• tanımı, değerli hocamız hüseyin özel yapsın: bullshit.

    yazıyı ayrıntıya/terime boğmamak içün, kabaca/indirgeyerek yazacağım. kısaca, bu entryde yapacağım şey, neoklasik iktisadın çürüklüğü, tutarsızlığı ve tehlikesi hakkındaki yüz küsur yıllık tartışmaları sözlüğe taşımaktan ibarettir.

    ***

    üç öncüle sahibiz.

    1) neo klasik iktisat, (akademide, orada burada* kabul edilegelindiği gibi) bir bilim değil bir ideolojidir.

    2) neo klasik iktisat, kendi içinde ciddi teorik tutarsızlığı olan bir ideolojidir.

    3) neo klasik iktisat, teorisinde ciddi tutarsızlıklar ihtiva etmesinin yanısıra, dış gerçekliği de açıkla(ya)maz. gerçeklikle bir bağı yoktur. aslında, ilginçtir, gerçekliği anlama çabası da yoktur. kısaca söylenecek olursa; neo klasik iktisat eşya ve beşeri genel olarak anlamlandırma yolunda bir çaba içermediği gibi (hatırlayın, liberal kuram ekonomik veçhe ile politik veçheyi birbirinden ayırır, "iktisat bilimi" yalnızca ekonomik veçhe ile ilgilenir), beşerin ekonomik ilişkilerini de açıklamakta yetersizdir.

    bu ideoloji yalan söyler. hem de, bile isteye yalan söyler. dünyayı yanlış yorumlamış birçok görüş vardır, fakat neo klasik iktisat anlayışının bu "yanlış"lığı, dünyadaki sömürü ilişkilerini gizlemek için doktrine edilmiştir. numarası budur. defalarca çökmüş, dünyayı sayısız felakete sürüklemiş bu teorinin devamlılığındaki numara, emekçinin ürettiği değerin kapitalistlerce sömürülmesin kılıfını hazırlamasındandır. (zaten, burjuva akademisinde sayısal bilimler, semaye lehine, minareyi çalar, sözel bilimler de kılıfını hazırlar. işlevleri bundan ibarettir.)

    ***

    açalım.

    1) ideoloji olma meselesi (tayyip gibin, mes' ele diye okuyun);
    velev ki,
    aman o başka şeydi.

    evvela bir kahve molası:

    ideoloji ile kültür arasında temel bir farklılık var. kültür, bir halkın yüzyıllar içinde kolektif şekilde oluşturageldiği sosyal normlar, ritüeller, kurallar vs.den oluşur. bütünün herhangi bir parçasının ne zaman ortaya çıktığı, kimin tarafından ortaya çıkarıldığı bilinmez.

    ideoloji ise, kültürden farklı olarak, oluşturanını ve doktrinasyon sürecini bildiğimiz, dünyaya tutarlı bir çerçeveden bakan kavramlar bütünüdür. kültür ile kıyaslandığında daha normatif, daha buyurgandır.

    (tartışmalardan sıyrılıp konuya dönmek için basitleştirme babında,) faili belli doktrinasyona ideoloji, kolektif oluşturulmuş doktrinlere kültür denir deyip geçelim.

    lakin, tartışmaya başlamadan şunu da belirmeli: ideolojiler, sandığımız gibi illa ki gerçekliği "eğip büken" kavramlar bütünü olmak zorunda değil. mp3 player, boğaz köprüsü, sistine şapeli, bira kutusu, uzay mekiği, ekonomi politik, felsefe, karton kapak, klavye vs. yaratan emekse, velhasıl medeniyet dediğimiz şey insan emeği ise, toplumu ve düşünce tarihini emek üzerinden (yani "sosyalizm" ile) anlama çabası hiç de gerçekliği eğip bükmek olmaz.
    ancak, "demokrasi, insan hakları, özel mülkiyet, birey, kutup ayıları ölmesin, atlar şeker de yesin" gibi, kerameti kendinden menkul, reel dünyada bir karşılığı olmayan, manipülasyona açık kavramlarla dünya ahvalini anlama/anlamlandırma çabası (liberalizm) elbet dünyayı eğip bükerek algılamak durumunda.

