçebedirler, şehir şehir bazen ülke ülke gezerler. sık sık düğünlerde çalarlar. geçimlerini de böyle sağlarlar. bir de yahudiler var. ikinci tapınağın yıkılışı, yahudi kültüründe ve inanışında çokça yer işgal eder. alevilikteki mateme, kerbela’ya benzer. seküler müziğe şüpheyle bakan semitik gözler, tapınağın yıkılışı sonrası dini müziği bile men ederler. bu yasağın kalktığı iki istisna vardır; biri düğün öteki purim (purim'e yahudi halloween'i diyelim). düğünlerde ve purimde çalan müzisyenlere badchonim denir. yidçe’de badchen diyorlar. bir de centiller için (yahudi olmayanlara centil denir) müzik yapan yahudiler vardır. onlara da klezmorim derler. günümüzde bir müzik janrını ifade etmek için kullanılsa da klezmer, yahudi çalgıcılardan oluşan orkestralara verilen isimdi. bunların işlevi orta çağ’daki troubadourlara benzer biraz. troubadour 11 ve 13. yüzyıllar arasındaki avrupalı gezgin halk ozanlarına verilen isim. kabaca tarifi bu. haçlı seferleri’nin olduğu tarihe denk geliyor dikkat ettiyseniz. savaş demek sadece ölüm, yıkım, güç dengesi vesaire demek değildir. savaş aynı zamanda bir temas, kültür alışverişidir. haçlı seferleri de doğu-batı arasında uzun zamandır kopuk olan teması ve alışverişi sağlamıştır. troubadourlar da bu kültür alışverişinin müzik kısmında çalışan çarklarıdırlar. onlarla beraber batı’ya taşınan doğu ezgileriyle, avrupa’da yeni sanat (ars nova) peydah olmuştur. klezmer de böyledir. balkan müziklerini fas müziğiyle; osmanlı müziğini ispanyol müziğiyle buluşturmuştur. tabii bu müzisyenler de göçebedirler. aslında tam olarak göçebe değiller fakat fazlasıyla mobiller. göçebelik başka bir şey. göçebe medeni değildir bir kere. yahudi cemaati ise her zaman medeni olmuştur. şehirli göçebe diyelim hadi. neyse. yahudi müzisyenler avrupa ve yakındoğu’da epey yaygındırlar. adam wolf’un 19. yüzyılda yayınladığı kroniklere göre istanbul’da sur içinde bile 500’den fazla yahudi müzisyen varmış. bu orkestralarda kadın müzisyenler de var. öyle revaçtalar ki işin tüm kaymağını bunlar yiyorlar. böyle olunca da hemen devletler işe koyuluyor, abuk subuk yasalar çıkarıyorlar ya da vergiler koyuyorlar. bu da yetmeyince 17. yüzyıl avrupa’sında “yerel birimin izni olmadan çalamazsın” demeye başlıyorlar. hatta kendi düğünlerinde ve bayramlarında çalmaktan bile men ediyorlar insanları. işin garibi yahudi cemaatinin ruhbanları bu karara pek muhalefet etmiyorlar. "ikinci tapınak yıkılmış, bazı tatsız şeyler yaşanmış, siz hala goygoy, şamata peşindesiniz..." falan, filan.. fakat tabii ki böylesi keyfi yasaklar hiçbir zaman karşılık bulmazlar ve delinirler. bu da öyle olmuş. bizim memlekette de abdallar vardır değil mi? türk mü yoksa çingene midir abdallar? bilmiyorum. fernand grenard bu sorunun cevabına ilk kafa yoranlardan biri. “luli çingenesi olabilir bunlar” demiş. bir çok başka isim de “yok canım bunlar türkmen” falan demiş. bu soruya verilecek cevabın yazıma katkısı olmayacak. o yüzden çok kurcalamıyorum. önemli olan şu; bunlar da tıpkı klezmorim ve lautariler gibi ekseriyetle konar göçerdirler ve toplumda itibar görmez, hakir görülürler. anadolu’da her meslek grubunun bir piri vardır. mesela hekimlerin piri lokman’dır. berberlerin piri selman-ı pak, dokumacıların şit, demircilerin davud, marangozların habib neccar vs. vs. müzisyenlerin? yoktur tabii ki. dünyanın hemen hemen her yerinde bu yüzden profesyonel halk müzisyenleri ya azınlık milletten, ya mülteciden ya da göçebeden çıkar. abdallar da bu yüzden ehl-i sünnet değillerdir. sadede geleyim; profesyonel halk müzisyenleri mensubu oldukları cemaat içerisinde saygı görseler de kendi cemaatleri dışındaki halk tarafından hor görülürler. yaptıkları iş ne meslek ne de sanat olarak kabul edilir. fakat parasızlık, profesyonel halk müzisyenleri için de bir sorunmuş gibi durmuyor. herkes kadar iyi yahut kötü haldeler.

