• cevabı zor bir soru.

    gerçekten neden ölüyoruz? hadi neden doğduğumuzu bilmiyoruz bari neden öldüğümüzü bilelim değil mi ama? yok. neyden, nelerden dolayı öldüğümüzü pek ala biliyoruz ama neden ölüyoruz? ölmek zorunda mıyız? varoluşu da yokoluşu da seçememek insanlığın tüm zemini kaygan yapmıyor mu? bu zemin üzerine doğru ne inşa edilebilir ki? 1960'ların varoluşçu zırvalarına benziyor söylediklerim? peki ya hakikati 1960'larda bulduysak, fikrin eskimesi çokça söylenmesi, çok tartışılması hatta demode olması onu değersiz kılar mı? gerçekliğini azaltır mı? bence kılmaz, bence azaltmaz.

    neyse, soruya dönelim. neden ölüyoruz? bilimin bir yanıtı var mı? bakın tekrar söylüyorum neyden ölüyoruz umurumda değil, çoğunuzdan daha iyi biliyorum neyden öldüğümüzü. peki neden ölüyoruz? bakın bunu hiç bilmiyorum. hiçbir mantıklı bir açıklamam da yok. aslında mantıklı bir açıklama da beklemiyorum kimseden. sadece bu sorunun hakiki bir cevabı olabilir mi onu merak ediyorum. yani neden ölüyoruz sorusu yanıtlanabilir mi? yanıtı merak etmiyorum. gidiş yolu var mı yok mu onu soruyorum.

    eğer yanıtlanabilir bir şeyse o zaman tüm enerjimizi bu yola adamalıyız. düşünsenize, varoluşun en büyük problemini tersten giderek çözebileceğinizi öğreniyorsunuz. artık varoluş kimse için anlamsız olmayacak. bir anlam olduğu için de tesadüfi olmaktan çıkacak.

    eğer bu sorunun yanıtlanamaz olduğuna eminseniz o zaman şu dünyada başka hiçbir şeyi cevaplamamıza gerek yok. varoluşumuzun nedenini bilemiyoruz, yokoluşumuzu da bilemiyoruz. sayı doğrusunun iki yanı da muallak, elimizde bir doğru parçası var sadece. metafor gibi ama değil. evet, bir doğrunun bir parçası.

    peki tüm hayatımızın sadece bir doğrunun parçasıysa, onu ne gerçekten var kılabilir?

    işte bir parçayız, paçavra.
  • şöyledir: hiç doğmadığımız için. insan vücuda gelir gelmez hücreleri zaten sürekli ölüyor. her şey bir fotoğrafın flaşının patlaması gibi birbirinin peşi sıra sıralanırken sen yaşadım sanıyorsun. aslında yaşayan bir şey yok. bu bir bombanın patlaması gibidir. insan hayatı bir bombanın patlamasına benzer; tesiri vardır elbette; bazılarının zaman dediği bir mefhumun içine genişler ama buna bir yaşam demek yersizdir.
  • aslında cidden ölmek zorunda değiliz. ama evreni yöneten yasalar hiçbir ölümsüzlüğe elverişli değil. o zaman soruyu değiştirmek lazım, bu yasalar neden böyle. bu soru da bir yanılgıdan kaynaklanıyor. her şeyin bir nedeni olması gerektiği yanılgısı. deterministik neden var; ama bilinçli bir amaç anlamında neden yok.

    başka türlüsü mümkün olmadığından ölüyoruz. bu evrende imkansız.
  • ölme kavramını anlamak için önce canlı kavramını iyi oturtmak gerekiyor.

    kompleks davranışlar göstermek, büyümek, çoğalmak hatta metabolizmaya sahip olmak her ne kadar canlılığa ait şeyler gibi gözüküyorlarsa da, bunları başarmak için canlı olmaya falan gerek yoktur.

    örneğin tornadolar oldukça kompleks davranışlar gösterirler. kristaller de kopya oluşturmak suretiyle büyürler. bilgisayar virüsleri çoğalırlar ki bu özellikte ilginç olan çoğalmaya canlılık dediğimiz zaman eşeyli üreyen canlılarda tek bir canlı kendi kendine çoğalamadığı için bireyleri canlı kabul edemeyeceğimizdir. tabi bir de kısırlık var.

    yangınların ise metabolizmaları vardır. biz organik karbonu oksijen ile yakarken, yangınlar da benzer bir şekilde oksijen ile ağaçları yakıp enerji açığa çıkarırlar, bu enerjiden beslenir ve büyürler. kimyasal süreç aynıdır.