    "insanlar hür ve eşit doğarlar" der o meşhuur liberal palavralardan biri. niye hür doğsun yahu? insan, zincirler içinde doğar. toplumsal normlarla, aldığı eğitimle, ekonomik gücüyle, toplumsal örgütlenme modeliyle zincirli doğar insan. mücadele ederek, direnerek, kendi sesini keşfettiği ve o özgün sesi yetkinleştirdiği düzeyde özgürleşir.

    zaten, "kapitalizm insana refah getirdi" şeklindeki liberal söylemin dünyayla (mesela, 800 milyon temiz suya ulaşamayan, 2.5 milyar açlık sınırı altındaki insanla) sınanmasından evvel teoriyle sınanması dahi bu iddianın çuvallaması için yeter şarttır. zira "hür" veya "köle" olmak, yazılı metinlerle, iyi niyetli/kötü niyetlilikle, temenniyle, ütopyayla değil, toplumsal ilişkilerle ortaya çıkar. 12 saat çalışan bir işçi, aslında köledir. patronuna "yanlışsınız, ben böyle düşünüyorum" diyemeyen herkes (yani hepimiz), aslında ücretli köleyizdir. toplumun "yapma" dediğini, yapmak istediğiniz halde yapamadığınız zaman, topluma zincirlerinizle bağlanmışsınızdır aslında.

    liberalizm bahsini geçip "bilimsel" teorimize dönersek;

    ekonominin işleyişini kavramak ve onu ufak müdahalelerle rayında tutmak amacıyla oluşturulmuş bu teorik çerçeve, neo klasik ideolojinin önkabullerini benimse"me"miş bireyler tarafından gözlemlenebilir, ölçülebilir, değerlendirilebilir değildir. zaten bu nedenle bilimsellikten değil, ideoloji olmaktan bahsedilebilir.

    neo klasik düşünce üç öznel önkabule dayanır.

    a) kendi kârı peşinde koşturup duran atomize bireyler varsayar. böyle bir birey ne bildiğimiz dünyada, ne kutsal kitaplarda (semavi dinlerde, -özellikle islamda,- kişisel kazanç ve hazlar peşinde koşanlar lanetlenirler.) ne uhrevi öğretilerde, ne bilim kurgularda vardır. (orjiden orjiye koşan romalılar bile "romalılık"tan, toplumdan dem vururlar yahu. -romada romalı gibi davranıyorlar işte- köleyi insandan saymayan aristo: zoon politikon diyor.)

    b) değer kuramı olarak marjinal değer der. bu öznel bir değer kuramıdır. işte, açlıktan bebekler ölürken*, istanbula kanal yaparsın. zira kârlı olan, toplumun "refahını" arttıracak odur.

    tabii, bu marjinal değer üzerinden, aslında toplumsal faydanın maksimizasyonuna gidilmez teorinin iddia ettiği gibi. öyle olsa, bentham'cı bir pragmatizmle, örneğin portakalları dünya üzerindeki en çok ihtiyacı olanlara vermemiz gerekirdi. eh, kulübede yaşıyorum. portakal, açlıktan ölmek üzere olan bende 10 birim fayda yaratıyor. sen sarayda yaşıyorsun. tıkabasa doydun. bi tane de portakal yiyeyim dedin, portakalın tok olan sana faydası 0.01. o portakalı kendin yemeyip bana versen, toplumsal olarak (10 - 0.01) 9.99 birim daha fazla fayda kazanmış olacağız, diğ mi?
    ama vermezsin. verilmez. zira hepimiz yalnızca kendimizi düşünen, faydaaaaa diye kollarını açmış koşuşturup duran zombilerizdir, teoriye göre.

    c) bu iktisadi anlayış, "tam rekabet piyasası"ndan bahseder. (dikkat, "serbest rekabet" ile karışmasın. ikisi bambaşka şeyler) tam rekabet, türkçeye çevirirsek, "rekabet yok" demektir. sonsuz sayıda ve homojen malın olduğu (bak sen!), sektöre giriş çıkışın serbest olduğu (hmm, hani merger, hani acquisition?) fiyatın piyasada belirlendiği (allah allaah, bu kontesin ve malın fiyatını kim belirledi?) firmaların aynı teknolojiye sahip olduğu piyasadır bunlar. ütopyadır. hayaldir. böyle bir rekabet yoktur. olması durumu, göz ardı edilecek denli istisnadır. bu ütopyadaki öncüllerin her biri, ayrı ayrı gerçek dünya ile alakasızdır.

    2) tutarsızlık meselesi

    dünya ahvalini açıklamaya/dönüştürmeye çalışan her ideolojide, mutlaka, küçük ya da büyük eksik, gedik olur. örnek olarak marksizmde, ana metinlerden sayılan anti dühring'de, çevreyle, doğayla ilgili "doğaya hükmetmeye değil, onunla uyumlu yaşamaya çalışılmalı. doğa, insana verdiği ödünlerin hepsinin öcünü fazlasıyla alır. ev yaparsın deprem verir, ağaç kesersin heyelan gelir" mealinde açık cümleler vardır. ama yetmez. sovyetler deneyimi (ör. nükleer enerjide burjuva devletlerle yarışa girilmesi) başlıbaşına marksizmin doğa vurgusundaki eksiğini gösterir denilebilir. bu eksik (bence) şimdilerde ekososyalizm'in teorik katkılarıyla kapatılmış hatta burjuva çevre anlayışının havsalasının alamayacağı denli yetkinleşmiş, ideali de, ideale giden yolda yaşanılması gereken süreçleri de gayet tutarlı şekilde açıklamıştır.

