• izlendiği takdirde ufkumuzu katlayacak belgeselleri, türlerine göre kategorilendirip bir seçki hazırladım. her biri yüksek çözünürlüklü ve türkçe dublaj olup seyir zevkleri oldukça yüksektir.

    1. dünyamız ve evren

    evrenin sınırlarına yolculuk.

    bölüm bir.
    bölüm iki.
    bölüm üç.
    bölüm dört
    bölüm beş.
    bölüm altı
    bölüm yedi

    dünya'nın oluşumu

    bölüm 1.
    bölüm 2.
    bölüm 3.
    bölüm 4.
    bölüm 5.
    bölüm 6.

    ışık hızı.
    evrenin ucuna yolculuk. tek kısımdır.

    dünya'nın merkezine yolculuk.
    tek kısım.

    dünya'nın oluşumu.
    tek kısım. history channel.

    akıbetimiz: dünya durunca

    evrim. ilk insanlar. türlerin kökeni.

    venüs ve merkür
    jüpiter
    satürn
    neptün ve uranüs
    plüton ve ötesi

    hortumlar
    hortumlar 2
    yeni buzul çağı
    tsunamiler
    girdaplar
    yağmur ormanları

    güneş sistemleri
    kozmik çarpışmalar
    kozmik çarpışmalar 2.
    evren ve yıldızlar

    dünya'nın varoluş öyküsü.
    uyduların gözünden dünya.

    iyi görüntüsünü aradım ancak bulamadım. şahane bir belgeseldir. büyük patlama nedir, ne değildir?
    hubble teleskobu
    meteorlar ve kuyruklu yıldızlar.
    karanlık madde

    güneş sönünce.
    nüfus artınca.
    ay olmasaydı.

    kutuplar atlası:

    ince buz üstünde
    son kale
    kış
    ilkbahar
    yaz
    sonbahar
    ve dahası

    evrende hız.
    evren hakkında genel bilgiler

    elementlerin oluşumu.
    petrolün yokluğu.
    evrenin sonu.

    plüton'la karşılaşma yeni yüklenmiş. şahsen henüz izleyemedim.
    uzayda yaşam

    evrenin harikaları "düşme" bölümünü koydum. diğer bölümleri için. (türkçe altyazı)

    2. tarih

    insanoğlu belgeseli.

    bölüm 1
    bölüm 2
    bölüm 3
    bölüm 4
    bölüm 5
    bölüm 6
    bölüm 7
    bölüm 8
    bölüm 9
    bölüm 10
    bölüm 11
    bölüm 12

    mağara adamları
    büyük veba salgını kökeni ve gelişimi

    tüfek, mikrop ve çelik belgeseli

    1. kısım
    2. kısım
    3. kısım

    ayrıca erdnc88 üstadın şu iki kıymetli eserini eklemek isterim.
    yüz binlerce insanın üzerine atom bombası atmak #50366378
    nazilerin mega yapıları ve 2.dünya savaşı arşivi #48916917

    3. esrarengiz, polisiye olaylar.

    karındeşen jack.
    billy the kid.
    demir maske'nin esrarı.
    büyü hakkında.
    cadılar ve cadılık.
    lanetli bir donanma hikayesi
    hayalet gemiler
    loch ness canavarı

    4. hayvanlar alemi

    böcek savaşları.
    kaplan savaşları.
    aslanlar.
    jaguarlar.
    pumalar.
    ölümcül yılanlar.
    bal porsuğu.
    kalahari çölü.

    insan yiyen yılanlar
    orta amerika'nın katileri
    doğu afrika'nın avcıları
    hayvanların mühendislik harikaları
    vahşi amerika bölümleri
    orta asya. bozkırın kalbi

    5. psikoloji
    insan beyni.
    psişik güçler.
    tuhaf takıntılar.
    uyurgezerlik
    sıradışı ilaçlar.

    6. dinazorlar ve nesli tükenmiş devasa hayvanlar.

    genel anlatım.
    t-rex.

    dinazorların devi. spinosauruslar
    deniz canavarları

    7. arkeoloji.

    dünya'nın ilk tapınağı. göbeklitepe.

    gümüş firavunun sırrı.

    tutankamon ve hazinesi.

    giza piramitleri.

    antik mısır'ın gizemleri:

    nefertiti'nin esrarı:

    tarih öncesi devirlerde yaşamış yırtıcı hayvanlar.

    8. dizayn. devasa yapılar.

    petrol platformu.
    güney afrika. dev altın madeni.
    bir dev. pasifik sahil yolu.
    bir mil uzunluğundaki olağanüstü gökdelen
    süper gemiler. modern deniz canavarları.
    devasa kamyonlar.
    taipei 101

    elektrikle çalışan yeni nesil araçlar.
    modern süper savaş tankları
    inanılmaz uçan nesneler
    mega gemiler
    gökdelenler

    9. uyuşturucu maddeler.

    eroin.
    lsd.
    marijuana

    10. karışık

    gıda a.ş. food inc belgeseli.

    hawking'in evreni.
    stephen hawking ile evrene yolculuk
    stephen hawking ve her şeyin teorisi

    izlanda

    alaska 1
    alaska 2

    ben devri 1
    ben devri 2
    ben devri 3

    içimizdeki balık

    tarayıcı savaşları
    tesla belgeseli
    tesla belgeseli 2.
    albert einstein

    ruh molekülü

    mona lisa'nın şifresi.

    abd'nin gizli tarihi

    piyasanın uyanıkları

    edit: yeni belgeseller eklendi.
    edit 2: ben devri belgeselini hatırlattığı için barbunyapilaki nickli yazar arkadaşımıza, tüfek, mikrop ve çelik belgeselini tavsiye eden yedi yuzuklu adam nickli yazar arkadaşımıza, içimizdeki balık belgeselini öneren ozurinho nickli yazar arkadaşımıza, kutuplar atlası belgeselini tavsiye eden ozzycatt nickli yazar arkadaşımıza, ruh molekülü belgeselini öneren do diyez minor nickli yazar arkadaşımıza, abd'nin gizli tarihi ve piyasanın uyanıkları belgeselleriyle iş bu entrye kakı sunan luxetveritas nickli yazar arkadaşımıza teşekkürü bir borç bilirim.

    iyi seyirler dilerim.
  • ufkunuzu belki ikiye katlamaz ama size gülümsetecek bir bilgi:

    bir karınca ölürse diğer karıncalar onun öldüğünü farketmezler. sanki o karınca yaşıyormuş gibi yada hiç yokmuş gibi yanından geçip giderler. ta ki üçüncü güne kadar. eğer karınca yuvada ölmüşse üçüncü gün bir başka karınca onu yuvanın hemen dışındaki çöplüğe kadar yuvarlar.(bu çöplüğe bir nevi mezarlık da denebilir. şöyle bir şey gibi. peki neden hemen değil de üç gün sonra?çünkü karıncalar öldükten üç gün sonra oleik asit adlı bir kimyasal salgılarlar. bu kimyasalın kokusu çürüyen karıncanın kokusudur ve diğer karıncalar bu kokuyu tanırlar. böylelikle ölen karınca yuvadan atılır.