    cansız ve canlı sistemleri birbirlerinden ayıran temel fark mutasyondur. cansız varlıklar büyürken ve çoğalırken bu işlemi kusursuz kopyalar oluşturarak yaparlar. canlılıkta ise kopyalama işlemi sırasında genetik materyalin yapısı nedeniyle mutasyonlar olur. dolayısıyla canlı kopyalar birebir olmazlar ve zamanla canlı sistemler evrilirler.

    canlılardaki bu kopyalama işleminin nasıl olduğuna biraz bakmak lazım.

    bilgi depolama sistemi olan dna kendini eşleme sırasında (replikasyon) önce çift sarmal yapı ayrılır, sonra ucu boş kalan bazlarlara, stoplazmaya alınmış yeni nükleotidler eşleşir ve ortaya iki adet dna meydana gelmiş olur. bu işlem sırasında eşleşmeler önceki ile aynı olmayabilir ve bu olay bir mutasyon çeşididir. dış etkenler ve radyasyon sonucu bozulan dna'nın onarımı sırasında* da bozulan, bir parçası kopan dna'ya benzer bir biçimde yeni nükleotidler eklenir ve yine mutasyonlar oluşabilir. ilgili video

    bu dna tamiri ve kopyalaması sırasında oluşan mutasyonlar hucre içi işleyişi genelde kötü bir şekilde etkilerler. bunun sonucu olarak genelde senescence denen hücre yaşlanması görülür. oluşan atıkları düzgün bir şekilde atamayan ve enerji üretimi azalan, işleyişi bozulan hücre yaşlanır. dna bozunumu daha da vahim ise programlı hücre ölümü olur. bazen de mutasyon kontrolsüz hücre bölünmelerine yol açar ki bunlara genelde tümor demekteyiz.

    dna replikasyonu sırasında olan diğer şey ise telomer kısalmasıdır. kromozomların ucunda bulunan bu telomerler dna'nın bölünmesine ve uçlarının korunmasına yardımcı olurlar fakat her dna bölünmesinde bu parçada kısalma olur. defalarca bölünmelerden sonra kritik bir eşiği geçen bu kısalma sonucunda hücre artık bölünemez hale gelir. bölünemeyen hücre kendini yok edecek diye bir kaide yok fakat dna bozunumu ve onarımı işleminin devamı ve önceki mutasyonlar dolayısıyla hücre sonuçta senescene evresine geçiş yapacak ve sonunda ölecektir. (kendi başlığında detaylıca anlatılmış)

    bir hücrenin bölünme limitini* telomer uzunluğu belirlemekte. dolayısıyla dış etkenleri bir kenara bıraktığınız zaman buradan yola çıkarak canlının ideal şartlarda ne kadar yaşacağı kestirilebilir. insanlarda bu ortalama 125 yıl kadardır.

    yani canlılık kendini oluşturan kopyalama mekanizması gereği ölümlüdür.

    (bkz: bicentennial man)
  • bence ölüme çare bulamayacağımıza göre elimizdeki ile yetinelim: doğuma çare bulalım.

    net bir çözüm yolumuz var işte. kısırlaştıralım tüm insanları ve son insanlar olarak ölüp gidelim. böylece bu ve bunun gibi binlerce cevapsız soru da bizle birlikte yok olup gitsin. dünya rahat bir nefes alsın. asfaltı yaran çimenler büyüsün. karbondioksit salınımı sıfıra insin. denizler temizlensin...

    bak, iyi düşün. en son bugün yeni doğan bebekler dünya'ya gözlerini açmış olsun. ortalama 100 yıl sonra insan ırkı kalmayacak. ne güzel lan. ben ölüyorum, öteki ibneler yaşıyor, kim bilir 500 yıl sonra teknoloji nereye gelecek, neler yaşanacak ve ben neler kaçıracağım sorularından kökten kurtuluruz. ölenin arkasından ağlanmaz bile çünkü gerçekten ölüm için sıraya girme hissini yaşarız.

    yapalım şunu. hadi be.
  • cevabı entropi 'dir.

    doğada her şey düzensizliğe gider. bilimde işlenen her konu düzensizliğe gider, doğa ve doğanın içindekiler de.

    entropi hep artma, pozitif olma eğilimindedir. mesela ben çölde kumdan kale yaptım, burada entropiyi azalttım, belki sıfıra yaklaştırdım. ama rüzgar, çevre etkisi ile doğa daima entropiyi artırmaktadır ve o kaleyi bozacak, kumlar çevreye dağılacaktır ve gel zaman git zaman ortada kale falan kalmayacaktır.