    fakat, neo klasik iktisadın eksiklerini kapatmak, kendini aşmak gibi taraklarda bezi yok. çünkü bilir ki, o süreçte elde teori kalmayacak.

    heh,
    neymiş bu tutarsızlıklar, görelim bakalım.

    tutarsızlık 1) neo klasik iktisatta basitleştirilmiş output (toplam ürün) formülü şöyle:
    q = f (k, l) (k: sermaye, l: işgücü)

    bu iktisadi yaklaşımın iddiasına göre fonksiyonun l'ye göre türevini alınca iş gücünün marjinal faydası (mpp l) bulunuyor, k'ya göre türev alınca sermayenin marjinal faydası. işte zaten kıyamet de burada kopuyor. zira neo klasik iktisat, kapital'i (sermaye'yi) fiyatı üzerinden hesaplıyor.
    yani;
    "dq / dk = mmp k" denkleminde, kapitalin fiyatını veri alıp oradan marjinal faydayı fiyat üzerinden hesaplıyor.
    fiyatı veri alıp fiyat arıyor ("veri" olarak aldığı şeyi "araştırıyor"), ya da aradığı fiyat zaten evvelden veri olarak alınmış ("aradığı değeri" halihazırda "veri" olarak almış).

    bu tutarsızlık, teoriyi yıkacak denli büyük bir tutarsızlık. zira, sermaye'nin marjinal faydasını hesaplayamamak demek, marjinal değer kuramının çökmesi demektir ve değer kuramı olmayan iktisadi düşünce, ancak "düşünce" kertesinde varolabilir. mesela evrimci iktisat teorisi ve schumpeter, zihin açıçıdır. ama sadece zihin açıçıdır. zira değer kuramları yoktur. (marksizmin emek-değer kuramı, kapitalizmin marjinal değer -fayda değer- kuramı vardır diye hatırlatalım.)

    tutarsızlık 2) arz talep eğrisi.
    imdii, bu eğrinin dünya gerçekliğiyle çokça alakalı olmadığı bilinen bir gerçek. lakin şu var, gerçekliği açıklamayan teori/ideoloji yalnızca hatalıdır. fakat burada bir hata değil, bir teorik tutarsızlık söz konusu. tutarsızlık 2 farklı durumda gözlemleniyor.

    a) talep eğrisi, devasa bir reklam sektörü ile manipüle ediliyor. bu, "rasyonel düşünen atomistik bireyler" şeklindeki neo klasik önkabulü yanlışlayan bir tutarsızlık.
    hem arzı hem talebi etkileyen diğer problemse, eksik bilgi problemi. yani, 2. el araba alacaksın. bir iktisadi ajan geliyor. ona güveniyorsun. bu iyidir diyor. kazası yok diyor. temiz kullanılmış, ('bayan', öğretmen!) diyor. halbuki 3 büyük kaza geçirmiş, km göstergesi 350binden 80bine düşürülmüş. anlamıyorsun ve alıyorsun. ne rasyonellik var, ne bişi.
    küçümsemeyin. bu şekilde, propagandayı düzgün basar, zaz'ın chevrolet'den çok daha kötü olduğunu, amerikalı'nın sovyet vatandaşından çok daha iyi arabaya bindiği "eksik bilgi"sini pompalarsanız, koskoca rejimi dahi çökertebilirsiniz.
    ve, işin kötüsü, sadece arabada değil, bilakis tüm ekonomimiz, bu "eksik bilgi" üzerine kuruludur.

    b) dışsallıklar denen mevzuu. yani, kapitalizmin yarattığı çevre kirliliğini alın. bunu firmalar mı karşılıyor? hayır. firmalar, bütçelerinin yüzde 30'unu temizliğe, ordu kurmaya, polise, hukukçuya vs.ye filan harcamıyor elbet. bu tip çevreci, idari, güvenlik işlerini o kapitalistler için, halkın vergilerini kullanarak devlet yapıyor. (hatırlayın, neoliberalizmle birlikte, firmalara koyulan cüzi miktardaki vergiler de, törpülendi, tüye çevirildi)

    yani, üretimin firmaya maliyeti (firmaların tümümün maliyetlerinin toplamı) ile ülke içindeki üretimin topluma maliyeti birbirinden apayrı sonuçlar veriyor. arada derin bir uçurum var. bir ülkenin milyon araba üretmesi demek, firmalar açısından muazzam kârlı, toplum açısından (metro yapmaya, metrobüse, otobüse göre) muazzam maliyetli (kaza, hava kirliliği, vakit kaybı, benzin tüketiminin verdiği zarar vs vs). yani, neo klasik iktisadın ölçümü eksik, hatalı, tutarsız.