    eğlence bundan sonra. karıncalar oleik asit kokusuna o kadar hassastırlar ki onlar için bu kokuyu taşıyan herşey ölü bir karıncadır. karınca uzmanı e. o. wilson da "lan ömrümüzü şu karıncalara verdik şunları bir trolleyeyim" deyip karıncaların yuvalarına oleik asite bandırılmış kağıt parçaları atar. karıncalar da bu kağıt parçalarını dışarı atar. sonra bu wilson'ın aklına başka bir piçlik gelir. bu sefer canlı bir karıncanın üstüne oleik asit damlatır. karınca yuvaya girdiğinde bir başka karınca oleik asitin kokusunu aldığı gibi arkadaşını kaldırıp "ölmüşsün ama gömenin yok " diyerek yuvanın dışındaki çöplüğe atar. bu sırada diğer karınca adeta eve geç gelen sarhoş bir koca gibi hiç itiraz etmez. nasıl itiraz etsin ki? resmen leş gibi oleik asit kokuyordur. talihsiz karınca için tek çözüm yolu vardır: temizlenip yuvaya tekrar girmek. üstünde eğer bir miktar oleik asit kalmışsa bunu da arkadaşlarına "yok be oolum bizim rıza yok mu vefat etmiş ben de onu dışarı attım bu sabah. onun kokusudur ya" diyerek yutturmak. eğer ki gençler bu kokunun sabah vefat eden rıza'dan geldiğine ikna olmazlarsa "ne konuşuyo la bu amk ölüsü?" diyerek yine yakaladıkları gibi talihsiz karıncamızı dışarı atacaklardır.
  • nokia'nın aslında finlandiya'da bir şehir olması.

    http://tr.wikipedia.org/wiki/nokia,_finlandiya

    üreteceğimiz telefonun adı neden yozgat olmasın?
    (bkz: yozgat, nöğrüyong people)
  • 39 erzincan depreminde yaşanan olaydır.

    deprem olduktan bir süre sonra, dönemin erzincan savcısı izzet akçal, mahkumları bir araya toplar :

    ‘‘sizi şimdi kurtarma çalışmalarında görev almak üzere serbest bırakacağım. aranızda civar köylerden olanlar varsa da bir günlüğüne köylerine gidip, ailelerini arayabilirler. ancak bir koşulum var; hiçbiriniz kaçmayacaksınız. canla başla çalışacaksınız. işiniz bitince cezaevine döneceksiniz.’’ der.

    mahkumlar, büyük fedekarlık göstererek, günlerce depremzedeler için çalışır ve sonra cezaevine geri dönerler. bir tek mahkum bile firar etmez.

    kurtarma ve yardım çalışmalarına katılan bu mahkumlar 1940 yılında çıkarılan özel bir kanunla affedildiler.
  • beklenen büyük istanbul depremi

    bu realite ile ilgili, en anlaşılabilir ve tatmin edici bilgileri yine sözlük yazarı olan bayermuhen 2 güzel entry ile açıklamış. yeterli ilgiyi görmediğini düşünerek, daha çok okunacağını düşündüğüm bu başlığa yazıları uzun uzun eklemeye karar verdim. bunun yanında bir diğer sözlük yazarı goruntukaybı'nın (bkz: #25899966) numaralı yazısından da yararlandım.

    (bkz: #27683473) (bkz: #33329026)

    "bilimsel olarak size laflar hazırladım. deprem hakkında hiç bir fikir sahibi olmayan, fay hattının sadece adını bilen kardeşlerim, gelin size her şeyi açıklayayım.

    neden uzmanlar istanbul'da büyük bir deprem bekliyor? aynı fay üzerinde olmasına rağmen neden uzmanlar adapazarı'nda ya da düzce'de veya bolu'da değil de istanbul'da deprem bekliyor? neden istanbul'da beklenen depremin büyük olacağı söylenir başlıktan da anlaşılacağı üzere? istanbul metropol olduğundan, istanbul'da deprem beklemenin daha matah bir şey olmasından değil. pek çoğunuzun yaşadığı bu şehir hakkında bilmeniz gerekenleri size herkesin anlayabileceği bir dille izah edeceğim.

    öncelikle baştan başlayayım. ayağımızı bastığımız yerin derinlerinde magma var. bu magma sıvıya yakın bir madde. haliyle anakara bunun üzerinde yüzüyor fakat anakara dediğimiz şey tek bir parça değil. pek çok levhadan oluşuyor. bunlardan bir tanesi de anadolu levhası. bu levlar uzaydan bakıldığında birbiryle birleşik gibi görünse de birleşik değil. milyonlarca yıl önce tek parçaymış ama parçalana parçalana bugünki haline gelmiş. arabistan levhası, afrika levhası, anadolu levhası, avrasya levhası bunlar birbirinden ayrı ve bağımsız kara parçalarıdır. birbirine temas eden bu levlar arasındaki sınır niteliği taşıyan derin yarıklara (kırıklara) fay hattı denir.

    dünyanın çekirdeğini dışı sıvı (7000 santigrad) içi katı (7300-7500 santigrad) halde ve saf demirden oluşuyor. bu çekirdek magmayı ısıtıyor ve konveksiyon akımları oluşturuyor (bir tencerede kaynayan su gibi düşünün. orada da etkili olan kuvvet aynı; konveksiyon akımları) bu akımlarda üsterinde bulunan kıtaları iterek hareket ettiriyor. bizim anadolu levhamızı da alttan arabistan levhası ve afrika levhası itiyor.

    bu resme bakarsanız türkiye'nin fay hatlarını görebilirsinz.

    resimde north anatolian fault dediği kuzey anadolu fay hattıdır. o hattın üst kısmı avrasya levhası, alt kısmı da anadolu levhasıdır. üst kısım sabittir, hareket edemez. haliyle bizim anadolu levhası büyük stres altında kalarak batıya doğru hareket eder. bu hareket senede 3 ila 5 cm arasındadır. bazen fay hattında takılmalar olur ve itildiği için hareket etmesi gereken levha hareket edemez. basınç iyice artar ve bir anda aniden fayın birbirine takılan yüzeyi kırılıp fay bir anda 2-5 metre ileri atar kendini. yani levya 100 senede yavaş yavaş gitmesi gereken 2 metrelik yolu 30 saniyede alır ve bu da büyük sarsıntılara yol açar. işte 17 ağustos gecesi tam olarak olan budur. atım 4-5 metre olmuştur ve süreç 45 saniyedir. bir ağacın dalı üzerine kar birikir birikir ve aniden çatırt diye kırılır ve ağacı çok pis sallar. deprem de bunun aynısıdır.

    işte geldik zurnanın zırt dediği yere. bir fay hattı üzerinde bazen logaritmik büyüklüklerde aynı eksenli depremler oluşur. bu depremler için periyodiktir denebilir. bu tip depremlere deprem fırtınası denir. yani bir fay hattının bir ucunda büyük bir deprem olur. bir kaç on sene sonra az ilerisinde, sonra az ilerisinde derken belirli aralıklarla depremin bir fay hattı boyunca tren gibi ilerlediği görülür. işte biz buna deprem fırtınası deriz.

    dünyada deprem fırtınasının en bariz örneklerinden biri kuzey anadolu fay hattı üzerinde görülmektedir.

    sadece aletsel dönem olan 1930 sonrasını ele aldığımızda kuzey anadolu fayındaki deprem fırtınasını inceliyoruz. ha bu arada fay hatlarını da tek bir bütün olarak düşünmeyin. fay hatları da uc uca eklenmiş kibrit çöpleri gibidir. ama parça parçadır. her bir parçaya segment denir. deprem olduğunda genelde sadece bir segment kırılır. 17 ağustos depreminde izmit segmenti kırılmıştır. segmentin bir ucu yalova da, diğer ucu adapazarında olduğu için depremde asıl sarsıntıyı yalova-izmit-adapazarı yaşamıştır ve bu yüzden 17 ağustos depremi hem gölcük hem izmit hem de apazarı depremi diye anılmıştır.

    işte deprem dizileri bir fay hattını oluşturan bir segmentte başlar ve segment segment zıplayarak devam eder.

    kuzey anadolu fayı üzerindeki deprem fırtınasına gelirsek. bu deprem fırtınası 7 nin üzerindeki depremler için ele alınmıştır.

    aletsel dönemden başlıyoruz.

