• filmin başındaki monolog:

    --- spoiler ---

    "insan hep başkalarına karşı savundu kendini.
    başka insanlara, doğaya karşı.
    durmadan doğaya karşı güç kullandı.
    sonuç: güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa
    dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil.
    "teknik ilerleme" dediğimiz şeyin...
    bize getirdiği tek şey konfor oldu.
    bir tür hayat standardı.
    ve bir de gücü korumak için gereken
    şiddet araçları. vahşiler gibiyiz!
    mikroskobu, cop gibi kullanıyoruz.
    hayır, yanlış.
    vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor!
    (...)
    hayat standardına gelince,
    bir zamanlar bilge bir kişi...
    gerekli olmayan şey günahtır demişti.
    ve eğer bu doğruysa...
    uygarlığımız baştan aşağıya
    günah üzerine kurulmuş demektir.
    korkunç bir uyumsuzluk edindik.
    maddi ve manevi...
    gelişmemiz arasında
    bir dengesizlik söz konusu.
    kütürümüz bozuk.
    yani uygarlığımız.
    temelde bir bozukluk var, oğlum."

    --- spoiler ---
  • sven nykvist'den ötürü müdür yoksa erland josephson'dan mıdır bilinmez fena halde bergman izleri taşıyan film. tarkovski'nin sürgünlük yıllarında çektiği bu son film isveç film enstitüsü'nün desteğiyle ve bergman ile çalışan bazı oyuncularla çekildiğinden olsa gerek sanki bir tarkovski-bergman sentezi niteliğinde... bergman'ın tarkovski'ye olan hayranlığını biliyoruz da, belli ki tarkovski de bergman'a daha az ilgili değilmiş. erland josephson'un tanrıya yakarış sahnesi ve maria ile konuştuğu sahneler neredeyse bir bergman filminden kopup gelmişti. mekanlar, yalın dekor ve sol pencereden gelen kısık kuzey ışığı hep bergman'ı düşündürdü. elbette tarkovski gerek zerkalo'dan, gerekse nostalghia'dan bazı sahneleri de bir biçimde buraya iliştirmişti. zerkalo'daki yanan ev sahnesi offret'in finalinde de tekrarlandı ya da alexander ile maria'nın yataktaki sahneleri zerkalo'dakiyle büyük benzerlikler taşıyordu. keza nostalghia'daki otel odası ve karyola imgeleri burada da yinelenmiş görünüyor. belli ki tarkovski bu final filminde kendi filmografisinin bir bileşkesini de sunuyor.

    filmin başında küçük oğluna evrenin gizlerini anlatan alexander ve postacı kimliğine bürünen-ki burada bir tür mesih, haberci, ulak- olarak nitelenebilecek otto'nun dairesel bir hareketle(bisikletin yarattığı döngüsel hareketle en geriden kameranın yakınına dek) ilerlemeleri görsel bir şölendi. hele burada nietsche'nin bengidönüş öğretisinin zikredilmesi düşünüldüğünde tarkovski'nin görüntünün, sinematik imgenin canını nasıl bildiğini, böylesi zor bir metaforu nasıl bir görsellikle çatabileceğine tanık oluyoruz. çernobil felaketiyle aynı yıl çekilen bu filmin dünyanın geleceğine ilişkin bir öngörü olmaktan öte son bölümde ying yang kıyafeti kuşanan alexander'in dünyevi olan herşeyden vazgeçerek adeta bir uzakdoğu bilgesine dönüşmesi, tıpkı kökleri olmayan ağacın çiçek açması ve yalın, çiçeksiz dallarıyla toprağa tutunmasıydı.

    katastrofik sahneleriyle sinemasal açıdan eşsiz görüntüler ve metaforlar sunan bir ingro-tarkovski filmi offret... şu sven nykvistdenen adam her neye el atıyorsa sanatsal kılıyor. onu da anmadan geçmeyelim.
  • simgelerden nefret eden tarkovski'nin bundan vazgeçtiği zannedildiği filmdir.
    ama durum öyle değildir. filmdeki bozuk paralarin neyi simgelediği soran birine, "ne bileyim ben" yanitini vermiştir.

