• iletişim yayınları'dan aslı vatansever ve meral gezici yalçın imzasıyla çıkan kitap.
    akademisyenin vasıfsız işçiye dönüşüm süreci ele alınmış.
    özel üniversitelerde çalışan hocaların böyle bir zorunluluğu var.
    akademisyen sayısı az olduğu için hem uzmanlık alanınıza ait dersleri alıyorsunuz hem de kalan dersleri bölüşüyorsunuz.
    sonuçta o üzerine çalışmadığınız derslerdeki hocalığınız da lise öğretmenliği gibi oluyor.
    http://www.iletisim.com.tr/…ririz/9018#.vk9nlifxyk0
  • saldırgan kapitalizmin kendini yoketmesi ile sonuçlanabileceğine dair özel bir örnek. yökün ne için kurulduğu,niçin bu vakıf üniversitelerinin mali durumlarının açıklanmadığı daha iyi anlaşılıyor.
  • türk yüksek öğreniminin içler acısı hali, ilk kez bu denli kapsamlı bir çalışma ile ele alınıyor. vakıf üniversiteleri özelinde yapılan çalışmanın, söylendiği gibi artık birçok devlet üniversitesi için de geçerli olduğunu söylemekte beis görmüyorum.

    mikro ölçekte üniversiteleri inceleyen bu çalışma, aslına bakılırsa makro düzlemde ülkeye ayna tutuyor. yeni türkiye'nin bakkal dükkanı gibi açılan üniversiteleri, kraldan çok kralcı yetiştirmeye yarayacak. (bkz: en az 3 çocuk yapın)

    bu anlamda, yücebaş'ın taşra üniversiteleri için yaptığı tespit, genellenebilir bir konumda duruyor: "...bir slogana sığdırılmış tanımlamalar, taşra üniversitesinin paket program olarak ne ifade ettiğini anlatırlar. slogan, taşra üniversitesinin itibarıdır. her bir slogan, aynı zamanda büyük bir iddiayı içerir. ama idea olarak üniversite, sloganlar arasında bir iddiaya kurban gitmiştir. sloganlar, olması istenilenin aşırılaştırılmasıyla oluşur. taşra üniversitesi, bunları olmak istemektedir ancak reklam mantığı içerisinde oluşturulmuş bu sloganlarda ifade edilen değerler (özgürlük, sevgi, parlaklık vb.) salt bir aktarım unsurudur. bu anlatım biçimi içerisinde değerler, şeylerin içinde değil, onların aktarılmasında var olurlar." (mesut yücebaş, "sürgün üniversite: taşrada üniversite sıkıntısı", toplum ve bilim dergisi, istanbul, 2015, sayı 133, s. 283) bu nedenle biz bunları tabela üniversitesi olarak adlandırıyoruz.

    ne ders olsa veririz, cahil hoca, ezilenlerin pedagojisi ve ibrahim kaya'nın, "yeni türkiye: modernliği olmayan kapitalizm" kitabı, kimi kısımlarında paralellikler taşıdığı için beraber/sırayla okunmalı. ve bu kitapları yalnızca eğitim mensupları veya ilgililer falan da değil, bence herkesin okuması gerekiyor.

    ilk olarak şunu söylemek yerinde olur; tarih, çok yavaş seyreder, etkilerini göstermesi uzunca bir sürece yayılır ve o sürecin sonunda gözle görünür hale gelir. ne güzel yazmış galeano: "bir ulusun bilinci bir gecede değişmez." castro, küba devrimi yapıldığında, "kübalıların çoğu antiemperyalist bile değildi" diyor.

    mustafa kemal, tbmm'nin açılışından ölümüne değin, ülkede bir şeyleri değiştirmeye, yüzyılların getirisi karanlık düşüncenin sisini dağıtmaya ve ortadan kaldırmaya, bu topraklarda kendi rönesans'ını yaratmaya ve yaşatmaya çalıştı, onu da ancak biraz başarabildi. sonrası, daha da ileri gidiyorum, bugünümüz işte ortada: arap sevdalısı, tamamen din referanslı bir iktidar.

