• ölüm yıldönümü sebebiyle hikayesi hatırlanacak şahsiyet;
    1- önce bir dergi kur ve chp'den 5000 tl iste.
    2- sonra atatürk'ü öven yazılar yaz.
    3- chp'den milletvekili adayı ol.
    4- dergi için para gelmeyince ve mv. olamayınca, çizgini değiştir ve ataürk'ü eleştirmeye başla.
    5- sonra dergide zararlı yayınlarla in-giliz devlet politikasına hizmet et.
    6- 1947'de atatürk'e hakaret içeren yazılar yaz.
    7- sonra adnan menderesten medet um. para iste. örtülü ödenekten çorbayı kaldır.
    8- sonra mhp'ye yaklaş. önce atatürkçü, sonra menderesci ve sonra mhp'li ol.
    9- bugün ise #necipfazılkısakürek twitter'da rahmetle an.

    sadece kendi çıkarları uğruna toplumu yanlış yönlendiren bu şahsiyet anılacaksa vatan haini kim.
  • mina urgan'ın bir dinozorun anıları kitabını seneler sonra tekrar elime aldığımda, yazarın necip fazıl ile ilgili anılarının oldukça ilgi çekici olduğunu fark ettim. ilgili kısmı meraklısı için aynen aktarıyorum:

    "şimdi şu urgan soyadını bana kimin önerdiğini söyleyince, küçük bir şok geçireceksiniz: necip fazıl kısakürek! evet, iyi bir şair ve yetenekli bir oyun yazarı bildiğiniz, henüz dinciliğe soyunmamış olan, bizim arkadaş grubundan necip fazıl kısakürek! “çalışkan”, “erdemli”, “ulugönüllü” gibi manevi anlamlar taşıyan bir soyadı değil, içinde çok sevdiğim u harfi bulunan bir nesne adı istiyordum. necip fazıl, “urgan’ı seç” dedi.” urgan da ne demek? diye sorduğumda, anadolu’da ip anlamına geldiğini açıkladı ve kahkahalar atarak, “solculuğundan ötürü günün birinde nasıl olsa asılacağın için, bu soyadı sana ayrıca uygun” diye ekledi.

    1930’lu yılların necip fazıl’ı ile 1940’lı yılların necip fazıl’ı arasında uzaktan yakından en küçük bir benzerlik yoktur. bunlar iki ayrı kişidir sanki. birincisini çocukluğumdan beri çok iyi tanırdım. annemin bir yakın arkadaşına âşık olduğundan, bizim evden çıkmazdı. ikincisini ise, hiç görmedim, hiç tanımıyorum. çünkü ben de, bütün arkadaşlarım da 1940’tan sonra onunla selamı sabahı kesmiştik. süper-mürşit olarak parlak kariyerini, hayretler içinde uzaktan izledik ancak.

    necip fazıl, yavaş yavaş değişmedi. dinle hiç ilgisi yokken, ansızın, sadece dindar değil, dinci oluverdi. o sıralarda duyduğumuza göre, bu şaşırtıcı değişimin nedeni tik sorunuymuş: necip fazıl’ın bir yüz tiki vardı. kaşı gözü acayip acayip oynardı ikide birde. bu biçimsiz tikten kurtulmak için, böyle işlerin uzmanı bir şeyhe gitmesini salık vermişler. şeyh efendi okumuş üflemiş ve ancak bir haftalık bir süre için, tikinden kurtarmış onu. işte ne olduysa o bir hafta içinde olmuş. bizim bohem şair necip fazıl, süper-mürşite dönüşmüş ansızın.

    necip fazıl iyi bir şairdi. birçok dizesini hiç unutamam:

    bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince

    nefesten yumuşak yağan bu yağmur,

    bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince,

    aynalar yüzümü tanımaz olur

    ya da

    evet, her şey bende bir gizli düğüm;

    ne ölüm terleri döktüm nelerden.

    dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

    yetişir çektiğim mesafelerden.

    baudelaire’den aşırılmış olmakla birlikte aşağıdaki üç dizeyi de severim:

    gündüzler size kalsın, verin bana karanlıkları,

    ıslak bir yorgan gibi bürüneyim,

    örtün, örtün üstüme serin karanlıkları,

    (je vais me coucher sur le dos

    et me rouler dans vos rideaux

    o rafraîchissantes ténèbres.)

    bizim bildiğimiz necip fazıl çılgın bir gençti ve çılgınlığını abartmaktan, bunun kalıtımsal kökenleri olduğunu belirtmekten hoşlanırdı. bunun doğru mu yanlış mı olduğunu bilemem ama, bana kendi anlattığına göre, babası öyle deliymiş ki gerdeğe girdiği gecenin sabahı, “hanım, oğlum nerede? neden hâlâ doğmadı?” diye hesap sorarak, annesinin gırtlağına sarılmış, boğmaya kalktığı kadıncağızı zor kurtarmışlar elinden.