    ölüm yoktur olüm korkusu vardir diyor alexander, sonra bu ölüm korkusunun üzerine gidiyor bir nevi adiyor, sonrasi mi ? sonrasi bitmez tükenmez bir düş yolculuğu, hele hele o suyun içinde gidip duran kameranin sanki insanlik tarihini çöpler üzerinden çekişi, her an biteceğini bekliyorsunuz, bitmiyor uzayip gidiyor. meğer ne çok çöpümüz varmiş bu hayatta.
  • genel olarak sıkıcı ama parça parça da olsa insanı bir yerlerinden yakalacak olan diyalogları için ve tabi andrei görselliği için izlenmesi gereken tarkovsky filmidir. filmin bir sahnesinde güzelliğini sergileyen susan fleetwood'un yan profiilini izlerken ağzından şu pişmanlık cümlelerini dinleriz:
    --- spoiler ---

    oh, sevgili tanrım...
    neden her şeyin tam tersini yapıyoruz?
    her zaman!

    bir erkeği sevmiştim...
    başkasıyla evlendim.
    neden?

    sanırım, şimdi anlıyorum.
    hiçkimseye bağımlı olmak istemiyoruz.
    iki insan birbirini sevince...
    ..eşit sevmiyorlar.
    biri daha güçlü...
    ..diğeri zayıf oluyor.
    ve zayıf olanı düşünmeden seviyor.
    hesapsızca...

    bir rüyadan uyanmış gibiyim.
    sanki başka bir hayatı...
    ..artık geride bıraktım.
    nedendir bilmem, her zaman direndim.
    bir şeylerle savaştım.
    kendimi savundum.
    sanki içimde başka bir ben vardı.
    bana "kendini bırakma." diyordu.
    kendini hiçbir şeye...
    ..teslim etme.
    yoksa ölürsün.

    yüce allah'ım, ne kadar da aptalız...
    --- spoiler ---

    aslında son günlerini yaşamakta olan andrey'in pişmanlığıdır bu cümleler. asıl kurban yönetmenin ta kendisidir...

    --- spoiler ---

    gerekli olmayan şey günahtır; ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulu.
    --- spoiler ---
  • “ben hayatım boyunca hep bir şeyler bekleyip durdum. bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim. bütün bu zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti.”
    -- andrei tarkovsky / offret (1986)
  • sadık bir izleyicisi için 70'lerde woody allen'ın bir bergman filmi çekmesi [interiors] ne kadar makuldüyse 80'lerdeki bir izleyicisi için tarkovski'nin bir bergman filmi çekmesi o kadar sıradışı ve tahammülün ötesinde bir girişimdi. bu, papa'nın son nefesinde tanrı yoktur demesi gibi bir şeydi herhalde. ta ilk filmi ivan'ın çocukluğu'ndan beri tökezlemeden, mükemmel bir tutarlılıkla inşa ettiği tamamen orijinal stilini, hem de son filminde, biraz sabretse muhteşem bir külliyata sahip olacakken sikip atmasının kabul edilebilecek bir yanı yok çünkü.

    kubrick, dekalog'un senaryo toplamı için yazdığı yazıda kieslowski ve piesiewicz'in fikirleri doğrudan anlatmak yerine onları dramatize etmekteki yeteneklerini överken, tarkovski'nin halihazırda bildiği bir anlatı tekniğini, yani elinde kamera tutan adamın bir öykü anlatırken şeylerin kendilerini gösterme imkanını kelimeler ve diyaloglara bel bağlama kolaycılığına yeğlemesini ["köken, hedeftir"] sinemayı bir sanat haline getirme yolundaki en önemli avantaj olarak görüyordu. bu saatten sonra tarkovski'nin -bergman'la paylaştıkları içerikten tamamen azade olarak- bu teknikten vazgeçerek doğrudan allah, kitap, kıyamet demesi çok büyük bir sinema günahıdır. filmden tarkovski'nin önceki filmlerini hatırlatan olağanüstü sekansları çıkarınca geriye hiç bir şey kalmıyor maalesef.