    1939 yılında kuzey anadolu fayının en uç kısmında erzincan depremi oldu. depremin büyüklüğü 7.9 idi. erzincan depremin olunca haliyle erzincan segmentindeki enerji boşaldı. bu enerji nereye gitti dersiniz? bu enerjinin bir kısmı titreşime dönüşerek dünyayı titretti. bir kısmı da fay hattı doğu-batı yönünde burulduğu için hemen batıdaki segmentte depolandı. bu erzincan'ın batısı için felaket demekti. yani kısacası segment üzerindeki enerjiyi tıpkı bir bayrak yarışı gibi hemen batısındaki segmente aktardı.

    aradan 4 yıl geçmiştiki erzingan segmentinden aktarılan enerji hemen batıdaki niksar segmentinde ortaya çıktı. sene 1942, niksar 7.0 lık bir depremle yerle bir oldu.

    tabi niksar segmenti de aynı bayrak oyununa devam etti ve elindeki enerjiyi hemen batısında bulunan tosya-ladik segmentine verdi. niksar depreminin üzerinden bir yıl geçmiş, sene 1943 olmuştu. tosya-ladik arası 7.2lik bir depremle sallandı. bu segmentteki enerji de hemen batısındaki gerede-bolu segmentine aktarıldı.

    1944 senesinde bolu-gerede 7.2lik bir depremle sallandı. enerji yine her zamanki gibi batıya kaçtı. çünkü arap levhası güzel anadolumu batıya ittiriyordu.

    aradan 13 sene geçmişti ki bolu gerede segmentinin hemen bitişiğindeki bolu-abant segmenti 1957 senesinde 7.1lik bir magnitüdle kırıldı.

    takvimler 1967 senesini gösterdiğinde tıpkı bir tsunami gibi ilerleyen deprem fırtınası apadazarı'nda ortaya çıktı. adapazarı 7.2lik bir depremle yıkıldı.

    yine uzun yıllar deprem olmadı. deprem izmit segmentini 1999 senesinde 7.4lük bir depremle yerle bir etti. bu kısmı zaten hepimiz biliyoruz.

    her depremden sonra açığa çıkan enerji jeofizik mühendisleri tarafından modellenerek haritası çıkarılır. deprem olan segmentte enerji kalmaz, o segmentte bir daha kolay kolay deprem olmaz uzun yıllar. ama tüm enerji segmentin ucundaki diğer segmentlere kayar.

    1939 ve 1957 depremleri arası. bakın nasılda her bir depremden sonra bütün enerji segmentin diğer ucuna birikip o bölgeleri tehlikeye atıyor.

    1992 yılına ait bir modelleme sisteminde enerji son olarak izmitte birikmiştir.

    izmit segmenti, üzerindeki enerjiyi nere verdi dersiniz? tabiki istanbul'da adaların altından geçen marmara denizi segmentine. bildiğin google earth'te bile bariz bir şekilde, marmara denizinin altında hemen görülebiliyor bu fay hattı (marmara segmenti). işte o koyu kısım.

    işte sevgili dostlarım, uzmanların istanbul deprem bekleme sebebi budur. uzmanların istanbulda büyük bir deprem bekleme sebebi de bu deprem fırtınasının 7nin üzerinde oluşudur.

    bazı arkadaşlar şöyle düşünebilir." deprem erzincandan başlayarak izmite kadar geldi, sonra izmitte yön değiştirerek tekrar doğuya yöneldi. 17 ağustos depreminden sonra meydana gelen 7.2lik düzce depreminin de sebebi budur."

    hepiniz merak ediyorsunuz, 17 ağustos depreminden sonraki modelleme çalışmasını.

    burada, 12 bar enerji düzce'ye birikmiş. sonrasında bu enerji düzce depremiyle göç etti doğuya. peki ya gebze'de biriken o enerji nerde? işte o enerji istanbul segmentinde sevgili kardeşlerim. çok fazla ömrü kalmadı, yakında deprem olacak. ama izmit, adapazarı ve yalova da deprem olmaz 200 yıl. şu an marmara bölgesinin en güvenli yerleri buralar. istanbul bıçak sırtında.

    istanbul segmentinin kurtuluşu yok. bak aradan da 13 sene geçmiş. bence en fazla 5-6 senesi var. siz siz olun marmara kıyılarında uzaklaşın. özellikle pendik, maltepe, kartal kıyılarında oturanlarla zeytinburnu, bakırköy ve avcılar kıyılarında oturanlar kuzeye kaçsın. 17 ağustos depreminde avcılar, depremin odak noktasına zeytinburnundan, kadıköyden ve bakırköyden daha uzak olmasına rağmen daha çok zarar gördü. sebebi söylendiği gibi avcıların zemininin sağlam olmaması değil yansıyan ve kırılan deprem dalgalarının tamamen tesadüfi olarak avcılarda çarpışması idi. yani dalgalarının ne zaman nere çarpışacağı belli olmaz, kıyılardan uzukta durmakta fayda var.

    not: kuzey anadolu fay hattı bingöl'den başlar ve istanbul'u geçerek ege denizine (saros körfezi) kadar ulaşır. bu hat boyunca onlarca segment vardır ve bu segmentlerden sadece iki tanesi son yüzyılda kırılmamıştır. birisi yedisu segmentidir diğeri doğu marmara (adaların altı) segmentidir." (bkz: #27683473)

    "öncelikle depremin ve fay hattının ne manaya geldiğini açıklamak lazım. dünya üzerindeki bütün tektonik aktivitelerin tek nedeni dünyanın bir ateş topu halinde olmasıdır. bildiğimiz güneş gibi, diğer yıldızlar gibi ateş topundan bir gezegendir dünya, tek farkı dışındaki ince, kabuk dediğimiz ve üzerinde gezip yürüdüğümüz kısmın soğumuş olması. dıştan içe doğru soğuyor dünya. dünyayı ele aldığımızda soğumuş kısımla soğumamış kısmın oranı bir portakalın kabuğuyla içindeki yediğimiz meyve kısmının oranı kadar. yani gezegene göre kabuk çok ince. yanan kısımda çok büyük bir ısı var, bu da manyetik alanların ve elektrik akımlarının meydana gelmesine neden oluyor. bu manyetik alan ve konveksiyon akımları denen elektrik akımları kabuğun farklı yönlere hareket etmesine neden oluyor. eskiden tüm kıtalar sadece afrika levhasına bağlıymış, oradan zamanla kopa kopa bugün ki şekle gelinmiş. afrika ortada hala sabittir ve bu yüzden afrikada deprem olmaz. o çünkü duruyor yerinde. işte bu hareket neticesinde depremler oluşuyor. milyonlarca sene evvel bitlis okyanusu diye bir yer varmış mesela doğu anadoluda. afrikadan kopan arap levhası yukarı, yani kuzeye doğru hareket etmiş ve bitlis okyanusunun üzerini kapatmış. sonrasında gidecek yer bulamayınca bu sefer kabarmaya başlamış ve bugün ki güney doğu anadoludaki sıradağlar oluşmuş. aynı şekilde afrika levhasının da kuzeye hareketi toros dağlarını oluşturmuştur. belli bir zaman arap levhasının hareketi bitlis okyanusunun kapanmasına ve sıradağların oluşmasına neden olduktan sonra bu sefer anadoluyu batıya itmeye başlamış. anadolu da koparak batı yönde bir hareket kazanmış. 4 milyon yıldır süren bu hareket anadoluyu doğu batı yönünde ikiye bölmüş. bingölden başlayan ve ege denizine kadar uzanan bu kırık kuzey anadolu fay hattı oluyor. fay hattı dediğimiz şey biraz önce bahsettiğim yer kabuğunun kırılmasıdır. bildiğimiz bir kırıktır bu hat. bu kırıkların arası boş olduğu için içerisine su doğlar, su magmanın olduğu sıcak kayaçlara kadar iner, ısınır ve tekrar ısındığı için demlikten fışkıran sıcak su buharı gibi yukarı fışkırır. bizler de bunlara kaplıca deriz. kuzey anadolu fayının geçtiği bütün şehirlerde kaplıcalar vardır. erzincan, reşadiye, havza, adapazarı gibi. bu hattın kuzey kısmı hareket etmiyor. hareketli kısım güney kısmı. türkiye her yıl ortalama 20 milimetre batıya ilerliyor. tabi fay hattının her iki yüzeyi de pürüzlü olduğu için bazen birbirine takılıyor, kenetlenme oluyor ve gitmesi gereken yolu gidemiyor. mesela 200 yılda 2 metre ilerlemesi gereken fay takıldığı için ilerleyemiyor, takılan girinti ve çıkıntılar 200 yıllık birikime dayanamayınca bir anda kırılıyor ve bu da çok büyük sarsıntılara neden oluyor. deprem tam olarak budur. 200 yılda olması gereken 2 metrelik hareket bir kaç saniye içinde olunca bunun adı deprem oluyor.