    o halde;
    diyebiliriz ki, arz ve talep eğrisi, neo klasik iktisat düşüncesinin önkabulleriyle çelişir, gerçeklikle alakasızdır ve kendi içinde tutarsızdır.

    tutarsızlık 3) fiyat mekanizması/teorisi.
    yine ekonomi teorisinde atıf yapılan ex ante (olaydan önce) ve ex post (olaydan sonra) diye iki latince kelime var.
    neo klasik iktisadın, yani piyasacılığın en önemli iddiasını hatırlayalım: "kaynak tahsisi, devlet ya da karar verici herhangi bir mercii tarafından (ex ante) gerçekleşirse, verimsizlik başgösterir, toplumsal faydada kayıp olur. kaynak tahsisi sorunu piyasa içinde "kendiliğinden" (görünmez el, spontaneous order), ekonomik bağlamda her göstergede en optimuma ulaşılabilir. yani toplum, birey birey ölçüldüğünde, her birinin mübadeleden elde ettiği tatmin maksimuma ulaşır."
    iddia bu.

    fakat, bu fiyat teorisi, kaynak tahsisinin verimliliğini üretim sonrasında ölçüyor (ex post). yani, evvela üretim ve mübadele gerçekleşiyor. sonra teori devreye giriyor ve, şu senenin toplam üretimi şu, enflasyon bu, diye açıklama yapıyor.

    şöyle düşünelim. "şişen bir balon" var. gerçekte olmayan paralarla, olmaması gereken mübadeleler gerçekleşiyor. örneğin 2008 mortgage krizinden evvel, göstergelere göre mortgage, firmalar/bankalar için manyak bir kârlılık, bireyler için harika bir fırsat, ev sahibi olma şansı sunuyordu. balon patlıyor. kriz başlıyor. konut piyasasının yıllardır sanılageldiği gibi kârlı, rasyonel yatırım olmadığı görülüyor. abd, 3 tane yüzmilyarlarca dolarlık paket açıklıyor. sektör sarsılıyor. dünyada kriz kıyamet.

    olay bitti. kaynakları ölçüyoruz.
    anlaşılıyor ki, kaynaklar yanlış tahsis edilmiş. bu yanlışlık yıllardır yapılmış. bu yanlışlık reklamla, banka kredileriyle özendirilmiş, devlet desteğiyle özendirilmiş. bu yanlışlık sürecinde ortada bir balon olduğunu söyleyen nobelli iktisatçılara kulak asılmamış.

    sonuçta önemli büyüklükteki kaynak, yanlış tahsis edilmiş oldu. bu yanlışlık piyasa ütopyasının "optimali yakalama" iddiasıyla çelişiyor. ve bu çelişki, yalnızca kriz zamanlarında baş gösteriyor değil. bir değil beş değil, yüz milyonlarca kez, her gün ve her saat ve her dakika gerçekleşen üretimde/mübadelede bu aksaklık yeniden üretiliyor.
    teori bize "piyasa her şeyi maksismum verimlilikte kullanır" diye müstehcence fısıldarken, yüz binlerce saatlik emek, yüz milyonlarca lira para, ve dönümlerce toprak, hep bu yanlış tahsisler altında heba oluyor, salınıp gidiyor.
    ve bu, kapitalizmin yapısal bir problemi. bu yapısal problem yokmuş gibi teori üretip kendiyle çelişen bir teori var elimizde.

    3) neo klasik iktisat, diğer ideolojilerden farklı olarak, dış gerçeklik kendi teorisine uymadığı takdirde, olması gerektiği gibi teorisini değil, dış gerçekliği "eğip büküp", o dış gerçekliği "teoriye uygun hale getiren" bir yapı arz ediyor.
    bu tutum bize çok yabancı değil, evinin altından fay geçtiği için haritada fay hattının yerini değiştiren bir ülkenin vatandaşlarıyız.

    yani, neo klasik iktisadın otistik olduğunu (kabaca, kafasında bir dünya yaratıp o hayal dünyasında yaşadığını) tam olarak söyleyemeyiz. mesela, işsizlik mi var? eh, asgari ücreti kaldırırsan, der teori, işsizlik kalmaz. işsizliğin olması, türkiye'de örneğin güvencesiz, esnek ve aylık 300 lira olması gereken iş gücünün asgari ücretle yani brüt 800 küsur lirayla sabitlendiği sistem yüzünden, der teori, firmalar emek gücü talep etmiyor ve işsizlik gerçekleşiyor.