    ben vasiyet masiyet bilmem.
  • bu filmin sadece tarkovsy sinemasının zirvesi olduğunu değil daha ötesini söylemeliyiz belki de. o öte de bu filmin modern insana ait söylenmedik hiçbir şey bırakmadığıdır. elbette bir resmin nasıl yapıldığı, bize o resmin nasıl göründüğünü etkileyecek ve sonuç olarak ondan çıkan sonuçları da etkileyecektir. hegel'in bilgiye araç olarak yaklaşan bilginin kendisinden bahsettiğinde ve bunu eleştirdiğinde bahsettiği şey bundan başka bir şey değildi! fakat ortamın kendisini öylesine özümseyen bu sanatsal deha, karşımıza ortamın kendisiyle birlikte nefes alan yaşamı öylesine çarpıcı bir şekilde koyuyor ki, sanatın anlamının istisna yaratmak ve bu istisnanın büyüklüğüne bizi inandırmak olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. bu filmde kuşkusuz daha önceki filmlerde varolan nostalghia'da, zerkalo'da olsun varolan bütün motifler yer yer görünür. özellikle kendisinin bu filmin gösterime girdiği yılın sonunda öldüğümü düşündüğümüzde, bu filmin ölüme bir selamlama olduğunu bile söylemek mümkün hale gelir. bunu mümkün hale getiren filmin, olağanüstülüğü içindeki yangının ve merdivenin kendisi değil midir? ben'den ve bütün geçmişten kurtulmak, insanlığın kendisinden kurtulup yeni bir insanlık olmasını istemek gibi. insanın ölmesi, insanlığın ölmesi gibi.

    bir tür yarım bırakılmamış ağıt olan bu filmin ve sadece bu özelliğiyle bir dehanın eserini ortaya koyuşunda mozart'ın lacrimosa'sından ayrılan bu filmin hep yaşayacak olan bir insan müzesi olmasını karakterlerin insan ruhunun kadim sorunlarıyla olan ilişkilerinden anlayabiliriz. elbette ki filmin bir bergman etkisi taşıdığı inkar edilemez, ikisi arasında bir köprü açıkça kuruluyor burada. erland josephson bile bunun için yeterli bir etmen sayılabilir, teknik ekipte de birçok bergman filminde görev almış insanlar olduğunu biliyoruz. ben şahsen içerik bağlamında bergman etkisini çok baskın bulmuyorum, bu daha çok kanımca teknik bağlamında olmuş. içerik bağlamında karamsarlığın ve gerçeğin büyük bir estetik zevkiyle döşenmiş bir eser yok karşımızda bergman'da olduğu gibi, her şeye rağmen insanı ayakta tutan bir tür maneviyat ve ruhsalcılığın iş başında olduğunu görüyoruz. elbette tarkovsky bu tür iş başındalıklara bir zafer havası vermiyor, ama onun kahinliğinde ve özleminde geleceği diri ve güvende tutan bir şeyler açıkça mevcut. filmin bir yasa dönüşmüyor olması ve gerçeğe karşı bir bulantı uyandırmıyor olması belki de bundan...

    maria, alexander ve victor ve diğerleri insan ruhunun ezeli ebedi görünümlerine ışık tutarlarken bizi kendi hayatımızın o çok uzakta tutmak istediğimiz zorlu virajlarıyla ve yaşamın, tekniğin eline geçmiş bu yaşamın zorbalıkları ve insan ruhunu öldüren yanlarıyla baş başa bırakıyor. bu baş başalıkta kendi kendinin kapatılması uğruna insan ruhuna yapılan derin bir yatırım var, geleceğe ve inanca yapılan bir yatırım bu. bilgiden çok bilginin izlenişine, doğanın durgunluğuna ve insanın yavaş ilerleyişine, hatalarından geç de olsa geri dönüşüne... tarkovsky filmi umut ve iyi dileklerle oğluna ithaf ederken, ölümünden önceki bu son filminde bizleri de onun varlığına bir kez daha şükran bırakıyor... onun bu dileklerini "başlangıçta söz vardı"yı taşıyan bütün sözcüklerde hissediyoruz.

    kamera arkası görüntülerinde hala bir çocuk kadar heyecanlı ve diri olan bu adamın öldüğüne biz de onun gibi inanmamalıyız belki de. bu ona karşı sadakatimiz olur, ölümsüz olduğunu düşünene sadakat. ölümün bir ışık ve özgürlük olduğuna inanana bir armağan...
  • insanda uçsuz bucaksız ovalarda bisiklet sürme isteği uyandırır. başlangıçta ve sonda yer verdiği parça "erbarme dich" tir.