    big bang, düzensizlikten doğan bir düzendir. ama evren, o günden bugüne hep bir düzensizliğe gitme eğilimindedir, sizin dünyada yarattığınız herhangi bir düzen, toplamda olan biten düzensizliğe giden ivmenin yanında hiçtir. daima düzensizliğe gideceğiz ve sistemimiz de önünde sonunda yok olup bu düzensizliğe uyacaktır.

    insan vücudu da bir düzendir, bir düzenlenmişliktir. doğa bizim dağılmamızı ve düzensizleşmemizi istiyor. bu düzen de elbet toprağa karışıp, moleküllerimiz dünyanın her bir noktasına dağılacaktır.
  • evrenin fiziksel kanunları, her zaman daha az maliyetli yolu seçme üzerine kuruludur. örneğin elektrik daha az dirençli olan koldan akar. yüksek direnç daha fazla enerji gerektirir (i2*r). suya düşen bir mürekkep yayılıp dağılmak ister. mürekkebin damla olarak sudan ayrı kalması enerji gerektirir (bkz: termodinamik).

    insan ya da canlı bedeni belirli bir düzen içeren molekküller yığınıdır. bu moleküller belirli sıralarda dizilmiştir ve ancak bu dizilim ile verimli çalışırlar. eğer bu sitem su ve mürekkep damlası olsaydı bu düzeni mürekkebin suya atıldığı halde yayılmaması durumuna benzetebilirdik. tabi bu sistem bir işe yaramazdı orası ayrı.

    insandaki bu dizilimin ve verimin korunması için dışardan sürekli enerji gerekir. aksi halde entropinin etkisi hızlı görülür çünkü evren düzene karşıdır. canlılar gereken bu enerjiyi güneşten dolaylı olarak karşılarlar. bu enerjinin bir kısmını dışarı iş olarak uygularlarken bir kısmını ise kendini yenilemede kullanırlar (örneğin mitoz ile hücre yenilenmesi). tıpkı suya attığınız o molekülün suya karışmamasını sağlamak için dışardan sisteme uygulamamız gereken enerji gibi.

    tekrar bir varsayım ile burada suya karışmayan mürekkep damlası ve su sisteminin ancak birbirlerine karışmadıklarında iş yaptığını kabül edelim. bu sistem iş yaparken sistemin tasarımındaki küçük bir açık mürekkep damlasındaki moleküllerinin zamanla birer birer suya karışmasına yol açmakta olursa sitemin işleyişi giderek bozulacaktır. sistem giderek işlevsiz hale gelecektir.

    canlılarda bu yenilemeyi yaparken aldığı enerjiyi kullanacak ve dizilimini koruyacak ek koruma sistemi telomerlerdir. peki telomerleri kim koruyacak. telomerler de bir düzene tabidir ve ancak o düzene sahipken asıl korunması gereken düzeni korayabilirler. işte sistemdeki küçük açık. bu hücrelerin kendini yenileyebilme yeteneğinin azalmasıdır (bkz: telomer kaybı). klonlanan doly doğduğunda 6 yaşındaydı yani telomerleri kısaydı ve 6 yıl daha yaşayarak normal yaşında ömrünü tamamladı.

    evren enerji maliyetini sevmez demiştik. artık işlevsiz bir hale gelmiş silisyum, karbon, oksijen, vb. birikintisi olan insan artık daha da düşük enerji düzeyine geçirilmelidir. buda o moleküllerin tamamen dağılmasıyla örneğin toprağa ve havaya geçmesiyle sağlanır.

    eğer insan yada canlı bedeni otomatik olarak (kendi kendine buluduğu yöntemlerle) aldığı enerjiyi daha verimli ve akıllı olarak kullanıp örneğin telomerlerin kısalmasını engelleyebilseydi muhtemelen yaşlanma olmazdı. canlılar akıl yürütmeksizin ölüme şimdilik çözüm olarak üremeyi bulmuşlardır. bunu da içgüdü formatında donanmışlardır ki bu içgüdü problemi tam olarak çözmediği gibi birçok sıkıntılara ve enerji ısraflarına da yol açar. mesela insanlar bu içgüdü ile kur yapar, sevgili yapar, aşık olur, çocuk yapar, aldatır, porno izler vs. artan teknik bilgimiz sayesinde bulunacak olan ölümsüzlük de, zaten hücrelerdeki bu bozulmayı, evrenin yasaları ile bulunan bu geçici ama bizi buralara kadar getiren yolla değil de; dışardan, daha akıllı ve hedefe yönelik çeşitli bilimsel tekniklerle durdurmak hatta geri çevirmek üzerine kurulu olacaktır.
  • rüyadan uyanmak için...
  • bence asıl ilginç olan soru "neden ölümü yediremiyoruz?"