    özal, 1993'te hayatını kaybetti, bu anlamda eserini tam manasıyla göremedi ama neticede başardı. özalizm kazandı. 1980'de, 24 ocak kararlarıyla başlayıp, 12 eylül ile devam eden, eleştirel düşünceyi, sorgulamayı ve eylemi yok eden süreç, 2000'li yılların türkiye'sinde hedefine ve amacına tam anlamıyla ulaşmış vaziyette. gemisini kurtaran kaptan. herkes günü, kendisini kurtarmanın derdinde, konformizmin avucunun içinde geziyor... (bkz: #24151502)

    ve konumları itibarıyla en çok kendilerinden beklenen grupta, akademide dahi haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı kolektif bir direniş örneği görülmediği gibi, bireysel çabalar, kitaptaki örneklerden de anlaşıldığı üzere, sosyal ve yakın çevre tarafından gereksiz görülüp eleştiriliyor. bu noktada da, ilhan arsel'in biz profesörler isimli kitabının mutlaka dikkatlice okunmasını salık veririm. (bkz: ilhan arsel) (bkz: biz profesörler)

    sözün özü, biraz amiyane bir tabir olacak ama, hababam sınıfındaki inek şaban'ın dediği gibi; türkiye'de tünelin ucu bombok bir yere çıktı. postmodern düşünce ve neoliberalizm zaferini ilan ederken, ardında memnuniyetsiz yığınlar hemen göze çarpıyor. ama böyle olacağı da belliydi...

    bugün istanbul'un muhtelif bir semtinin artık sokak aralarında bile trafik var. şimdi şöyle bir yakın çevrenizi, tanıdıkları düşünün bakalım, özel arabası olmayan kaç kişi tanıyorsunuz mesela? cebinde son model akıllı telefonu olmayan? bir elin parmaklarını geçmeyecektir.

    gerçi, işin bir de şu yönü var, ondan da bahsetmek lazım hazır yeri gelmişken. pohpohlanan bu tüketim kültürü, tatmin edici bir mutluluk, manevi bir doyum da getirmedi beraberinde. söz gelimi son model arabayla sürat yapmak, çoğu kimseyi doyuma ulaştırmadı. çünkü katışıksız tüketimi körükleyen reklam sloganları, ufak mutlulukların yaratacağı hazzın onda birini verecek güce sahip değil. dolayısıyla, avrupa'nın herhangi bir başkentinde, otomobillerin dünyasında değil de yeşilliklerin arasında, bisikletle hafta sonunda pedal çevirmenin, parkta çimlere uzanıp kitap okumanın zevki bambaşkaydı, bunu bir türlü anlayamadık, çünkü hiç deneyimlemedik.

    tekrar konuya dönmek gerekirse, ülkede yaşayan insanların katıksız aptal, cahil olduklarını falan da düşünmüyorum. aynı kitle, geçmişte de farklı partilere oyunu veren kitle. bu insanlar uzaydan gelmedi, gökten zembille de inmedi. kitapta bir görüşmecinin belirttiği gibi: "bizim insan malzemesiyle örgütlenmek mümkün değil. herkes tatsızlığa ne gerek var, iyi-kötü idare diyoruz diyor. bütün pisliği gördüğü halde bir şey yapmıyor."

    ister ülke içinde sivil toplum bağlamında alın bu yorumu, ister akademide üniversite özelinde. fark etmiyor, sonuç değişmiyor. ezcümle; hak, yerini buldu. bu halk, kendi cehennemini kendisi yarattı. kimi makarnaya, kömüre karşılık oyunu verdi, kimi kendisine bağlanan maaşa, kimi işe alınmasına, kimisi akademik ünvana, kimisi aldığı ihaleye... herkes kendi çapında gününü kurtardı/kurtarmaya baktı. (bakmaya da devam ediyor bu arada.)