    --- spoiler ---

    filmde simge var mıdır var ise mutlak bir gerçekliği bulunur mu tartışılır. lakin otto'nun hamam böceği örneğinde olduğu gibi sembol kullanılmış ise kişinin yorumlanmasına göre bunların anlamları değişir.

    filmde postacı, richard, prens mışkin, kapılar, enjeksiyon, çamur, kirli eller, kız evladın çıplaklığı, hizmetçinin masumiyeti, susma gibi bir sürü simge ya da bilinçaltı öğesi bulunur. bu arada ağacı da unutmamak lazım. susma demişken aklıma persona gelmedi değil hani.

    her şey gerçek midir, rüyadan ibaret midir, rüya içinde rüya mıdır bu seyirciye kalmıştır. doktorun çantasından birden fazla sefer silahı alması, kızının çıplak halini görmesi reel - sürreel çatışmasını güçlendirir.

    hayatı kendisine sunulan şekilde yaşamayan, kendisini, çevresini, nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğini sorgulayan bir adamın manevi buhranı, bilinaltı öğelerinin bilince vurması vardır.

    nihayetinde masum maria'ya (meryem'e) ellerini temizleten, maddi varlıklarını, aidiyetlerini terk eden, susma orucuna giren (hz. meryem'e de çocuğunu -isa'yı- soranlara karşı susması, bebeği işaret etmesi söylenmişti), kendini kurban olarak adayan arayışçının davranışları sözüm ona modern! ve vahşi toplumunun normları ile bağdaşmadığı için alexander'a deli gömleği giydirilir. burada bize kim deli, kim akıllı sorusunu sormak düşer. kendilerine sunulan bomboş hayatı yaşayan diğerleri mi, yoksa insanlığı ve varlığını düşünen, kendini kurban eden alexander mı? (kim deli, kim akıllı paradoksunu nostalghiada daha güçlü şekilde işlemiştir.)

    --- spoiler ---
  • varoluşçuluk ile kafa patlatan ve tipik tarkovski çekimlerinden uzak, daha çok metne/mekana dayalı harika bir film. mekan hususunda tarkovski'nin yine yapacağını yaptığını ve bizi ıssızlığın içerisinde varlığımızla ilgili soru işaretlerine boğduğunu gözlemliyoruz*. filmin başında neden bahsedeceğini bir çok yazara/filozofa*göndermede bulunarak belirtiyor. daha sonra film giderek daha az metne yer veren sürreal bir kıvam almaya başlıyor. yer yer parmak ısırtacak fotografik çekimler, "tarkovski burada!" dedirtiyor. lakin bildiğimiz diğer tarkovski filmlerinden daha farklı, daha kendimize kapanmamıza* sebebiyet veren sahnelerle dolu. ama yine de tarkovski çekmiş dersiniz, sadece 2-3 çekim bile yeterli bunu demeniz için. netice itibariyle bir sinemaseverin kesinlikle izlemesi gerektir bu filmi, bu filmden öğreneceği çok şey vardır çünki*.
  • tarkovsky’nin varoluşsal yapıtı offret. nam-ı diğer “kurban”. 1986 yılı yapımı olan offret’in dili isveççe, ingilizce ve fransızca olup görüntü yönetmenliğini ingmar bergman’ın 1963 yılı yapımı olan tystnaden’inde de görev alan sven nykvist yapmıştır. isveç’in uçsuz bucaksız doğasında çekilen offret, yönetmen andrei tarkovsky’nin oğlu andriosha’ya ithaf edilmiştir. filmin süresiyse 149 dakika.

    "çok uzun yıllar önce bir ortodoks manastırında yaşlı bir keşiş yaşarmış. adamın adı, pamve'ymiş. bir ağacın yamacına kuru bir ağaç dikmiş. genç bir öğrencisi varmış. öğrencisinin adı ioaan kolov'muş. ona bu ağaç canlanıncaya kadar her gün buraya gelip sulayacaksın demiş. ioann, her sabah erkenden bir kovaya su doldurup manastırdan çıkarmış. dağa tırmanır ve suyu kurumuş ağacın dibine dökermiş. akşam olup karanlık çökünce de manastıra dönermiş. bu üç yıl sürmüş. günün birinde yine dağa tırmanmış ve ne görsün. koca ağacın her yanında çiçek açmış... ne dersen de, bir yöntemin, bir sistemin kendine göre meziyetleri vardır. eğer biz de her gün aynı saatte bir ayin yapar gibi belirli bir davranışı hiç değiştirmeden sistemli olarak yinelersek dünya çok farklı olur..."
hesabın var mı? giriş yap