    son paragrafta amatör halk müzisyenlerine geldi nihayet sıra. baştan şunu söyleyeyim; amatör halk müzisyenliği bir meslek değildir. hiçbir zaman da meslek olarak görülmemiştir. çünkü usta-çırak tedrisatından geçmemiştir bu müzisyenler. eğitimsizdirler. üstelik rızıklarını da müzikten kazanmazlar. bu insanlar müziğe yatkınlığı olan fakat hevesleri taşkın olmayan kimselerdir. leğeni ters çevirir tef yaparlar, kaşık çalarlar, iptidai kimi aletler tıngırdatırlar. bu onlar için vazgeçilebilecek bir bagajdır. “yasak kardeşim çalma” derse bir gün ekabir, çalmazlar. haliyle günümüz müzisyenleriyle aynı dertlerden muzdarip değillerdir. her birinin muhakkak başka ve asıl bir mesleği vardır. işte böyle. gelecek yazıda da günümüz müzisyenlerinin ahvalini konuşur, bu faslı bitiririz.

    sevgiler.
    https://fatmagulunyengesi.substack.com/…utm_source=
  • 5000 küsur yıl evvel mısır’da filizlenmiş olan ve kültür tarihinin şüphesiz en önemli terakkisi olan tek adam rejimi, zaman içerisinde dallandı, budaklandı ve devlet denen aygıtı meydana getirdi. tepesindeki adamın tardedilmesi ise pek yenidir: 1815. napolyon savaşları ve 1812 savaşı nihayete ermiş, isviçre’de restorasyon dönemi başlamış, hollanda iki meclisli parlamenter sisteme geçmiş, avusturya-prusya ve rusya monarkları arasında ittifak kurulmuş, lüksemburg’a bağımsızlık verilirken norveç isveç’e; belçika da hollanda’ya zorla verilmiş… viyana kongresi (1815) insanlık tarihinin dönüm noktalarından biridir. niye? 1815-1914; neredeyse bir asır boyunca batı’da hiç savaş olmamış. menendi duyulmuş şey mi bu? kutsal ittifak ve kilise bu kongreyle birlikte tahtından indiler ve yerlerini avrupa konseyi’ne bıraktılar. o zamanlar bu isimde bir yapı yoktu fakat concert of europe isimli farazi bir çatı altında birleşiyordu devletler. bu farazi çatının kilise, derebeyleri yahut monarklar gibi her yana uzanan kolları yoktu. gevşek bir yapıdır yani kurulan. baskı uygulayacak gücü olmamasına rağmen nasıl oldu da 100 sene boyunca dağılmadı peki? cevabı herkes tahmin edebiliyor değil mi: denge. dengeyi iyi kurmuşlar. bu kısmı mâlumun ilâmı. bunca kral, bunca devlet adamı gelmiş geçmiş, hiç mi birinin aklına gelmemiş peki denge kurmak? ya da akıllarına gelmiş de becerememiş mi onca adam? olacak iş değil. e peki 19. yüzyıldan evvelki dünyada ne eksikmiş de bu denge kurulamamış bir türlü? uluslararası piyasa. daha evvelinde böyle bir şey yoktu. para veya ticaret pek çok zaman savaşın sebebidir belki ama barışın da teminatıdır. 1815-1914 arası hiçbir uluslararası savaş olmamasının sebebi de budur. barış büyük devletler için pek hoştur ancak aynını küçük devletler için söylemek güç. viyana kongresi küçük devletleri büyük devletlerle uyumlu davranmaya zorlar. amaç ortak çıkarı korumaktır. ortak çıkar da barıştır. barışı varılması gereken bir hedef ya da muhafaza edilmesi gereken bir değer olarak görmek insanlık için çok yenidir. ilk kez 18. yüzyılda dillendirilmiştir. rousseau bu fikri savunanların belki de ilkidir. françois d'ıvernois onu “barışı özgürlüğe tercih ettiği” için suçlar. barışı özgürlüğe tercih etmek! ortak çıkarı korumak için küçük devlet halklarından beklenen işte budur. barış için özgürlüklerinden feragat etmek. peki bu uluslararası piyasa veya piyasa ne menem bir şey de, konusu müzisyen olan bir makalenin belkemiğini oluşturuyor?