    demokratikleşme, sosyal devlet, temel insan hakları, yurttaşlık bilinci, kültürel ilerleme, gelişmiş bir sivil toplum, bağımsız sanat, uygarlık, etik falan türk insanının piramidinde çok üst sıralarda kalıyor, kimsenin önceliği falan değil. bu yüzden hiç kimsenin mızmızlanmaya, söylenmeye zerre kadar hakkı yok. ve bu yüzden türkiye gelişmiş batının değil, orta doğunun bir parçası. öyle kalmaya da mahkum. (bkz: #42177208)

    alıntıladığım kısmın yer aldığı haluk bilginer röportajı, tam da durumu özetler nitelikte:

    "yolsuzluk, rüşvet hiç kimsenin umurunda değil. tabii yönetenler de bunu bilerek davranıyor. çünkü türkiye’de herkes küçük bir işletme. adam 2000 tl’lik maaşıyla bir tane doblo almış. karısı çalışıp 1500 tl alıyor, oğlu çalışıp 1500 tl alıyor. yaklaşık 5000 tl giriyor eve. doblo’nun taksidi ödeniyor mu, ödeniyor. aman düzenim bozulmasın. “benden mi yedi” diyor.

    gelir dağılımının adaletsizliği üzerinden herkesi böyle bir küçük işletme gibi yaparsanız, bu insanları sarsmak, “isyan edin” demek çok zordur. “abi doblo’nun taksidi” der size. böyle bir korku. bu tüm dünyada yönetenlerin hep işine gelmiştir. mesela, aileyi çok savunurlar ve herkesin aile olmasını isterler. aile tehlikesizdir çünkü onlar için. aile işin içine girdiği zaman sorumluluk başlar. bunlar dünyanın tüm yönetenleri için son derece faydalıdır. din son derece faydalıdır. isyan etmekten alıkoyar bunlar sizi." (bkz: din bu) (bkz: turan dursun)

    (kaynak ve röportajın tamamı için bakınız: http://www.hurriyet.com.tr/…ebek/keyif/26611503.asp)

    babası gibi, oğlu da çok yerinde, adeta cuk oturan bir yorum yapmıştı geçenlerde: "türk halkının yolsuzluk diye bir derdi/problemi yok." diyor ali nesin. öylesine haklı ki... kişi, belki de yolsuzluğun yarattığı negatif dışsallığın kısa vadede kendisini etkilemeyeceğini düşünerek böyle davranıyor. peki ya bir sonraki kuşağı, daha da ileri gidiyorum, kendi çocuklarını da mı etkilemeyecek acaba?

    cümleten geçmiş olsun. ülkenin ruhuna fatiha!

    (bkz: cahil hoca)
    (bkz: jacques ranciere)
    (bkz: ezilenlerin pedagojisi)
    (bkz: tarz-ı hayat'tan life style'a)
    (bkz: rıfat bali)
    (bkz: turgut özal)
    (bkz: benim memurum işini bilir)

    konuyla alakalı bakınız: (bkz: #55362621)
  • özel üniversitelerin giderek sirkten hallice yerlere dönüşmesini inceleyen kitap

    kitaptaki kimi ifadeler güldürdüğü kadar koşarak dağlara kaçma isteği uyandırıyor

    "çalıştığı üniversitenin iflas etmesi ve başka bir üniversite tarafından satın alınması sonrasında"
    (sahibinden az kullanılmış devren üniversite)

    "eskiden bir ay olan yıllık izinlerin, okulun el değiştirmesiyle birlikte 14 güne düşürüldüğü"
    (komutanım evci kağıdını kime veriyoruz)

    "bir hoca, 16 haftanın sonunda hâlâ karl marx ve max weber iki ayrı insandır, karıştırmayın lütfen diye uyarı yapıyorsa, diyecek bir şey yok bence"
    (sol soğan, sağ sarımsak o kadar basit aslında)

    "xy üniversitesinde part time ders veriyorum. dersin sonunda bir öğrenci bir zarf uzattı; "bunu", dedi, "bilmem kim hocam yolladı" diye; zarfla ders sonunda bana paramı verdiler"
    (bu sahneyi en son bir tanıdığın cenazesinde eve gelen imama para verilişinde görmüştüm. amannn, ha imam ha medresede hoca, aynı şey dediler herhalde)