    halbuki keynes ne diyordu, tam istihdam diye bir şey yoktur, yalandır, geçicidir, dombili baykuştur diyordu. bu gerçekçi önerme, işçimiz emekçimiz "gomünüs, anarşik" olmasın mantığıyla işlerine geldiği ölçüde (1945-80 arası) kullanıldı. sonra, o tehlike geçince, çöpe atıldı. amma, çöpe atılırken de, keynes'in önermesinin doğru olduğu, yani işsizliğin, kapitalizmin yapısal bir sorunu (ve fırsatı! yani işsizliğin gayet olumlu bir şey olduğu) biliniyordu. buradaki olay, doğruluk/yanlışlık değil, çıkarlar, kar-zarar hesaplarıydı.
    keynes'in doğru olduğunu bildikleri önermesini çöpe atmalarının nedeni, "asgari ücret kaldırılsın/aşağı çekilsin" deyip kârlılıklarını arttırmaktı zaten. "dünyayı doğru kavrayalım" gibi bir dertleri yoktur kapitalistlerin, karlılık hesabı vardır.

    yani, bir otistikten farklı olarak, neo klasik ideoloji, hayalindeki dünya ile gerçekliğin çeliştiğinin farkında. fakat hayal dünyası, işlerine geldiği ölçüde kullanılıyor. o yüzden, teorisini yadsıyan bir gerçekliği biliyor, fakat bilmiyormuş gibi davranıyor bu iktisadi çerçeve.

    daha fazla bilgi içün:
    (bkz: post otistik iktisat hareketi)
    http://www.ceterisparibus.net/kitap/ardic.htm

    ***

    velhasıl;

    hem teorik olarak tutarsız, hem de dış gerçekliği anlamakta yetersiz olan bu teori, neden tedavülde.
    heh.

    marksist emek-değer kuramı artı değer diyor. düşünelim. bir kapitalistin ("işveren" derler buna) yanında, 1 saatte tanesi 1 birimden ayda 120 birim bardak üretiyorsun, 20 lirası yatırım/elektrik/su/toprak rantına gidiyor (kolaylık olsun diye bu 20'yi hesaplamadan çıkartalım, üretimimizi 100 kabul edelim). patronunuz size 30 birim maaş veriyor. 100 ürettiniz 30 aldınız. bu demektir ki 70 birimlik artı değeriniz sermayedar tarafından gasp edildi. sömürü oranı, kabaca 100/30=3.33333 (sömürü, 333 diye "sonsuza gidiyor!")

    bu oran nasıl artar?
    maaş sabitken çalışma süresini arttırsak, ayda 100 saat değil 200 saat çalışsak? sömürü oranı 200/30=6.6666666 (bu sefer 6'lar sonsuza). peki, çalışma aynı olsun, işçiye verilen maaşı düşürelim, 30'dan 15'e çekelim. 100/15=6.66666 (daima sonsuza, hep sonsuza). bunları boşverin. teknoloji tekamül etti. yeni makineler geldi. taze. artık, siz 1000 birimlik değer (bardak) üretebiliyorsunuz. maaşınızı da, insaf edip 60'a çıkardılar. 1000/60=16.6666 (her seferinde sonsuza giden bir sömürü).

    yüzde 6.6 sömürü az mı geldi. bu firma 100 işçiyi sömürse, ellerine geçecek toplam artı değer 666.666 (6 sonsuza) yapar. şeytan karışır. yüzde 600 küsur sömürü. muazzam. günümüzdeki firmalar (bildiğim kadarıyla), %150 ila %400 arası sömürüyorlar işçilerini. amma, muhtemelen, %600 rüyalarıyla uyuyorlar, %100 kabuslerıyla ter içinde, huzursuzca uyanıyorlardır.

    bu basitleştirilmiş örnekte alt tarafı bardak üretiyoruz. "meendis" olduğunu düşün. milyonlarca dolarlık projede 6 ay çalışıp tamamlıyorsun. aylık maaşın, iyimser tahminle 5000 lira. sömürüyü tahayyül ediyor musun?

    sorulardan ilki, ve görece basit olanı, kim proleter kim kapitalist olacak ve neden? yani, neden üretim araçlarına onlar sahip?
    fakat, asıl önemli soru şu:
    kapitalist, üretime katılmadığı halde hangi hakla bizim ürettiğimiz, yani proleterin ürettiği değere el koyabiliyor?
    heh,
    burjuva iktisatçıları bu iki soruya çok komik yanıtlar verdiler vaktiyle.