    etrafımızdaki diğer şeyler gibi atomlardan oluşmuş olduğumuz halde, nasıl bilinç geliştirebiliyoruz?

    bizi oluşturan atomlar temel olarak karbon, hidrojen ve oksijen değil mi? bunlar (bildiğim kadarıyla) hiçbir şekilde yok olmuyorlar. o zaman ölmek ne demek? bu atomların artık birbirleriyle takılmamaya karar vermesi mi?

    bu düşünce hep bana çok ilginç gelmiştir. aslında şu bozuk paradan çok da farklı değiliz. tek farkımız, bizim moleküllerimiz bir türlü kararlı hale geçemediğinden dolayı durmadan kimyasal tepkimeye giriyor. bu tepkimeler sayesinde yaşıyoruz. yaşamak sadece, birbiri ardına ve aynı anda milyonlarca kimyasal tepkime geçirme durumu yani. bütün bu düşünceler, bütün algıladıklarımız, benliğimiz, geçmişimiz, yaptığımız her hareket.

    ölmenin en korkutucu kısmı benliğimizi kaybettiğimiz kısım olsa gerek, bunu hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz sanırsam, ama benliğimizi, bilincimizin elimizin altından kayıp gittiğini hissettiğimiz anlar yaşamışızdır mutlaka hayatımızda, ölüme çok yaklaştığımız anlar mesela.

    yaptığım meslek gereği,* kendi benliğimi arkaya alıp başka bir karakterin benliğinin öne çıkabilmesine izin verebildiğim nadir anlar olur. (amaçlanan hep budur, ancak genelde çok başarılı olunmaz, neyse o ayrı bir konu) işte o an, korkuya bulanmış bir haz alırım. bence derinlerde bir yerde ölümü istiyorum, istiyoruz. bilinç yok olma korkusundan deliye dönerken, organizma ilerleyip devam etmeye can atıyor. çünkü organizma yok olmanın ne demek olduğunu bilmiyor. o dönüşmeyi, ilerlemeyi ve değişmeyi biliyor.

    işte bu yüzden ölüyoruz bence, yaşamayı değişmemek, dönüşmemek zannettiğimiz için...

    yani shakespeare'in dediği gibi "bilinç korkak ediyor hepimizi."
  • yaşam kilitleme özelliği olan sorulardan biri. diğerleri; neden yaşıyoruz, hayatın anlamı ne, ben kimim vb.

    bu sorulardan birini sorduğunuzda zihninizde bazı düğümler atılır. o noktadan sonra ya hayatınızı o soru ya da sorulara verdiğiniz ya da veremediğiniz cevaplar doğrultusunda yaşarsınız ya da insanın en güçlü iki silahından birincisi olan alışmayı kullanırsınız. ne çok "ya da" kullanmışım.

    bu sorunun cevabını ben de hayli düşünmüştüm. on üç, on dört yaşlarımda sorduğumu hatırlıyorum. sonra, ölüm kelimesinin diğer tüm soruların cevaplarını oluşturabileceğini fark ettim. tabii ki kesin değildi ama çürütemediğim sürece böyle kabul edebilirdim. doğrusu, çürütmeyi de pek götüm yemiyordu.

    ölüm, hayatın anlamıdır. ölüm, insanın / yaşamın karşıtıdır. saat 01:17 ve bu gece son gecem, gecemiz, geceniz olabilir. olmazsa, gökyüzü ağarırken başlayan o "yeni" gün, benim, senin, bizim son günümüz olabilir. o da olmazsa sıradaki zaman diliminde ölümle karşılaşabiliriz. bunu fark ettikten sonra yaşamınızın anlamını buluyorsunuz. her anın son an olma ihtimali o kadar korkutucu ki... bir o kadar da ateşleyici, harekete geçirici, "yap!" diyen bir anlamı var ölümün.

    yaşamımız silahımızdaki tek kurşun, ölüm tetiğe basmadan doğru hedefe namluyu çevirmeliyiz. çünkü hayat, ölüm olduğu sürece var.

    bu satırları bir zaman sonra gülerek, alay ederek okuyabilirim. o zaman soru'ya yeni ve doğru bir cevap bulmuş olmanın huzurunu ya da bulduğum cevabın yanlışlığını anlamanın huzursuzluğunu yaşıyor olabilirim. hayat berbat. ama bir o kadar da sürükleyici, değil mi?
hesabın var mı? giriş yap