    "üniversite piyasada uçan kuşa borçlu olduğu için ve maliyenin kara listesinde olduğu için tübitak parayı yatırmamaya karar verdi"
    (yakında öğrencilerini de pavyona satar o üniversite. dikkatli tercih yapın gençler)
  • giriş'teki şu üç paragraf, akademisyenliğin sınıfsal ve sosyal statülerindeki değişimin nasıl bir mesleki patolojiye dönüştüğünü anlatması açısından önemli:

    ------------------------------------
    akademisyenlerin, kendilerini bir sınıf veya ücretli emeğin bir türü olarak ele almaktan özenle uzak durmaları hem sınıfsal bir soruna, hem mesleki bir patolojiye, hem de daha geniş ölçekli sistemik bir probleme işaret etmesi bakımından önemlidir. akademisyenlerin kendi sınıfsal konumları ve güvencesizlikleri üzerine konuşmaktan imtina etmeleri, bir yanıyla, prekaryanın orta/üst-orta katmanlarının tamamında görülen bir sosyo-psikolojik mekanizmadan kaynaklanır. tıpkı diğer güvencesiz beyaz yakalılar gibi akademisyenler de, artık reel olarak dahil olamadıkları bir orta sınıf mitini sürdürmek isterler, çünkü preker olmanın, yani vasıflarına uygun makul bir orta sınıf yaşamın sürekliliğini sağlayamamış olmanın gurur duyulacak bir yanı yoktur. prekarya, klasik sanayi proletaryasından farklı olarak, eğitimine ve vasıflarına tekabül etmeyen bir konumda yaşamaya mahkûm edilmiş katmanları ifade eden ilişkisel bir kategoridir. dolayısıyla kültürel ve sosyal sermayesine denk olmayan iktisadi sınıfsal konumunu her şeyden önce kendisi kabullenmekte güçlük çeker. buna ek olarak, bugün tüm beyaz yakalı sektörlerine enjekte edilmiş olan "istersen yaparsın"/"yeterince iyiysen yükselirsin" söylemlerinin yarattığı kişisel yetersizlik duygusu da, güvencesizliğin ve yenilgi hislerinin dile getirilmesini zorlaştırır.

    bu noktada, akademisyenler özelinde spesifik bir mesleki patoloji de devreye girer. bunun temelinde, akademisyenliğin mesleki prestiji ile akademik emeğin reel sınıfsal konumu arasındaki derin uçurum yatar. mesleğiyle etik ve kimliksel düzlemde özdeşleşme düzeyi son derece yüksek olan akademik emek için, reel sınıfsal konumunu kabullenememe hali neredeyse bilinçli bir ret halini alır. akademisyenlik, entelektüel donanım gerektiren ve bu nedenle de (en azından geleneksel anlamda) statü değeri yüksek bir uğraş olarak kabul edilir. bu statü değeri, her nedense, bu mesleğin sunduğu ve yetersiz olduğu herkesçe bilinen maddi koşulların bir telafisi gibi algılanır. akademisyenlerin kendileri de, sınıfsal koordinatlarını salt ekonomik sermaye açısından tanımlamaz, hatta böyle bir tanımlamayı, kendilerini adadıkları yüce gayeye, bilgi üretme ve yeni nesilleri bu üretimi devam ettirme yetisiyle donatma gayesine, hakaret sayarlar. böyle bir uğurda geçirilen bir yaşamda gündelik ve fani sıkıntılardan bahsetmek, bunlar yüzünden akademisyenlik gibi büyük bir idealden soğumak veya onu terk etmeyi düşünmek, "küçük" bir davranış olacaktır. bu nedenle, yaptığı işin ona reva gördüğü yetersiz/olumsuz yaşam koşullarını dile getirmek, akademisyenler arasında çoğu kez bilimsel/akademik adanmışlığının şüpheye düşeceği kaygısını yaratır.