    girişimcilik = risk almaktır, dediler. yani bu adam parasını riske ediyor. dolayısıyla o getiriyi hak ediyor. e, yahu, diyorsun. zaten sermaye yatırmanın kârı ödendi. örneğimizden hatırlayın 120 birimlik değerin 20 birimi sermayenin kârı+giderlerdi. amma sen o 20'yle yetinmedin, bana 30 lira maaş verip, kalan 70 liramı da cebellezi yaptın!

    hem, madem "risk" var, ver o sermayeyi bana, ben riske gireyim! diyorsun. ona gelmezler. tv'de orada burada çıkıp, ben "30 bin kişiye ekmek sağlıyorum" derler, ver o kapitali bana, ben 80 bin kişiyi doyururum deyince, ona gelmezler. "sermayeyi döndürme işi pek sıkıntılıdır, streslidir, zordur" derler. eh, abi, hiç sıkıntıya girme, aktar bana sermayeni, seni o sıkıntıdan kurtarıp senin yerine o sıkıntıya ben katlanayım. ona da gelmezler.

    çünkü o kapitalistlerin amaçları manipülasyon yapıp, biz üreten insanları "şükredici," "mahçup", yani o "yatırım yapıp insan doyuran iyilik timsali kapitalistler"in karşısında boynumuz kıldan ince bir hale getirmektir. zaten kendilerine "kapitalist" bile demezler. "işveren" derler, artık ne demekse.

    bu sorulara verilen 2. yanıt daha komik. bunu bir başka burjuva iktisatçı malthus diyor: "proleterin doğası zayıftır, zaten doğalarındaki bu zayıflık yüzünden emekçi olmuşlardır" diyor bize. kimin proleter kimin kapitalist olacağı ise "ilahi piyango" imiş, tanrı kapitalisti kapitalist olmakla görevlendirmişmiş, ötekini proleterlikle. bu hümanist dostumuz nüfus kuramında "işte fakirler, emekçiler, yeteneksizdir, çirkindir, bozguncudur. bunların büyük kısmı ölse, dünya halkları olarak daha refah yaşarız. zira sermaye aritmetik insanlık geometrik çoğalıyor" der. bu şaka değil. bu "parlak" düşünceyi ciddi ciddi üretip yazmış. e pezevenk, madem birilerinin ölmesi gerek, sen ölsene?
    yok, malthuslar ölmez, vatan bölünmez. çünkü o, iyi piyango çekmiş, yüce tanrı onu koskoca malthus olmakla görevlendirmiş.

    sorulara verilen 3. yanıt da epey eğlenceli. bu seferki burjuva iktisatçımız mösyö say. diyor ki, sermayedar o parayla dansöz oynatmak, kumar oynamak filan gibi çarçur etmek yerine akıllıca yatırım yapıyor, yani "fedakarlık" yapıyor. vah canım.
    mösyö say'in kalbi de temiz yazık. düşünüyor ki, sermayedar, vaktiyle "tutumlu" davrandığı için sermaye sahibi oldu. hadi gözü aydın. aileden biri tutarsa, zenginsin.
    şakacı seni.

    4. ilginç burjuva iktisatçımıza göre, ki bu mr. senior. kapitalist'in kârının kaynağı, tüketmekten geri çekilmeymişmiş. klasik masal. memur emeklisi adam, 800 yıl yeyip içmedi. 1 milyar dolar servet yaptı. tabii. çook mantıklı.

    bu burjuva iktisatçılarımız, harıl harıl, "insan niye kapitalist veya proleter olur," ve "kapitalist neden üretmediği halde üretimden pay alır" sorularını yanıtlamaya uğraşıp epeyce mizahi sonuçlara ulaşmışlar.

    hepsinde ortak söylem şu: "bilimsel" olmak için "değer yargıları"ndan (yani sınıfsal bakıştan) arınmak lazım. türkçe meali, diyor ki, para/şan/çakmasarışınlar'ın yolu sermayedarda. kafan da çalışıyor. yol yakınken gel, bize katıl. saçma sapan teoriler üretip duralım. paran olur. habertürkte proğğğram yaparsın. cnbce'ye jölenle çıkarsın. nişantaşında yaşarsın. çakma sarışınlara çakarsın. yok, sınıf dersen, proleter dersen, o zaman bozuşuruz diyorlar.

    olay bu.

    cevap verilemeyen bu 2 hayati soru varken, ve dünya sathında sınıflar, proleterler de palazlanmışken (tüm avrupada 1848 devrimleri ramak kala dönmüş, 1871 paris komünü kurulmuş vs.)
    3 herif çıkıyor. menger ve jevons 1871, walras 1874'te. (yani marx'ın kapital'i, emek-değer kuramından -1867- 4 sene sonra) bu neo klasik iktisat saçmalığını sallıyorlar ortaya.