    kuzey anadolu fayının ilginç yönü üzerinde bir deprem fırtınası taşıması. deprem fırtınası demek bir fay hattı boyunca birbirine benzer depremlerin ilerlemesi demektir. 1939 yılında erzincanda 7.9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. bu depremde bir sonraki depremi tetikledi ve üç yıl sonra yani 1942 senesinde 7.0 lık niksar depremi oldu. o da bir yıl sonra, 1943 yılındaki 7.2lik tosya depremine neden oldu. ardından 1944 yılındaki 7.2lik bolu depremi meydana geldi. fay hattı 13 yıl sakin kalabildikten sonra 1957 yılında 7.1lik abant depremi meydana geldi. bundan da tam on yıl sonra 1967 senesinde adapazarı depremi oldu. sonrasında da, 22 yıl sonra hepimizin bildiği 7.4 büyüklüğündeki gölcük depremi oldu. yani 1939 yılında erzincandan başlayıp sürekli batıya ilerleyen bir deprem fırtınası 60 senede gölcük'e kadar ulaştı. uzmanların istanbulda deprem beklemesinin sebebi de budur zaten. fırtına istanbulun kapısını çaldı. fay sürekli enerjisini her bir depremden sonra batıya aktardı. gölcük'ün de batısında istanbul var.

    bahsedilen depremlerin haritasal görselleri

    tezimde ben birbirinden bağımsız pek çok çalışmayı bir araya getirdim. açıkcası yeni bir şey keşfetmedim fakat ayrı ayrı yerlerde birbiriyle ilgisi olmayan fakat ortak noktası istanbul depremi olan bir kaç parçayı bir araya getirdim ve bir puzzle gibi oturduğunu gördüm. istanbul'un deprem tehlikesini yorumlamanın iki zor yanı var. birincisi istanbulu etkiyecek olan fayın marmara denizi altında olması. marmara denizinin altındaki fayın nereden geçtiği 1999 senesine kadar bilinmiyordu bile. 99 depreminden sonra ana hatlarıyla keşfi yapıldı. kuzey anadolu fayı adapazarından üç kola ayrılıyor esasında. kuzey kol izmit körfezi, adalar ve florya açıklarından gidip tekirdağa ulaşıyor. bu kol adaları ve izmit körfezini yaratan yapı. orta kol ise edremit körfezinden geçerek bandırma üzeriden çanakkale tarafına gidiyor. işte bu iki fay kolu marmara denizini oluşturan faylardır. yani kuzeyle orta kol birbirinden uzaklaştığı için arada çökme oluyor ve suyla dolup deniz oluşuyor. bu iki fayın arasında pek çok küçük parçalar var. m.s 484 yılından bu yana istanbulda hasar yapıcı 34 deprem olmuş. bu depremlerin hangileri hangi kolda veya bu iki kol arasındaki hangi parçalarda oluşmuş bunları bilmemiz gerekiyor. eğer marmara denizinin dibini metre metre inceleyebilseydik işimiz çok kolay olurdu. bu işin birinci zor kısmı.

    ikinci zor kısmı ise eski istanbul depremleriyle ilgili kaynaklara ulaşamamak. kaynaklar var. fakat alfabe de dil de değişmiş. ben tez çalışmam sırasında 1884 istanbul depremiyle ilgili türkçe bir kaynak buldum. zamanın idarecilerinin hazırlattığı bir rapor. fakat çok değil 130 sene öncesinde yazılmış bu raporu bugün anlamak mümkün değil. dil değişmiş, alfabe değişmiş, ülkenin adı değişmiş. kaynaklar nerede ve nasıl ulaşılır bunları bilmek çok güç. bu da işin ikinci zor kısmı.

    yukarı da bahsettiğim gibi marmara denizi altındaki fay haritası yeni yeni yapılmış. tarih kitaplarından depremleri derleyip bugün ki fay haritasıyla karşılaştırıyoruz ve o gün ki hasara ve etki alanına bakarak hangi depremin hangi kolda olduğunu tespit ediyoruz. elimizde marmara denizi fay haritasıyla ilgili altı bölüm var. diyoruz ki bu depremler bu altı parçada olmuş. mesela 1719 yılında meydana gelen deprem istanbulu etkilemiş. ama istanbuldan ziyade kocaelini daha çok etkilemiş. yani bu deprem olsa olsa körfez segmentinde olmuştur. 1766 depreminde istanbulda ölen insanlar olmuş fakat edirnede deprem daha çok hasar yapmış. bu depremin batı marmara segmentinde olduğu anlamına geliyor.

    işte bu altı bölgenin (segmentin) tüm depremlerini tablo halinde listeliyoruz. sonra bu listelere tarihleri giriyoruz ve kaçar yıl arayla bu parçalar kırılmış bunu buluyoruz.

    7'nin üzerindeki depremleri dikkate aldığımızda
    körfez segmentinde; 189, 235, 321, 202, 221, 280 yıl arayla deprem olmuş. yani 99 depreminden önce 280 yıl kırılmamış. aradan 14 sene geçti. körfez parçası muhtemelen 200 yıl daha kırılmadan kalacak. yani körfez periyodu ortalama 200 yıl civarında ve henüz 14. yılında. bu tehlikesiz olduğu anlamına geliyor.

    oradan adalar segmentine geliyoruz. 432 yıl, 520 yıl ve 504 yıl var depremlerin arasında. şu an 504'üncü yılında olduğu için döngüsünün son demlerinde. işte bu yüzden adalar fayı çok tehlikeli bugün. üzerinde çok uzun bir yılın yüklemesi var. 99 depreminden sonra körfez fayının adalar fayına yüklediği enerjisi göz ardı etsek bile zaten periyodunun sonuna gelmiş.

    bunun gibi floryanın açığındaki fayın da ortalama periyodu 250 yıl ve bugün bu fay 259'uncu yılında. yani bu bölge de kırıldı kırılacak bir durumda.

    silivri açıklarındaki diğer fay kolu, yani fayın marmara denizi içerisinde kuzeye bükey yaptığı parçadaki periyotta yaklaşık 250 yıl ve orası da bugün 246. yılında.

    batı marmara fayında da periyot 250 yıl ve şu anki süre 246 yılda.

    son olarak gaziköy civarındaki parçanın da periyodu 270 yıl civarında. fakat orası sakin. en son 1912 depreminde kırıldığı için henüz periyodunun 101. yılında. yani bugün artık deprem beklememiz gerekmeyen bir parça. daha önünde 170 sene var.

    fakat adalardan gaziköye kadar giden dört parça fay periyotlarını ya doldurmuşlar ya da doldurmak üzereler. özellikle adalar fayı çok tehlikeli bir süreçte.

    eğer marmara denizinin altındaki fay ağını daha ayrıntılı bir biçimde bilseydik çok daha iyi analizler yapabilirdik. fakat bugün ki gelinen nokta da 10 yıl öncesine göre çok iyi sayılır.