    adam smith’ten önceki dünyadan bahsedelim biraz. geçimin ezici çoğunluğu topraktan sağlanırdı. ondan sonraki başlıca geçim kaynağı da zanaatti. kimdir zanaatkar? bezzaz, çıracı, terzi, duvar ustası, marangoz, kunduracı… ticaret ise oldukça mütevazi bir yer işgal eder. demek oluyor ki eski dünyada insanlar rızıklarını elleriyle, bedenleriyle kazanıyorlardı. bunun dışında kalan tüccarlar ve memurların sayısı pek azdı. müzisyenler ise biliyorsunuz ki dünyanın her yerinde devletin ya da soyluların emrinde çalışırlar. bunun dışında kalanlar da -evvelki yazılarda da anlattığım gibi- toplumdan dışlanan veya azınlığa mensup kimselerdi. dolayısıyla diğer meslek grupları gibi bir lonca falan oluşturamazlar. fakat her iki halde de geçimlerini el emeğiyle kazanırlar. dolayısıyla tüccardan çok çiftçi veya zanaatkara yakındırlar. piyasanın oyuncularını tanımış olduk böylelikle. şimdi biraz da piyasadan bahsedelim. çiftçi artan ürününü pazara götürür, satabilirse satar ve kazandığı parayla ihtiyaçlarını giderir. ne bileyim celepten et alır mesela. hayvanı yoksa eti nereden bulsun yoksa. ya da halı alır, kundura alır falan filan. bazen de takas ederler. adam smith insanın takasa, değiş tokuşa meyilli olduğunu yazar. “bu, insanın doğasında vardır” der. para da bu işlemi hızlandırmak için kullanılan bir araçtır ona göre. adam smith yanılıyor; insanın doğasında olan şey takasa yatkınlık değil mütekabiliyettir (karl polany buna “the principle of reciprocity” der). tüccar ise gider bir marangoza beş tane masa siparişi verir mesela ve sonra üzerlerine kar koyar, onları alıcıyla buluşturur. dikkat ettiyseniz piyasada maaşlı çalışan yok. piyasanın binde bir bile etmeyen memurlardır ancak maaşla çalışanlar. yani kimse bir kunduracıyı işe alıp haftalığına şu kadar para ödemez. yani satılan şey “mal”ın kendisidir. emek zamana ya da başka bir ölçüye endekslenmemiş, birimlere ayrılmamış, fiyatlandırılmamıştır. emek ve insan iki ayrı şey değildir o yıllarda. fakat verimli ve karmaşık makinelerin icadıyla beraber işler değişir. buna sanayi devrimi diyorlar. bu makineler hem çok pahalı hem de kullanmasını öğrenmek gerek. tüccar böyle bir şeye para yatırmadan önce alıcı ve yeterince hammadde bulacağına emin olmalıdır. polany’nin deyimiyle “tüm üretim faktörleri satın alınabilir olmalıdır. bunun için ise koşullar hazır değildir, yaratılmaları gerekir.” koşullar yaratılınca da gider sorarsın adama; “günde 8 saat halı dokumak için kaç para istersin?” dokumacının tezgaha koyduğu şey halı değil emeğidir artık. insan ve emeği birbirinden böyle ayrılmıştır. doğa ile hammadde’nin ayrılışı da piyasanın marifetidir. özetle; geçim amacının yerini kazanç amacı almıştır. bu, insanın doğasına aykırıdır. beraberinde muhakkak yozlaşmayı getirir. öyle de olmuştur. dünyanın son 200 senede müthiş bir hızla tek tipleşmesi, çirkinleşmesi, bayatlaması bundandır. günümüzün müzisyeni kimdir? madonna ile robert wyatt’ı; andre rieu ile carolin widmann’ı; ebru gündeş ile burcu göktürk’ü; kenny g. ile lee konitz’i; ibrahim tatlıses ile erdal erzincan’ı birbirinden ayıran şey nedir? birinciler star veya zanaatkâr, ikinciler müzisyen yahut sanatkârdır. zanaatkârın ürettiği şey mal, sanatkârın ürettiği şey eserdir. malın tanımı eskiden sarihti; “satmak veya bir başka ürünle değiştirmek için üretilen şey”. fakat zamanla emek, toprak ve para gibi üretilemeyen şeyler de alınır satılır hale geldi biliyorsunuz. tanım “bir başka ürünle değiştirilebilir veya satılabilir şeyler” olarak değişti. sanayi devriminden