    bu sefer teorilerini, proleterin niye proleter olduğu ve kapitalistin hangi hakla artı değeri sömürdüğü soruları "sormamak ve sordurtmamak" amacıyla kurguluyorlar. o sorular "cıs" sorular zira.

    diyorlar ki, kabaca:

    q = w + pi + r (yani; üretim = işçiye ödenen ücret + sermayenin kârı + toprak rantı)
    bu formülde, ürerime katılan 3 faktör (işçi, sermayedar, toprak sahibi) marjinal verimliliği ölçüsünde üretimden payını aldı. dikkat ederseniz, artı değer, sömürü gibi kavramsallaştırma yok.

    bu kavramsallaştırmada, işçi daha çok mu ücret istiyor. o halde üretkenliğini, beşeri sermayesini arttırsın. çince öğrensin. bilgisayar öğrensin.

    örneğin bir kot taşlama işçisi üzerinden fikir teatisine girelim:
    q = w + pi + r denkleminde yerine koyarsak:
    50 bin dolar (evet, dolar) = 300 lira ücret * 10 işçi + 45 bin dolar sermayedar kârı (10 bini giderler) + 2 bin dolar rant
    işçiler günde en aşağı 10 saat, güvencesiz ve esnek çalışır, ve birkaç yıl içinde silikozisten ölür.

    ne olmuş oldu. tanesi 100 liraya satılan kotlardan, 35bin dolar kâr edildi. birkaç "bahtsız" işçi, "maalesef" öldü (öldü, insan için ve insanca koşullarda geçerlidir aslında. burada "telef oldu" demek lazım). amma, bilirsiniz, neo klasik iktisada göre insan "tercih" yapar. der ki, o kot taşlama işçisi: "ben 300 liraya, günde 12 saat, sigortasız, ölümüne çalışayım". ve çalışmaya başlar. teori bu.

    işte, bu iktisadi düşünce diyor ki, bu "ölümlü" işçinin "marjinal fayda"sı, 300 liraydı, onu aldı. sermayenin marjinal faydası 35bin dolardı, onu aldı.
    sermayedar da, toprak sahibi de, işçi de, marjinal üretkenliği ölçüsünde üretimden pay aldı. herkes mutlu mesut. ortada ne artı değer var ne sömürü.

    marksizm ise şöyle der.
    q = w + pi + r
    bu fonksiyonda, w (wage, ücret), sınıf mücadelesiyle belirlenir. o işçiler sendika kurarlarsa, 300 liradan 600 lira "asgari ücrete" ve sigortaya kavuşurlar. tüm dünyanın emekçileri, proleterleri birleşirse, kapitaliste zırnık artı değer koklatmaz, ne kadar ürettilerse aşağı yukarı o kadar ücret (ve benzeri, mesela sağlık, eğitim vs.) alırlar, der.

    işçi deyince aklınıza fabrikada ağır işlerde çalışan işçi gelmesin. aynı ilişkiler bütünü, ücretli çalışan, (kafa ya da kol, fark etmez) emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan emekçi ile üretim araçlarının mülkiyetine sahip kapitalistin olduğu her durumda geçerli. bir mühendis, doktor, avukat, fark etmez. bu sistemde onların da emeği (özel büroları yoksa,) devlet ya da özel sektör tarafından sömürülür. ve, sınıf mücadelesine katıldıkları ölçüde üretimden aldıkları pay artar, yaşam standartlarını yükseltir.

    bir örnek vererek bitireyim*. türkiyede solun en kuvvetli olduğu dönem, 1977'de, gayri safi yurtiçi hasıladan, yani türkiye'nin 1 yıllık üretiminden proleter'in aldığı pay yüzde 48.3 idi (üretimin yarısı). bu oran, solun, sınıf mücadelesinin olmadığı 2010 yılında yüzde 22 (beşte bir). ve giderek azalıyor.
    1422 aile, türkiye'deki sermayenin yüzde 80'ini kontrol ediyor.

    aslında, her şey ortada değil mi?

    neo klasik iktisadın iddialarını dinle. dinle zira anlatılanlar hepimizin masalı.