    daha geniş bir tarihsel perspektiften ele alacak olursak, akademiye hâkim olan bu "kol kırılır, yen içinde kalır" tavrının, sistemin kendi kendini imha etme eğiliminin bir parçası da olabileceğini görmek mümkündür. akademik/bilimsel emek, yaşanan dünyanın özdüşünüm mekanizmasını teşkil eden veya etmesi gerektiği varsayılan bir emek türüdür. bu emek gücünün, bugün kendisini yeniden üretebilmek için mutlak surette gerekli olan minimum güvence ve varoluş koşullarına sahip olmaması, sistemin kendi özdüşünüm mekanizmasını yıkması anlamına gelir ve bu açıdan ölümcüldür. bu nedenle her şeyden önce, akademisyenlerin söylemlerinde hâlâ çok büyük ölçüde yer bulan mesleki mitlerin deşifre edilmesi ve tartışmaya açılması gerekmektedir. akademiye dair idealize edilmiş ve bugünün reel koşullarında artık büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiş olan yargılar ortadan kalkmadan, akademisyenlerin içinde bulundukları gerçek koşullarla ve kendi sınıfsal koordinatlarıyla yüzleşmeleri, dolayısıyla da bu sınıfsal konumun ( ve de hayatlarını adadıkları varsayılan bilgi üretimini devam ettirmenin) gerektirdiği varoluş mücadelesini vermeleri mümkün gözükmemektedir. bu çalışmanın temel amaçlarından biri de bu sınıfsal yüzleşmeyi sağlayarak, mevcut koşulların ve akademisyenler olarak içinde bulunduğumuz konumun gerektirdiği mücadelenin oluşabilmesine katkıda bulunmaktır.
    ------------------------------------s. 22-24.
  • "ne ders olsa veririz"
    akademisyenin vasıfsız işçiye dönüşümü
    aslı vatansever , meral gezici yalçın akademisyenlik, “sözde” saygın bir meslek; akademisyenliğe adım atanlar, hem bu saygınlığın, hem de kendi entelektüel ilgilerinin peşinden gidiyorlar. ancak akademik “iş”te, ağır bir emek sömürüsü ve güvencesizlik var.

    “en az 16 saat ders yükü, kart basma, projeler, danışmanlıklar... burada hem sekreterlik yapıyoruz, hem memurluk yapıyoruz... hem de bir kolej öğretmeni gibi olabildiğince çok derse giriyoruz. araştırmaya zaman kalmıyor. (...) yaratıcı projelerime maddi manevi destek alamıyorum.”

    “ümit ediyorum doçentlikten sonra biraz rahatlayacağım. alıştım yani bu şartlara. (...) depresyona girecek kadar değil... birkaç saat, bir gün sürüyor belki. öyle beni fiziksel olarak hasta edecek, bunaltacak, moralimi bozacak, ağlatacak boyutlara ulaşmıyor, ama... hani okuyoruz duyuyoruz ya oraya gelebilir diye o yüzden söyledim.”

    akademisyenlik, “sözde” saygın bir meslek; akademisyenliğe adım atanlar, hem bu saygınlığın, hem de kendi entelektüel ilgilerinin peşinden gidiyorlar. “gönüllü bir çilecilik ve adanmışlıkla” giriyorlar bu yola. ancak akademik “iş”te, ağır bir emek sömürüsü ve güvencesizlik var. çalışanları manen de kemiren, hiçleşme duygusuna gark eden bir emek süreci var.

    aslı vatansever ve meral gezici yalçın, “sözde” vakıf üniversitelerinde doruğa varan bu prekarizasyon sürecini inceliyorlar. ayrıntılı tasvirlerle, kapsamlı görüşmelere dayanarak ve analitik bir bakışla... alışma, umursamama, kabullenme mekanizmalarını, sınıf bilincinin ve örgütlenmenin önündeki engelleri de mercek altına alarak...