    necip fazıl’ın içkisi ölçülüydü. ama kumar tutkusu sınır tanımazdı. eşref şefik ile arasında geçen olayı, istanbul’un yazar çizer takımında bilmeyen yoktu. eşref şefik, annemin çocukluk arkadaşı olduğu için, onun ağzından da dinlemiştik bunu: eşref şefik hastaymış; onu yoklamaya gelen necip fazıl’a ilaç alması için, bir miktar para vermiş. necip fazıl, ilaçları hemen alacağını söyleyip, evden çıkmış. eşref şefik beklemiş beklemiş, ne ilaçlar varmış ortada, ne de necip fazıl. sabaha doğru, bir lâzımlığı çişle doldurmuş; ateşi çok yükseldiği halde, pencerenin önünde pusu kurmuş; lâzımlığı kumarhaneden eli boş dönen necip fazıl’ın başından aşağı boca etmiş. bu öyküden de anlaşılacağı gibi, necip fazıl’ın yüzsüz bir yanı vardı. başkalarının evinde kendi evindeymiş gibi davranırdı. üvey babam falih rıfkı atay, “günün birinde bir de bakacağım ki, bu herif benim pijamalarımı giymiş, yatağımda yatıyor” demişti. nitekim, buna benzer bir durum oldu: bir cumartesi öğleyin yatılı okuldan dönünce, necip fazıl’ı yatağıma uzanmış buldum. benim kırmızı sabahlığımı giymişti. kıllı bacakları ortadaydı. necip fazıl ile hiç de terbiyeli bir kız çocuğu gibi davranmadığım için, “ulan, bu ne hal?” dedim. kılı kıpırdamadan, pişkin pişkin açıkladı: tepebaşı şehir tiyatrosu’nda, çok beğenilen bir oyunu oynanıyormuş. temsilden sonra, onu alkışlamak için sahneye çağırıyorlarmış. paçaları çamurlu ütüsüz bir pantolonla seyircilere gösteremezmiş kendini. onun için, fırçalanmak ve ütülenmek üzere, pantolonu çıkartıp bizim rum hizmetçiye vermiş. bu ve buna benzer başka davranışları yüzsüzlüktü elbette. ne var ki, necip fazıl’ı çok sevimli ve eğlendirici bulduğumuzdan, onun bu şımarıklıklarını hep hoşgörürdük.

    necip fazıl oldukça kısa boylu, gövdesine göre bacakları fazlasıyla kısa, hiç de yakışıklı sayılamayacak bir adamdı. gelgelelim, kendisini bir âfet, bir erkek güzeli sanırdı her nedense. ben, on dört yaşlarındayken, necip fazıl’ın üstündeki gömleğe göz koymuş; bu güzel mavi gömleği, benim eski bir gömleğimle değiş tokuş etmesini önermiştim. hiç de cimri olmadığından, buna hemen razı olmuştu. “ama ben gömleğimi çıkartırken, sen odada bulunmamalısın” dedi. “neden bulunmayacakmışım ki? pantolonunu çıkartmıyorsun, sadece gömleğini çıkartıyorsun” diye karşı koyduğumda, yaptığı açıklamayı hâlâ gülerek anımsarım: benim yaşımda bir kız çocuğunun, böylesine güzel bir erkek torsosu (necip fazıl’ın sevdiği sözcüklerden biriydi “torso”; ikide birde torsosunu överdi) görmesi doğru değilmiş. çünkü onun torsosunu bir görürsem, ömrüm boyunca bu güzellikte bir torsonun özlemiyle yanıp tutuşacakmışım. bunu hiçbir başka erkekte bulamayacağımdan ötürü de, hiç kimseye âşık olamayacakmışım, cinsel hayatım kayacakmış.