    ***

    (not: ben iktisatçı değilim*, (bkz: #21806856) meendisim. bu neo klasik iktisat "bilimi" zırvalığını yalnızca 2 dönem aldım (mikroya giriş, makroya giriş). 2 dönem de olsa, bu saçmalıklar kafamı yeterince zikti attı. bu ucubik teoriyi dinlediğim her saat için, yeminle, iq'm 2 puan düşüyordu ve günlerce de yükselmiyordu.

    iktisat tarihi, iktisadi düşünce tarihi ve iktisadi analiz tarihi konularında (en azından lisans düzeyinde) kendime güveniyorum diyebilirim. bildiklerim, ve bu entry'nin kaynağı orası. fakat, entryde teoriyle ilgili hata yaptığımı görürseniz, düşünürseni, hissederseniz, mesajlayın, düzelteyim.)
  • evrenin her yerinde -dünya hariç- mükemmel şekilde işleyen iktisadi kuralları bulup ortaya çıkartmış olan iktisat şeysi.
  • - bir ampülü değiştirmek için kaç tane neoklasik ekonomist gerekir?
    - sıfır. değiştirilmesi gerekiyorsa piyasa onu çoktan değiştirmiştir.
  • "sosyal bilimlerin veziri"ni "matematiğin piyonu" haline getirmeye çalışan iktisat ekolü.
  • herşey 1871 yada 1874 yılında diminishing marginal utility ile başladı. işte yaklaşık 130 yıldır aynı şeyler var iktisat hayatında. valras, jevıns, menger öncelikli olmakla birlikte, viksel, vikstiid, kurno(t), marşal, pareto falan ohoo sittin tane neoklasikçi vardır. ama bak bi tane marksist iktisatçı say desen, sayamam, neden? yok mu? yoo onlarda maşallah sürüsüyle ama, hangisi iktisat müfredatında var.
  • ...
    -şimdi azizim, görünmez el her şeyi düzeltir. müdahale etmemek lazım piyasalara.
    -ne o klasik iktisat mı takılıyosun?
    -sorma baba ya, ne varsa klasikte var.
  • kendisini bir ideoloji olarak tanımlamamakla birlikte bugünkü küreselleşme ile örtüşen, eşitsiz gelişmeyi ve emperyalizmi meşrulaştırmaya çalışan bir yaklaşım, bir şablondur.. (bir kuram diyemiyorum zira bilimsel normlara sahip değildir)
    bu iktisadi yaklaşımın referans noktası toplum değil bireysel aktivitelerdir.. iktisadi insan, kendi faydasını azamiye çıkarmaya çalışan bir yaratıktır.. buna göre sosyal olgular tek tek bireylerin eylem ve etkinliğine bağlanarak açıklanabilir.. ve emeğiyle geçinen milyonlarca insan sadece enflasyonun düşmesi veya dış borçların ödenmesi için kurulan denklemlerin değişkenidir..
    1980'lere gelindiğinde ise ekonomik ve siyasal yaşamdaki değişmelere cevap veremediği düşünülerek üzerine yüksek matematik giydirilmiş ve bu şekilde hegemonyasını sürdürmesi sağlanmaya çalışılmıştır.. bugün küreselleşme dediğimiz süreç içinde sürdürmektedir de..
  • ilk kez thorstein veblen tarafından zikredilmiştir. ama ben bugüne kadar bir allahın kulunun çıkıpta bu adamın adını andığını görmedim bu konuyla ilgili olarak.
  • ondokuzuncu yuzyilda carl menger'in onculuk ettigi avusturya okulu ile ortak paydalari olan (ekonomik subjektivizm, marjinal deger kurami, marjinal fayda, firsat maliyeti) iktisat ekolu.

    http://en.wikipedia.org/…ki/neo-classical_economics

    not: neoklasik iktisat, klasik iktisat, keynesyen iktisat, neokeynesyen iktisat gibi yaklasimlarin sinirlari muglaktir, bu skolastik siniflandirmalari daha cok iktisat tarihini inceleyenler yapmaktadir. ekol tanimlamalari ex posttur. yeni iyi fikirler ve aydinlatici iktisadi analizler hicbir ekolun tekelinde degillerdir veya sadece tek bir ekolun daha onceki fikirsel katkilarindan yararlanmazlar; pek cok farkli kaynaklardan ve farkli yaklasimlarin yarattigi fikirsel tartismalardan beslenirler. misal oyun teorisi neoklasik degildir (tam rekabetin yerini stratejik etkilesim, simetrik bilgi paylasiminin yerini asimetrik bilgi paylasimi alir) ama neoklasik iktisatin analitik araclarindan, metodolojilerinden ve bazi ana varsayimlarindan (rasyonellik, fayda maksimizasyonu) yararlanmamis degildir. kisacasi skolastik tarihi siniflandirmalar indirgemecidirler ve sezar'in hakkini sezar'a teslim edemezler. yanlislanabilir ve ampirik olarak test edilebilir kuramsal modeller ortaya attigi icin neoklasik iktisat, metafizik kumesinde degildir. koru korune neoklasik ekole veya bir baska iktisat ogretisine bagli kalip yeni seyler dusunup ogrenmeyi reddedenler iktisatci degillerdir zaten, olsa olsa bagnaz ideologlardir.
hesabın var mı? giriş yap