önce müzik bir mal değildi. müzisyen ile müziği birbirinden ayrılmamıştı. depolanan, arttırılan, taşınan, takas edilebilen bir şey olamazdı zaten müzik. yazıya dökülebilir, aktarılabilirdi ancak bir bedene bürünmemişti. bu imkan kayıt teknolojisiyle birlikte doğdu. ivan illich’in deyimiyle; “verimli aletler” müzisyeni eserinden ayırdılar. artık düğün çalgıcısı, ninni okuyan anne, kumsalda tıngırdatılan gitar, üniversite partilerinde çalan müzik kulübü grupları fazladan bir bagaja dönüştüler. nostaljik bile değiller. bluetooth hoparlörün var mı? başka hiçbir şeye ihtiyacın yok. insan ve emek, doğa ve hammadde, müzisyen ile müziği birbirinden ayrıldığı zaman başladı yozlaşma. bu kelime o kadar çok kullanılır oldu ki o bile yozlaştı. ben içini doldurup öyle koyayım önünüze. yoz ne demek biliyor musunuz? genelde bozuk, çürük, dejenere anlamında kullanılıyor. anası, babası ya da dedesi, ninesi köyde büyüyen varsa bir sorsun onlara yoz ne demek diye. yoz, kısır demektir. yoz malı veya yoz sığırı lafını muhakkak duymuşlardır. bazan çalışmayan hayvan için de yoz derler. tavuğun yumurtlamaktan vazgeçmesi “yozukmak” tır mesela. ekim, biçim yapılamayan, verimsiz toprak “yoz yer”dir. falan filan… modern insanı tanımlamak için bundan daha isabetli bir sözcük düşünemiyorum. modern insan demek üretimden vazgeçen insan demektir çünkü. insan emeğinden, müzisyen müziğinden ayrılınca işte bu oluyor. yozlaşıyor. kısırlaşıyor fakat kelimenin diğer anlamıyla dejenere de oluyor. polany mütekabiliyetin insanın doğasında olduğunu yazmıştı. günümüz insanı için bunun geçerli olduğunu düşünmüyorum. üretmekten vazgeçmeyen ve eserini tezgaha koymayan müzisyenin günümüzde yersiz ve yurtsuz oluşu mütekabiliyetin unutulmasındandır. onun yeşereceği, hayatta kalacağı bir dünya yok artık. patreon’dan bağış bekleyedursun. haliyle müzisyenlik günümüzde varlıklı ana-babaların tuzu kuru evlatlarına nasip olabiliyor sadece [burun kıvırarak söylemiyorum bunu]. şimdi bu serinin ilk yazısına döneceğim. orada uygar olmayan insan için “insanın bilmesi gereken her şeyi bilirler” demiştim. insanın bilmesi gereken şeyleri de sıralamıştım: “karnını doyurmak (avcılık, hayvancılık, çiftçilik vs.), yuva yapmak, giysisini dikmek, kendini tanımak (“patlıcan bana dokunuyor”, “uykusuz kalmak başımı ağrıtıyor”, “yalnız kalmaktan korkuyorum” vs.), hayatın sonlu olduğunu idrak etmek.” günümüz insanı ve dolayısıyla günümüz müzisyeni bu bilgilerin ezici çoğunluğundan mahrumdur. bu da onu başkasına muhtaç hale getirir. biliyorsunuz, sanayi devriminden evvel müzisyenlerin, ressamların hamileri vardı. fakat onlar hamilere hayatlarını idame ettirebilmek için ihtiyaç duymuyorlardı. sanatlarını icra edebilmek için ihtiyaç vardı hamilere. cubase’de davul yazıp, evde gitar kaydedip, distrokid’den albüm yayınlamak gibi bir imkanları yoktu. 15-16 kişilik bir orkestraya eserlerinizi çaldırmanın ne kadar maliyetli olabileceğini bir düşünün isterseniz. yani bir hami bulamasaydı da açlıktan ölmezdi bu insanlar. wagner’in babası katip, brahms’ınki şerbetçi, ıtri’ninki aktar, haydn’ınki köyde kağnılara tekerlek yaparmış vs. tabii ki o dönemde de çoğu müzisyenin ailesi varlıklıydı ancak demek istediğim şu; o dönemki müzisyenlerin her biri yaşamlarını kendi başlarına sürdürmeye muktedirdiler. şimdikiler değil. aralarında bir fark daha var. ondan da bahsedip bitireceğim. yazının başında viyana kongresi’nden bahsettim. eski düzenin (ancien régime) sonu diye de okuyabilirsiniz. eski düzenin ekonomik cihetinden bahsetmiştim. siyasal