    bizim şu çok macho toplumumuzda bile, necip fazıl kadar erkekliğiyle gururlanan bir kişi görmedim. gömlek ve torso olayından on yıl kadar sonra, bizim evimizde kalabalık bir toplantıda, necip fazıl, oturma odasının ortasına dikilmiş, “ben! erkek! ben! erkek!” diyerek, king kong gibi, ünlü torsosunu yumrukluyordu. halet çambel’in yanına gidip, kulağına, “bu işe bir son ver” diye fısıldadım. halet incecik bir genç kızdı. ama türkiye eskrim şampiyonuydu. takımımızla berlin olimpiyatlarına katılmıştı ve şimdi karate moda olduğu gibi, o sırada moda olan jiu-jitsu’yu çok iyi biliyordu. (bu japon güreş tekniğini uygulayan elli kiloluk bir kadının, yüz kiloluk bir erkeğin hakkından gelmesi işten bile değildir.) halet, yavaşça ayağa kalktı, “ben, erkek!” diye göğsünü yumruklayan necip fazıl’a gülümseyerek yaklaştı. sol ayak bileğiyle sağ el bileğini sıkıca tutup, seksen kiloluk necip fazıl’ı hop diye omuzuna aldı. necip fazıl çırpınıyor; ama halet’in çelik gibi ellerinden kurtulamıyordu. halet, omuzunda yükü, evin içinde dolaşmaya başladı. bizler de kahkahalar atarak peşlerinden gidiyorduk. yüzü allak bullak olan, tikleri artan necip fazıl, “rezil oldum, bırak beni, n’olur” diye fısıldayarak yalvarıyordu. bizler “sakın bırakma!” diye bağırıyorduk. sonunda, annem araya girince, halet, gayet zarif küçük bir omuz hareketiyle, necip fazıl’ı bir sedirin üstüne atıverdi. adamcağızın “ben erkek” gösterileri de bitti böylece.

    necip fazıl, sadece erkeklik gösterilerini değil, her türlü gösterişi severdi. beylerbeyi tepelerinde eski bir konakta, kalabalık bir aydın grubuna verdiği şölen, bu gösteriş merakının en eğlenceli örneğidir. o güne değin beyoğlu’nda kıytırık rum pansiyonlarında oturan necip fazıl, bizleri o konağın zemin katına davet etti. şatafatlı mobilyalar arasında, inanılmaz bir lüks içinde bulduk kendimizi. hiç unutmam, büyükçe güzel bir akvaryum bile vardı salonda. gösterişli yemek takımlarıyla süslü, pahalı ve lezzetli yiyeceklerle dolu bir büfe hazırlanmıştı. necip fazıl, yemeğe başlamadan önce, büyükannesinin elini öpmemiz gerektiğini söyledi. bahçeye gittik. biri sağda, biri solda iki merdivenle, birinci kattaki balkona çıkılıyordu. balkonun ortasında, başörtülü yaşlı bir kadın oturuyordu. bizler sıraya girdik ve diploma töreni yapılıyormuş gibi, sağ merdivenden çıktık, yaşlı kadının elini öpüp alnımıza koyduktan sonra, sol merdivenden indik. yaşlı kadın hiç konuşmuyor, “sağ ol, evladım” diyordu sadece. sonradan anlaşıldı ki, o ihtiyar, necip fazıl’ın büyükannesi filan değil, konağın sahibesiymiş ve bir süredir kira veremeyen necip fazıl, bu el öpme törenini düzenleyerek, kadıncağızın gönlünü alacağını hesaplamış.

    o şölende yedik içtik, eğlendik. necip fazıl da formundaydı. çok renkli, çok güzel konuşuyor; hepimizi güldürüyordu. örneğin, elimdeki sigaradan, dumanlar saçarak bir köprünün altından geçercesine onun dev bacaklarının (daha önce de belirttiğim gibi bacakları fazlasıyla kısaydı aslında) altından geçen küçük bir şirketi hayriye vapuruna benzetiyordu beni. “bir nazar boncuğu kadar sevimli ve saçmasın” diyordu. gelgelelim sabahın dördüne doğru neşesi filan kalmadı. bir an önce gitmemizi istemeye başladı. biz sabah vapuruyla gideceğimizi söyleyince, tikleri arttı, sessizliğe gömüldü.