    yukarıdaki kısım sadece bir çalışmaydı. tarih ve jeofizik biliminin birleştirilip yorumlanmasıydı. bir de sadece jeofizikle ilgili, kesin verileri ele alıp gutenberg ve richter tarafından geliştirilen ve depremlerin periyotlarını ve tekrarlama sayılarını veren logaritmik formülleri kullandığımızda da yukarıdaki sonuçlarla birebir örtüşen veriler elde ediyoruz. aynı şekilde tamamen bağımsız bu çalışmada da adalar fayı, orta marmara ve kuzey kol ve batı marmara yüksek derecede deprem riski taşıyor. tam olarak rakamları vermek gerekirse, 2017 için körfezde yüzde 0,04. yani imkansıza yakın. adalarda yüzde 79, orta marmarada yüzde 63, kuzey bükeyde yüzde 66, batı marmarada yüzde 65, ve gaziköyde yüzde 0.002.

    tarihsel verileri ayrı olarak incelediğimizde ortadaki dört parça çok tehlikeli, körfez ve gaziköy tehlikesiz görünüyor. bunu bir kenara bırakıp richter ölçeğinin mucidi olan richter ve gutenberg'in bağıntısını kullanarak tamamen yeni nesil, kesin, aletlerle kaydedilmiş depremler üzerinden hesaplamalar yaptığımızda yine körfez ve gaziköy fayları tehlikesiz, diğer ortadaki dört fayın da çok tehlikeli olduğunu görüyoruz. 2017 için yapılan risk analizleri bu sonucu verirken bunu 2025 için ele aldığımızda adalar fayındaki risk yüzde 85 oluyor. diğer üç tehlikeli parça da aynı oranda artıyor.

    bu iki çalışmadan bağımsız, hatta jeofizikten bağımsız olan ve genellikle istatistik biliminde kullanılan student t testi denen fonksiyonel bir bağıntıyı kullanarak, yine eski depremlerin hesabı üzerinden yeni depremleri tahmin etmeye çalıştığımızda da bu altı bölge için aynı yüzdelik sonuçlara ulaşıyoruz. yani bu üç çalışmada da risk aynı noktaları aynı derecede işaret etmektedir. kırmızı alarm veren bölge adalar fayıdır. buna bir de 99depreminin direkt olarak adalar fayına yükleme yaptığını eklersek sonuç daha da vahim görünüyor. ama işin en kötü yanı, adalar fayı kırıldığında enerjisini zaten kırılma periyodunu doldurmuş, kırılmanın eşiğine gelip enerjisini orta marmara fayına verecek olması. onun da kısa bir zaman içerisinde kırılıp kuzey bükeye, onun da yine kısa bir zaman sonra kırılıp batı marmara fayına enerjisini vermesi. yani önümüzdeki en fazla 100 yıl içerisinde istanbulda tüm marmara kıyılarını etkileyecek en az 4 büyük depremin olacak olması anlamına geliyor bunlar.

    şimdi sorulara gelecek olursak.

    -marmarada kesinlikle deprem olacak mı?

    evet, kesinlikle olacak. marmara denizi bir iç deniz. neden orada iç deniz olmuş, çünkü kuzey anadolu fayı üç kola bölünüp biribirinden uzaklaşmış. üç kolun arası açılmış ve içeri çökmüş. orası da haliyle deniz olmuş bu açılmadan dolayı. imralı adasının kuzeyinden istanbul boğazına uzanan bir nehir yatağı kalıntısı vardır mesela marmara denizinin dibinde. milyonlarca yıl önce adapazarına kadar tek parça halinde gelen fay o bölgede üçe ayrıldığı için orta kısım çökmüş. bu şu demek, eğer orada bu üç kol bir deniz yapmışsa bunu yapmaya devam edecektir. sürekli büyük depremler olacak, sürekli zemin parçalanarak dibe çökecektir. marmarada deprem olmayacağını iddia etmek zirvesinde krater gölü olan bir dağın eskiden volkanik bir dağ olmadığını iddia etmek gibidir. istanbul boğazı, marmada denizi içerisindeki adalar, izmit ve gemlik körfezleri, sapanca gölü, çanakkale boğazı, saros körfezi, manyas gölü tesadüfen olmuş şeyler değidir. bu coğrafik birimler neden bolu'da yok ya da tosya'da yok. çünkü fay oralarda tek parça, yani sadece deprem yapıyor. ama üçe ayrılınca işte, böyle karaları birbirinden ayırıp ortasını suyla dolduruyor. biz de buna deniz, göl, boğaz diyoruz.

    -elinizdeki verilere göre sizce deprem ne zaman olacak?

    herkesin bu konuda çok farklı tahminleri var. bu konuda uzman olmuş insanlar bile farklı kanaatlere sahip olabiliyor. deprem olacak diyenler olmayacak diyenleri tedbirsizlikle suçlarken diğerleri de onları halkı korkutmakla suçluyor. kişisel tahminim en geç 2025 yılına kadar adalar fayının yaklaşık 7.4-7.6 arası bir büyüklükle kırılacağı yönünde. bana bunu söyleyen birbirinden farklı üç bilim var. tarih, jeofizik ve istatistik bilimleri.

    -bu deprem olacaksa en tehlikeli iller hangileri?

    yine geçmişteki depremleri inceleyip gelecekti depremeler için senaryo yazabiliriz. tabiki adalarda meydana gelebilecek bir deprem en çok istanbulu etkileycektir. özellikle istanbul kıyıları ya devlet eliyle doldurulmuş ya da doğal olarak dolmuş alüvyon zeminler. her ikisi de sağlam değil. marmara denizine kıyısı olan ve düz olan bütün semtler ve mahalleler zaten direkt olarak depremin merkezi oluyor. pendikten üsküdara, sarıyerden kıyı boyunca avcılara kadar olan tüm sahil şeridi tehlike altında. çünkü alüvyon arazi demek çamur demektir. tepelik arazi demek kayalık demektir. kaya depremin sarsıntısını emebiliyor ama çamur tam tersi deprem sarsıntısını daha da büyütüyor. hele ki çamur üzerinde yüksek katlı bir bina varsa bu felaket üstüne felaket anlamına geliyor. nedeni şudur. atıyorum bakırköy sahilinde 7-8 katlı binalar var fakat o bölge alüvyon bir zemine sahip. alüvyon, yani çamur çok sallanan bir malzemedir. ama 7 katlı bina büyük bir kaya gibi olduğu için sallanamaz. yani çok sallanabilen bir zemin üzerine sallanamayan bir yük koyuyorsunuz. bu durumda rezonans denen bir olay oluyor. çamur sallanıp bina sallanamadığı zaman deprem sallayamadığı binayı dibinden kesiyor. zemin kattan bina kesiliyor. deprem fotorağraflarına dikkat ederdeniz binaların önce zemini yıkılır. işte binaların zemin kattan yıkılma sebebi budur. önce zemin kat göçer. bazen bina zeminin üstüne göçüp kalır, üst katlar yıkılmaz. bina zemin katın üstüne göçtüğünde deprem devam ediyor olursa bu sefer deprem yine sağlam kalan ilk katı keser. böyle kese kese tüm binayı yok eder.

    istanbul dışında, bandırma, gebze, bursa ve yalova bölgesi de olası bir istanbul depreminde büyük zararlar göreceklerdir. tarihi depremlere baktığımızda bu sonuca varmak çok kolay oluyor. izmitte meydana gelen bir deprem avcıları yıkabiliyorsa adalarda meydana gelen bir deprem de tabiyatıyla yalovaya rahatlıkla zarar verebilir. bu illere tekirdağı da orta zarar görecek şekilde ekleyebiliriz.

    -istanbul'da tehlike altındaki ilçeler hangileri?

    buna yukarıda cevap verdim sanırım. devamen, moda sahilinde büyük apartmanlar var. buralar lüks semtler ama binalar eski. insanlar adalar manzarası için milonlarca liraya 20 yıllık daire alıyorlar. hem olası depremin merkez üssüne çok yakın, hem yüksek katlı binalar hem de deniz kumuyla, burgusuz demirle ve en iyi ihtimal b12 betonla yapılmış binalar. bugün b12 betonla kaldırım bile yapılmıyor. 99 depreminden sonra hepsi yasaklandı. binalarda en az b25 beton kullanılıyor. bu gibi istanbulun marmara sahilinde bulunan düz araziler üzerine yapılmış 3-4 katın üzerindeki, 15 yaşından büyük binaların gelecekte bir gün meydana gelmesi beklenen adalar depremine dayanabilmesi imkansız gibi gözüküyor.