yönü de herkesin malumu: müstebitler devri. monarklar 1815’ten sonra öyle zayıfladılar ve küçüldüler ki, süs köpeği gibi sevimli, uysal hale geldiler. avrupa’nın pek çok ülkesinde de ziynet gibi muhafaza ediliyorlar. devletin hacmi küçülürken özel kişi ve grupların nüfuzu artmış oldu. başta demiştim ya “kültür tarihinin şüphesiz en önemli terakkisi tek adam rejiminin icadıdır” diye, hah şimdi tersini düşünün. madem ki devlet demek odaklanma, yoğunlaştırma, kavramsallaştırma demek; devletin küçülmesi veya kişilere pay edilmesi de dağınıklık, esneklik, gevşeklik demektir. çok çarpıcı bir örnek vereyim size. klasik batı müziği diye bir şeyin gelişmesi, olgunlaşması ve nihayet kurumsallaşması bundan 500-600 sene evvel oldu. son 500-600 sene boyunca avrupa’nın en liberal, en özgürlükçü ülkesi sizce kimdi? şüphesiz ingiltere. adamlar 1215 yılında magna carta ile kralın yetkilerini kısıtlandırmışlar. kefenin diğer tarafında da şimdiki almanya, o zamanki kutsal roma imparatorluğu olsa gerek. iç karışıklık komşu krallıklara göre yok denecek kadar az. son derece stabil ve güçlü bir monarşi var. öyle olmasa 300 sene başta kalmaz habsburg hanedanı. prusya da böyledir. orada da hohenzollern hanedanı var mesela. krallık dağılana kadar da başta kalmışlar (300 sene). ingiltere’de hiçbir hanedana 100 sene bile nasip olmamıştır. çarpıcı kısma şimdi geliyorum. felsefe, siyaset teorisi, ekonomi, askeri teknoloji, teoloji vesaire gibi konularda avrupa’nın en önemli ülkelerinden biri hatta belki ilki olan ingiltere, besteci ve müzisyen çıkaramamıştır. 600 senelik klasik batı müziği tarihine kayda değer tek isim kazandırmıştır: henry purcell [1659-1695]. john dowland iyi bir bestecidir belki ama sadece almanya’dan yüzlerce dengi çıkmıştır. britten ve elgar ise fasa fisodur. asla büyük bestecilerden değillerdir. buna karşılık almanya-prusya adeta bir vahadır. viyana kongresi sonrası batı ise tam bir çöldür. 19. yüzyıldan itibaren klasik batı müziği’nin dinamosu ruslar ve onların etki altına aldığı milletlerdir. şaşırtıcı değil çünkü devletin ve monarkın (çar) en kavi olduğu yerdi rusya. stravinsky, şostakoviç, balakirev, mussorgsky, prokofiev… bunlar son büyük müzisyenlerdir. buna karşın özgürlükler ülkesi abd ne kadar didinse de müzisyen çıkaramamıştır. varese, cage, cowell… bunlar fikir adamıdır. belki charles ives bir istisna olabilir o kadar. kendini tanrının gölgesi olarak gören müstebitler olmadan veya onların aygıtı olan devlet olmadan müzisyen özgür ancak sahipsizdir. dağ doğurmak istese de fare doğurmaya yazgılıdır.

    https://fatmagulunyengesi.substack.com/…source=copy
  • türkiye’de müzisyenlikten düzenli ve doyurucu bir gelir elde etmek çok zordur. enstrümanınızda iyi bile olsanız. genelde batı ülkelerinde falan var sırf müzisyenlik yaparak geçimini sağlayanlar.
  • 1983 eurovision şarkı yarışması türkiye finali'nde vedat sakman tarafından seslendirilen, söz ve bestesi kendisine ait şarkı.

    bir gazino, taverna ya da bir barda
    aşk şarkıları söyler müzisyen
    bazen üzgün, bazen içten ve çoşkuyla
    tüm sevenleri sarar müzisyen

    her gecenin sonunda şarkılar susunca
    sessiz, yorgun, gururludur müzisyen
    ve yılların sonunda alkışlar durunca
    yine de mutlu, umutludur müzisyen

    ne parası pulu, ne de şöhret merakı
    melodilere tutsak aşık, sevdalı
  • asgari ücrete göre bir zam aldılar mı merak edilen meslek. haklarını alabiliyorlar mı? sigortalarını ödeyebiliyorlar mı? nasıl yaşıyorlar merak konusu.
hesabın var mı? giriş yap