    sabahın yedisinde telaşının nedeni anlaşıldı: konağın bahçe kapısına bir kamyon dayandı. kamyondan inen iki üç hamal, o görkemli mobilyaları, o şatafatlı yemek takımlarını, kamyona taşımaya başladılar. şeytanın aklına gelemeyecek şeyler necip fazıl’ın aklına gelebildiği için, bütün bu lüksü bir geceliğine kiralamış meğer. o sıralarda boğaz köprüsü olmadığı, karşı yakaya ancak harem-salacak arabalı vapurlarıyla geçilebildiği için, bu lüksü sağlayan şirket, erkenden göndermiş kamyonu. bu duruma gülemedik. bir hüzün bastı hepimize. necip fazıl’ın kiraladığı ve kirasını veremediği konakta, eski püskü iki sedir, birkaç sandalye ve o güzel akvaryum kaldı kala kala. akvaryumdaki balıklar aç olduklarından, yatay biçimde değil, dikine dikine yüzüyorlarmış necip fazıl’ın daha sonraları anlattığına göre."*
  • necip fazıl neden mi sevilmez neden mi haz edilmez çünkü ikiyüzlüdür, çıkarcıdır. islamcı gözüküp, kumar oynamak ve içki kullanmak da bir sıkıntı görmemiştir. bunları yapmasında sıkıntı yoktur mesele kendini islamcı gösterip bunları bu şekilde yapmasıdır. hala siyasal islamın kendisini övmesinin sebeplerinden biri de budur çünkü siyasal islam hep ikiyüzlülerden oluşmuştur.
  • en sevdiğim şair diyebilirim; şiirde mükemmeli aradığı için sürekli oynamıştır şiirleriyle ve çile'de son halleriyle yayınlamıştır şiirlerini... bir de nazım'la kıyaslanır ve karşı karşıya getirilmeye çalışılır sürekli... pek bilinmeyen bir gerçek vardır: necip fazıl, nazım için 'şair kumaşından yapılmış' demiştir (bu bilinir genellikle) ve nazım ''sultanahmet hapishanesi''nde yatarken onu ziyaret etmiştir... aralarında geçen diyalogları hatırlayınca editlerim entryi...

    uzuuun zaman sonra gelen edit: buldum en sonunda diyaloğu içeren metni...

    necip fazıl: "nâzım, benim rejimim olsa seni asardım. fakat bu hiçlik rejiminde –inönü devri- fikirsiz ve imansız insanların seni süründürmesinden müteessirim. onun için ziyaretine geldim."

    nazım hikmet: "benim de rejimim olsa, ben de seni asardım. sonra da darağacının başında ağlardım. seni anlıyorum. bil ki bu soylu tarafının daima takdircisi kalacağım."
  • cidden yontulmamış bir odun, gün yüzü görmemiş bir tomruk olabilirsiniz, fikirlerinden nefret ediyor olabilirsiniz (ki evet savunduğu şey, belli bir zeka seviyesinin altına hitap eden bomboş bir ideolojidir) sanatta beğeni de görecelidir; ama serdar ortaç'ın dizelerini necip fazıl'dan daha üstün bulmak için kafanın içinde beyinden başka şeyler bulundurmak, göz yerine pinpon topu falan taşıyor olmak lazım.
  • bana gore kendisi şiire hakim, sağlam bir "ergen" dir..

    bu akşam bir sızı duyup etimde
    kadın, kadın diye içimi oydum
    ruhuma bir serin yer istedim de
    alnımı mermerin üstüne koydum

    birden karanlıklar sökülüverdi
    odama bir hayal dökülüverdi
    karşımda kıvrıldı,bükülüverdi
    onu gözlerimle çırçıplak soydum

    artık ben ne günah olsa işlerim
    yumuşak yastığa geçti dişlerim
    bir an kadar sürdü can verişlerim
    ey kadın bu akşam sana da doydum
  • uğur mumcu’nun 12 mayıs 1987 tarihli cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısının konusu.
    kaynak

    --- spoiler ---
    necip fazıl kısakürek, bir atatürk düşmanıdır. bundan hiç şüphe yok..

    kısakürek, 5816 sayılı atatürk yasası uyarınca istanbul toplu basın mahkemesi'nce 8.7.1981 gün ve 1977/137 sayılı kararı ile mahkûm edilmiş; bu karar yargıtay 9. ceza dairesi'nin 17.2.1982 gün ve 1982/13 esas ve.1982/786 esas sayılı kararı ile de onanmıştır.

    bir atatürk düşmanı olan necip fazıl, türkçeyi en iyi kullanan şairlerden biridir. bundan da herhalde hiç şüphe yoktur.
    — kaldırımlar çilekeş yalnızlığın annesi
    kaldırımlar içimde yaşamış bir insandır
    kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi
    kaldırımlar içimde kıvrılan bir lisandır.

    islamcı gençlik, bugünlerde necip fazıl'ı anıyor. toplantılar düzenliyor, yazılar yayımlanıyor.

    herkes, inandığı, sevdiği yazarı, şairi dilediği biçimde anmalıdır. nâzım hikmet gibi. necip fazıl gibi şairlere artık siyasal koşullandırmalar ile bakmamayı öğrenmeliyiz.

    islamcı gençlik acaba necip fazıl'ın demokrat parti döneminde başbakan adnan menderes'in emri ile örtülü ödenekten para aldığını bilir mi?

    nereden bilecek? bilmez.

    eski başbakanlardan menderes, 27 mayıs 1960 ihtilâlinden sonra istanbul'da yassıada'da kurulan yüksek adalet divanı'nda örtülü ödenek davası nedeniyle, de yargılanmış ve mahkûm olmuştu.