    -kentsel dönüşümü yeterli görüyor musunuz?

    bu konu hakkında yeterince bilgim yok açıkcası. kentsel dönüşüm şimdiye kadar hem hükümetçiler hem mualifler tarafından siyasi malzeme olarak yorumlandı.
    istanbulu çok iyi bilen bir insan değilim. zeytinburnunda, veliefendi hipodromunun üst taraflarında başlamış bir kentsel dönüşüm gördüm. zeytinburnu gibi tehlikeli bir bölge adına sevindirici bir gelişme. oradan ilerde hemen yedikulede sanırım bir hayli dönüşüm yapılmış. fakat anadolu kısmında, artık bu muhitlerin lüks olmasından mıdır nedir pek kentsel dönüşüm yapıldığını göremiyorum. tam manada kentsel dönüşüm yapılmıştır denebilmesi için istanbulun anadolu ve avrupa yakasında e-5 karayoluyla marmara denizi arasında kalan kısımda 1999dan önce yapılmış bina kalmaması gerekir. bina sağlamlığından bahsederken sürekli 1999 senesini milat kabul etmemin nedeni zemin etüd raporunun zorunluluğu, deniz kumunun, burgusuz demirin, beton kalitesinin gerçek manada gözden geçirilip tüm binaların sağlam yapılmasıdır bu tarihten sonra. bugün türkiyenin hangi iline giderseniz gidin 1999 sonrası yapılmış binaların kirişlerini, kolonlarını matkap bile zor deler. bir de aynı matkapla 1999 öncesinde yapılmış bir binanın kolonunu delin ve matkabın hiç zorlanmadığını kendi gözlerinizle görün.

    -can ve mal kaybını en aza indirmek için çözüm önerileriniz?

    işin bu kısmında tabiki devlete ve belediyeler büyük görev düşüyor, zaten bu olası depremle iligili konuşan herkes aynı şeyi vurguluyor. lakin halka da büyük görev düşüyor. cadde bostanda, oldukça lüks ama eski bir apartman ev sahiplerinin ortak kararı neticesinde yıkıldı ve yeniden yapılmaya başlandı. kendisini düşünmeyen insanları malasef başkaları, yani devlet ve belediye hiç düşünmüyor. burada moda sahilinde de lüks ve eski binalar ki oradaki binaların hemen hemen hepsi eskidir, aynı şekilde ev sahipleri tarafından yıkılıp yeniden yeni deprem mevzuatına uygun yapılabilir.

    bugün bir deprem olsa en büyük yıkım adalar ilçesinde olacak. muhtemelen istanbulun geri kalanı kendi derdine düşeceği için, adalarda da yeterince hastane, can kurtaran, doktor, arama kurtarma ekibi olmadığı için adalarda büyük sıkıntılar çıkacak. ki buna bir de istanbulun anadolu yakasından deniz altından adalara giden elektrik hatlarının kopma ihtimalini de eklersek adalar tam bir mahrumiyet bölgesi olacak. zaten oradan insanların da kaçması çok zor.

    1999 depreminde izmit, yalova ve adapazarı gibi istanbula nazaran daha küçük şehirler zarar gördü. istanbulun hastaneleri, ambulansları, arama kurtarma ekipleri, iş makinaları o şehirlere akın etti. istanbul sağlam kalmıştı, çok büyük bir şehirdi, çok az zarar görmüştü ve o küçük şehirlere çok yakındı. fakat istanbulda deprem olduğunda, zaten normal bir günde tıkalı olan istanbul trafiğinin nasıl olacağını siz düşününün. o zaman boludan nasıl ambulans ve iş makinası istanbula ulaşacak. atıyorum öyle bir deprem olduğunda zaten istanbul itfayesinde çalışan itfayecilerin çoğu kendi dertlerine düştüğü için işe gitmeyecekler. herkes yakınına, akrabasına ulaşmaya çalışacak. şehre kara yoluyla giriş çıkış imkansız olacak.

    devlet kurumları arasında bu gibi felaketlerde en büyük görevi şimdiye kadar hep türk silahlı kuvvetleri üstlenmiştir. hava, kara ve deniz birlikleri türk silahlı kuvvetleri içerisinde çok kordinelidir. görev tanımları bellidir. kim ne yapacak bilir. kimsenin o gün işe gelmeme şansı yoktur. ama devletin malesef diğer kurumları arasında böyle bir koordine yoktur. buna tıkanan trafiği, göçen viyadükleri, patlayan doğal gaz hatlarını, göçen binalardan sızan doğal gaz yüzünden çıkan yangınları ve zehirlenen depremzedeleri, deprem olduğu için görevinin başına gelemeyen itfaiyeciyi, ambulans şoförünü, doktoru, hemşireyi, sivil savunma memurlarını eklersek tam bir kaos ortamı olacağını görebiliriz. ama en kötüsü dediğim gibi çevre illerden gelen yardımların, çevre illerde kullanılacak hastanelerin istanbulu kurtarmak için çok yetersiz kalacağı gerçeğidir.

    çözüm bellidir. 2 kere 2 nin dört olması gibi olacak deprem de, yıkılacak bina da bellidir. herkes üstüne düşen görevi yerine getirmeli. halk deprem sırasında ne yapacağını şöyle bir düşünmeli ve devlet kurumları bir birlerini arasındaki koordineyi iyi sağlamalıdır." (bkz: #33329026)

    ayrıca ihmalkarlıklar, konut ve yapı aşırılığı, kontrolsüz nüfus artışı ve bunlara karşın altyapı ve beklenen depreme karşı yapılan hazırlıkların da az çok eksik olduğunu varsayıp; olabilecek bir istanbul depremi sonucunda ne gibi senaryolar ile karşılaşacağımızı da yazarımız goruntukaybi senaryo haline getirmeye çalışmıştır ki umarım böyle bir duruma maruz kalmayız. (bkz: #25899966)

    istanbul veya marmara denizi faylarında 7 veya üzeri büyüklükte muhtemelen gerçekleşecek olaylar.

    deprem anı: çığlık çığlığa koşan insanlar, kağıt gibi yıkılan evler olacaktır her yerde. yeni yapılan bir kaç mahalle, istisnai 3 5 bina dışında heryer toz bulutu, her yer yıkık, her yer kaos, her yer ne yapacağını bilmeyen insanlarla dolacaktır.

    depremden hemen sonrası: enkaz altında kalanlara bağıranlar, ve ilk yağmacılar bu dönemde olacaktır. elektrikler kesilecektir. cep telefonları kitlenecektir. medya yayınları aksayacaktır. depolar, mağazalar, marketler soyulup soğana çevrilecektir.

    depremden birkaç saat içinde: ağır yaralılar ölmeye başlayacaklardır. ölüm sayısı bu bölümde yaklaşık 100-150bin olsa da hızla artacaktır. artçılarla yıkılmayan binalar da yavaş yavaş yıkılacaktır. suç oranı yağma için büyük oranda artacaktır. köprüler 8 büyüklüğü görmeden muhtemelen yıkılmayacaktır fakat yollar perişan olacağı için bütün ulaşım kitlenecektir. herkes istanbuldan kaçmaya çalışacaktır. hastaneler yıkılmamışlar ise kaos ortamında kavga ve ölümlere şahit olacaktır.

    depremden sonra ilk gece: enkaz altından insan çıkarmak dışarıdaki ölüleri sevketmek ya da kurtulanları doyurmaktan çok daha önemsiz duracaktır. 15 milyonluk hatta etrafındaki büyük şehirlerle 20 milyondan fazla nüfusu olan bir şehri elden doyurmak imkansız olduğundan hırsızlık veya cinayet olayları yaşanacaktır. şehri ağır bir kıtlık havası kaplayacaktır. eğer kış ise, ilk geceden itibaren donarak ölümler başlayacaktır, hem enkaz altındakiler hem dışarıdakiler için.