    satın almak için; http://www.iletisim.com.tr/…ririz/9018#.vlz8_nkswso
  • okuduktan sonra etkisinden uzun süre çıkamadım. okuyunca şunu net olarak görebiliyorsunuz: kapitalizm ve bunun egemen olduğu türkiye gibi gelişmekte olan ama asla gelişemeyecek olan ülkelerde sistem öylesine kusursuz tasarlanmış ki, bu kadar eğitimli bir kesimin bile ne kadar kolay kıskaca alınıp, aciz bir duruma getirilip köleleştirildiğini, bunu yaparken kaynar sudaki bir kurbağa gibi insanları rahat bir uyuşukluk yoluyla felç ettiğini görüyoruz.
    kitabın 2014 yılında yazıldığını düşünürsek son 4-5 senede olanlarla sanırım birkaç kitaplık bir veri daha sağlanmıştır.
  • türkiye'deki vakıf üniversitelerindeki koşullara dair başta iş güvencesizliği, mesleki içeriksizleştirme ve profesyonel niteliksizleştirme, sınıf içi rekabet, çalışma saatlerinin düzensizliği, mobbing ve düşük ücretler gibi konularda çok önemli tespitler sunuyor. bunu da akademisyenlerin, mesleki statülerini gönüllü çilecilik algısıyla meşrulaştırdıkları vurgusuyla, bu hayali orta sınıf algısının gerisindeki kişisel hikayelerle ortaya döküyor.

    yalnız bu kitabı baştan sona tek seferde okuyunca çok fazla tekrar olduğunu düşündüm. bunda iki yazar tarafından yazılmış olması mı etkilidir yoksa bir iki ay içinde tamamlanmış olması mı bilemiyorum ama görüşmecilerin aktardıkları biraz daha iyi kurgulanabilirdi görüşündeyim. şu andaki anlatı vakıf üniversitelerindeki öğretim görevliliği deneyimlerinin ardından buradaki gözlemlerini somut örneklerle açmak isteyen bir çift akademisyenin, benzer örnekleri alt alta sıralayarak "bu ticarethanelerde durum çok kötü"ye ikna çabası gibi görünüyor. bunu durumun, yazarların da ifade ettiği kadar kötü olduğuna kani olmadığım için değil, kitabın genel akışını çok beğenmediğim için ifade etme gereği duyuyorum. zira bu üniversitelerde öğretim elemanı olarak çalışan çok insan tanıyan biri olarak, daha rafine bir kitap okumayı beklerdim.
  • vakıf üniversitelerinin işleyişine dair acı ama gerçek bilgiler sunan araştırma. yazarlarıyla yapılan söyleşi ile kitap hakkında daha ayrıntılı bilgiye sahip olunabilir.
  • okunabilirligini azaltmak icin yazarlarinin ellerinden geleni yaptiklari kitap. bu kadar vahim bir konu akademik zevzekliklerle ancak bu kadar sikici bir hale getirilebilirdi. uzun uzun notlar, amerikayi yeniden kesfetmeler, ingilizce terimleri kullanip sayfalarca bunlara aciklamalar getirmeler, metedoloji ozeti, alt basliklar, onceki kaynaklarin ozetleri.doktora tezi mi lan bu yoksa? onsozde kitap olarak geciyor ama iskalamis da olabilirim.

    bizdeki akademisyenlerin genel sorunu bu aslinda sanirim. bu kadar onemli bir meseleyi bilimsel bir uslup kullanacagim diye heba edebiliyorlar cok rahatca. bence tarih alaninda murat bardakci gibi konunun akademik uzmani olmayan kisilerin sosyal medyada ve televizyonda bu kadar prim yapmasinin nedeni de boyle akademisyenler cunku milletin anlayacagi sekilde bir konuyu anlatma becerisine sahip degiller. zikkim universiteye adimini atan hemen foucault kesiliyor basimiza kardesim. konferansa veya dergiye gonderdigi yaziyla, ıletisimden herkes okusun diye cikan kitap arasinda ne uslup, ne dil, ne de hitabet acisindan bir ayrim yapmayan yazardan ne anladim ki ben?

    sonra vakif universiteleri niye boyle? sen kimi bilgilendirmeyi amacladin ki yazdigin kitapla? mutevelli heyetini mi?
hesabın var mı? giriş yap