    bu örtülü ödenek davası tutanaklarının 92'nci maddesini açıp, necip fazıl'ın örtülü ödenekten aldığı paraları kendi tanıklığı ile kanıtlayalım:

    divan başkanı salim başol sorar:
    — bu yazılardan dolayı birçok çek almışınız. yazı yazmak bu şekilde olmaz.

    necip fazıl yanıtlar:
    — benim sekiz seneyi bulan, devre devre aldığım paralar vardır. bu kemiyetten ziyade keyfiyet meselesidir. bu yazıları niçin yazmış olduğumu söyleyim.
    — adnan menderes ile ilk temasım 1951 senesinde izmir'de oldu. izmir'de verdiği bir beyanat ile başlar çünkü ben o zaman muhaliftim. zatıaliniz bana bir dava dolayısıyla 15 dakikada beraat kararı verdiniz. adaletin ulvi simasını ben o zaman sizde gördüm. şimdi muayyen maksadı takip eden...

    başol, yeniden sorar:
    — malûm, beyanından bahsettiniz. bu ne idi? necip fazıl:
    — bu izmir'de müslümanlara karşı olan beyanı idi. c zaman, ümidimizin mihrakı olarak gözümüze adnan menderes'i getirdik.

    başol:
    — bundan da din istismarcılığı çıkıyor. zaten hakkınızdaki iddialardan biri de o..

    necip fazıl:
    — samimi bir adam istismarcı olmaz. sarfıimi olan her şeye istismardır demek mümkündür. malûmualiniz, adnan bey o zaman, kendisini bir ümit olacak gösterdi ve biz kendisinde böyle bir hedef gördük, ilk temasım 1952 senesinde oldu. ankara'ya giderek evvelâ tevfik ileri ile temas ettim. tavassut eden, başta, ortada, sonra fikir arkadaşlığını kaybettiğim ve çok yakınlık hissettiğim tevfik ileri'dir. temas ettim ve 1952'de günlük büyük doğu'yu kurdum. bana edilen yardımlar üç safha arzeder. biri 1952 başından sonuna kadar çıkan büyük doğu gazetesi devresi, 1956'daki günlük gazete devresi ve ondan sonra da hiçbir organım olmadan bana peşin paralar halinde yardımlar..

    necip fazıl, iyi bir şair.. hiç şüphe yok.. necip fazıl, bir atatürk düşmanı..

    buna da hiç şüphe yok.. necip fazıl, örtülü ödenek kasasına bağlanmış bir islamcı şair!.. bundan da hiç şüphe yok..

    yap dini yayın.. al paranı.

    dünden bugüne değişen ne ki?

    yalnızca "kaldırımlar"!
    --- spoiler ---
  • üstad olduğu doğrudur. kendisi dilenciliğin en büyük üstaddıdır. para koparmak için ağlamadığı kapı, girmediği kılık olan en komiği de kumar masalarında eroin peşinde sürünürken halet çambel 'den jiu jitsu dayağı yemiş şahsiyetsizdir.

    üstad para dilenirken: https://www.gazeteduvar.com.tr/…aydi-makale-1623901

    dayak için de mina urgan'ın anılarında anlatılıyor.
  • adnan menderes ile "tamemen duygusal" ilişkilerine gereken cevabı gerçek bir şair, komünist ahmed arif vermiştir:

    "ve ben şairim.

    namus işçisiyim yani
    yürek işçisi.
    korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş"

    (bkz: uy havar)
  • süper bir, geçmişte yaptıklarıyla ilgili çamura yatıp sıyrılma taktiği geliştirmiş yazardır.

    geçmiste yaptıklarıni eleştirenlere şöyle diyor; "ben geçmişimi çöpe attım. çöpü sadece köpekler karıştırır" vay be, yaman kurnazmışsın üstât.

    öyleyse şöyle düşünelim; bir cinayet işlemiş adam bir süre sonra yakalanmış mahkemede hakim soruyor;
    - delillerle sabit olduğu üzere, filan kişiyi siz öldürmüşsünüz, nedir savunmanız?
    - ben geçmişimi çöpe attım, çöpü de köpekler karıştırır.
    - haa, tamam öyleyse, beraat!

    komik değil mi?

    tanım: şairliği muhteşem bir kişi.
    zaten yukarıda yazdığım bir savunmayı ancak böyle bir kişinin aklına gelirdi. yıllarca da insanlar o sözündeki köpekle özdeşleşmemek için olayın üstüne gitmeye çekinmiş.
hesabın var mı? giriş yap