    24-48 saat arası:rüzgar hali hazırda esmiyorsa inmeyen toz inecektir. yaralı olarak hastaneye gitmeye çalışanlar bir muhattap bulamayacaklardır. iç kanama, travma gibi vakalar büyük oranda öleceklerdir. enkaz altındaki ölüler yavaş yavaş kokmaya başlayacaklardır. türkiye çapında istanbuldan kaçanları evinize alın, bolbol ekmek üretin türü kampanyalar başlayacaktır, gıda yardımı yapın. bilgi dezenfermasyonu olacaktır. ölü sayısı ve hal durumuyla ilgili deprem bölgelerine muhabirler giremeyeceği ya da girmeyeceği için kulaktan duyma veya tahminlerle bilgiler verilecektir. ekmek, yemek, çadır, soğuk, bebekler, çocuklar ve yaşlılar çok büyük problem teşkil etmeye başlayacaktır.

    48-72 saat arası:enkaz altından çıkarılanlar olsa bile, ki iş makineleri veya akut bu işe başka deprem kadar yoğunlaşamayacaktır, hastanede ilgisizlikten öleceklerdir. açlık çoğu insan için ciddi bir hal aldığı için her yemek yardımında kalabalık ve kaostan insanlar ölmeye başlayacaktır. şehrin elektriği muhtemelen geri getirilemediği için zaruri ihtiyaçlar karşılanamayacaktır. su ciddi bir problem haline gelecektir. sevkiyatlar aksayacağı için damacana veren şirketler servis veremeyecektir. istanbul dışına muazzam göç olacaktır. çalıntı otostop otobüs veya herhangi bir şekilde yürüyerek de olsa insanlar istanbuldan kaçmaya çalışacaklardır. ölü sayısı 400bin civarına tırmanacaktır.

    72-96 saat arası: martılar şehrin içine girip sokaktaki ya da enkazdaki ölüleri yemeye başlayacaklardır. şehir kokmaya başlayacaktır. kurtulanlar da açlık veya soğuktan ölmeye başlayacaklardır. su açlık bir çöl gibi saracaktır istanbulu.

    4-7 gün arası: devlet bütün dış-iç yardım stoğunu eritip marmara bölgesi dışında çok az varolan fabrikasına ne üretebildiyse afet bölgesine göndermeye devam edecektir. hükümetin resmi olarak düşüp askerin yönetime el koymasını bu aralar öngörüyorum. bütün tsk bütün şehri afet bölgesi istediği yeri de karakolu yapacaktır, şehir dışından vicdani görev olarak gelmiş doktor ve hemşireleri çalıştırmaya çalışacaktır. yemek kimseye yetmeyecektir. battaniye çadır gibi yardımlar ikinci planda kalcak, soğuk perişanlık ve ölüm yaratmaya devam edecektir.

    2. hafta: türk ekonomisi, türk lirası değerinin çoğunu yitirecektir. istanbul dışındaki hayat için inanılmaz bir enflasyon söz konusu olacaktır. ekmek günler çerisinde özellikle marmaraya yakınyerlerde 1den 5e hatta 10 liraya çıkabilecektir. bütün ülke stokları ve depolarına devlet el koyup istanbula gönderecektir. bu sırada şehirde, pislik, hastalık, açlık ve ölümler önüne geçilemez bir hal almaya başlayacaktır. ölü sayısı depremden hemen sonraya göre belki de 500 bin artış gösterecktir. kurtulanların bile kurtarılamaması, dışarıdakilerin salgın hastalıklarda ölmesi, özellikle patlayan bebek ve çocuk ölümleri bundan sonra da devam edecektir.

    2-4 hafta arası: ölü sayısı depremden hemen sonraya göre 1 milyona yakın artış gösterecktir. ekonomide kur, ekmek fiyatı, temel gıda malzeme fiyatları sabitlenecek, tsk tarafından yönetilen afet bölgesinde belki sözlü belki yazılı karne ile yemek dağıtımı devam edecektir. ilaç yokluğu, müsait olmayan şartlar gönüllülerin geri dönüşüne sebep olabilecektir. iş makineleri toplu mezarlar kazacaklar, belki de kimlik tespitlerine gerek olmadan insanlar gömüleceklerdir. ölüm ve göç sebebiyle istanbulun nüfusu maksimum 3-4 milyon kalacaktır.

    1-3 ay arası: koku dağılacaktır. istanbul hayalet şehir haline gelecektir. içinde 1 insanın dahi olmadığı hayalet yıkık mahalleler ortaya çıkacaktır. gıda tüm türkiyede sorun haline gelecektir. ithalat ile bu sorun çözülmeye çalışılacaktır. süpermarketler büyük oranda bomboş koridorlarda 3 5 ekmek peynir zeytin domates patates satan, konserve koyulan yerler olacaklardır. ülke üretimi çok büyük oranda düşecektir. imkb eğer olur da açılırsa %98lere varabilecek düşüş gözlemlenecektir. dolar/tl 20nin üzerine çıkacaktır. bu sırada şehrin elektriği ve suyu geri kazandırılmaya çalışılacaktır. şehir suyu pisliği hastalıkların önüne geçilememesi, pislik gibi sebeplerden ölümler son hızla devam edecektir.

    1 sene içinde: özellikle facebook gibi siteler aracılığıyla insanlar ulaşabildiklerine ulaşacaklardır, ulaşılamayanlar öldü kabul edileceklerdir. resmi rakamların çok çok üzerinde gerçek ölüm sayıları olacaktır. türk ekonomisi %80lere varan oranda küçülecektir. ekonomik krizin ötesinde, yaşam zorluğu çekilecektir. 1 yıllık aranın ardından bazı kurumlar çalışmaya veya eğitime devam ederken bazı kurumlar bunu başaramayacaktır. asker başta kalmaya devam edecek, seçim yönünde bir istek veya ihtiyaç olmadığı için seçim yapmayacaktır.

    hepsinden sonra: deprem sonucu(hastalık, açlık vs. dahil) 1-2 milyon arası insan yok olacaktır. bu trajediyi bu millet atlatamayacaktır. hayat devam edemeyecektir. türkiye tüm dünyada depremin yıktığı ve bitirdiği ülke olarak kalacaktır. toprak altıda yatan bir tanıdığı olmayan olmayacaktır. enkazlar yıllar boyu kıpırdatılamayacaklardır.

    istanbul ise yıllarca basit bir kasaba olarak işleyecektir, bütün ekonomik turistik, endüstriyel yükü uçacaktır. türkiyenin yeni istanbulu yeni yüzü uzun süre izmir olacaktır. tarım ülkesine dönüş ve fabrikalar ile ülkeyi doyurmak üzere üretim yapılmaya çalışılacaktır.

    son olarak, deprem anı için en doğru ve yaşamsal önerileri maddeler halinde doug cropp'tan okuyalım:

    1) 'binalar çökerken basitçe 'çömelen ve korunan' kişiler istisnasız her defasında ezilerek ölüyorlar. masa, araba gibi nesnelerin altına giren kişiler her zaman ezilirler.
    2) kediler, köpekler ve bebekler'in hepsi doğal bir şekilde dizlerini ana rahmindeki gibi karınlarına doğru çekerek kıvrılırlar. deprem anında sizde bu şekilde kıvrılmalısınız. bu doğal bir güvenlik ve hayatta kalma içgüdüsüdür. daha küçük bir boşlukta hayatta kalabilirsiniz. hafifçe ezilecek ama yanında boşluk yaratacak bir kanepe, geniş büyük bir eşyanın yanında durun.
    3) ahşap evler deprem anındaki en güvenli yapılardır. sebebi basittir; ahşap esnektir ve depremin zorlamasıyla hareket eder. eğer ahşap bina çökerse geniş yaşam boşlukları oluşur. ayrıca, ahşap binalar daha az yoğunlukta yıkılış ağırlığına sahiptir. tuğla binalar ayrı tuğla parçalarına ayrılacaklardır. tuğlalar bir çok yaralanmalara sebep olacaktır, ama (beton) bloklardan daha az ezilmiş vücutlar yaratırlar.
    4) eğer gece yataktayken deprem olursa, basitçe yuvarlanarak yataktan düşün. yatağın çevresinde güvenli bir boşluk oluşacaktır. oteller müşterilerine deprem anında yatakların yanında yere uzanmalarını salık veren bir uyarı notunu odalarda her kapının arkasına asarlarsa depremlerde çok büyük hayatta kalma oranlarını sağlayabilirler.
    5) televizyon izlerken deprem olursa ve kolayca kapıdan veya pencereden dışarı kaçmak mümkün değilse, kanepe veya büyük bir koltuğun/sandalyenin yanında cenin pozisyonunda kıvrılarak yere uzanın..
    6) bina çökerken kapı kirişlerinin altına geçen herkes ölür...nasıl mı? eğer kapı kirişlerinin altına geçerseniz ve kapı kirişi öne veya arkaya doğru düşürse inen tavanın altında ezilirsiniz. eğer kapı kirişi yana doğru yıkılırsa ikiye bölünürsünüz. her iki durumda da ölürsünüz!
    7) hiçbir zaman merdivenlere gitmeyin/yönelmeyin. merdivenler (ana binadan) farklı bir 'frekans aralığına' sahiptir; ana binadan bağımsız/ayrı olarak sarsılırlar. merdivenler ve binanın geri kalanı devamlı olarak birbirlerine çarparlar, ta ki merdivenlerin yıkılışı
    gerçekleşene kadar. merdivenlere ulaşan insanlar basamaklar yüzünden yaralanırlar. korkunç şekilde sakatlanırlar. bina yıkılmasa dahi, merdivenlerden uzak durun. merdivenler binanın hasar görmesi en muhtemel kısmıdır.. depremde yıkılmamış olsa dahi, merdivenler bağırarak kaçmaya çalışan insanların aşırı yüklenmesi ile çökebilir. merdivenler binanın geri kalan kısmı zarar görmemiş olsa dahi her zaman güvenlik açısından kontrolden geçirilmelidir.
    8) binanın dış duvarlarına yakın yerlerde durun, mümkünse dışına çıkın. binanın iç kısımlarındansa dış kısımlarına yakın yerlerde olmak çok daha iyidir. binanın dış çevresinden ne kadar içeride olursanız, çıkış yolunuzun kapanma ihtimali o kadar artacaktır.

    9) enkaz halindeki gazete ofislerini ve çok miktarda kağıdın olduğu ofisleri dolaşırken kağıdın sıkışmadığını /ezilmediğini keşfettim. kağıt yığınlarının/kümelerinin etrafında geniş boşluklar bulunur/oluşur.

    umarız ki, türkiye'deki deprem korkusu ve endişesi bir deprem bilincine dönüşsün. okullarımızda göstermelik olarak sıraların altına girileceğine, yeterli eğitimler verilsin. hasarlı evler sıvanıp başka ailelere ve insanlara mezar olmasın. ödediğimiz vergiler oy, rant ve güç malzemesi yerine kaliteli bir kent yaşamı ve ranta sırtını dönen bir türkiye için kullanılsın.

    son olarak: deprem gibi ciddi ve önlem alınması gereken bir durum ile dalga geçen, bu durumu gırgır ve geyik malzemesi yapan; ilmi olarak tedbir almayıp insanlara bu durumun takdir-i ilahi olduğunu ve çaresizce kuzu gibi beklememiz gerektiğini söyleyen insan suretli varlıklar. bu dangalakça tutumunuzu acilen gözden geçirip duyarlı ve faydalı birer birey olarak hayatınıza devam etmeniz gayet mümkündür.
  • hepimizin yaşadığı; ama unuttuğu bir bilgi "dünyanın neresinde olursa olsun bir bebek yürümeyi öğrenene dek ortalama 200 kez düşer."

    başarı üzerine pek çok kitap okudum, film izledim, iş yerinin düzenlediği eğitimlere gittim. hiçbiri bünyemde bu cümlenin yarattığı etkiyi yaratmadı.

    hayatımı düşünüyorum, sanırım yürümeyi öğrenmek dışında; yapmaya karar verdiğim hiçbir eylemi 200 kere başarısız olmaya sabredecek kadar denemedim.

    peki bir bebek yürümeyi öğrenirken çevresindeki insanlar ne yapar? bebeğe var güçleriyle destek olur, o yere her düştüğünde coşkuyla kaldırır, hoppidi hoppidi tekrar denemesi için teşvik eder.

    fiziksel bir engeli yoksa hiçbir bebek yürümeye çalışmaktan vazgeçmez ve istisnasız hepsi de başarır. doğduğunda oturmayı bile beceremeyen bir canlının iki ayağının üzerinde dengeli şekilde yürümeye başlaması üniversite sınavını kazanmaktan, iş yerinde terfi almaktan daha zor bir eylemdir.

    düşmek başarısızlık hissinin yanı sıra fiziksel olarak da can acıtan bir şey. şu an 20 kere poponun üstüne düş kalk desem 4.'de düşmeyi bırakırsın. bizler bir kez aşk acısı yaşayınca bile tekrar sevmeye tövbe edebilen insanlarız. ya bebekler de bıraksa ve bir şekilde yürüyemeyeceklerine inansa? çoğu şeyde buna inandırmıyor muyuz kendimizi?

    bizim çevremiz çocukluk aşamasına geçtikten sonra yapmaya karar verdiğimiz eylemlerde bizleri ne kadar destekler? bebekken yürümeye teşvik ettikleri kadar destekleselerdi o eylemlerin sonucu ne olurdu?

    bazen sırf vazgeçmen için daha henüz karar aşamasında bile insanlar olumsuz konuşmaz mı? en basiti "her gün spor yapacağım" dersin, "işten geç geliyorsun, soğuk havada üşenirsin ıdı bıdı" bir ton olumsuz cümle sarf eden çıkabilir. bazen sadece bakışları bile yeter... aile de hiçbir başarısızlık eyleminiz için yürüme evresinde size gösterdiği sabrı göstermez.

    bizler büyüdükçe daha en başından çok iyi bildiğimiz "başarının sırlarını" unutmuş oluruz. tekrar öğrenebilmek için debelenir dururuz. dünyadaki milyonlarca insan da asla tekrar öğrenemeden ölür gider. ve kapasitesinin çok çok altında işler, hobiler yapmış olur...

    belki ailenin, çevrenin yürüme teşviğindeki en büyük sebebi; kendilerinin de o yoldan geçip başarmış olması ve denerse bebeğin de başarabileceğini bilmeleri. bu yüzden canla başla elinden tutarak yürütmeye çalışırlar. hayattaki diğer kararlarda ise bu tür tecrübeleri olmadığı için iki başarısızlıkta "galiba olmayacak bırak istersen" şüphesiyle yaklaşırlar. karar verdikten sonra çevreye kulak asmadan 200 kez yılmadan ve aynı azimle denersek sonuca kendimiz bile şaşırıp büyük bir keşif yaşamış oluruz.

    belki de bir şeyden vazgeçmeden önce sormak gerek "200 kez denedim mi?"

    yıllar sonra gelen edit: doğru zamanda doğru şeylerden vazgeçmek iyi ve gereklidir. the dip
  • söylentilere göre dünyanın en eski 2 mesleğinden biri olan denizcilik için bazı bilgiler vererek başlayalım
    sadece denizcilik mi tabiki hayır. ufkumuzu açmaya başlıyoruz o halde

    bir deniz mili neden 1852 metredir. hesaplarda zorluk çıkmıyor mu. ya da aptal mı bu adamlar 100, 1000 gibi bir sayı olarak neden kabul etmemişler de küsüratlı sayı vermişler * *

    cevap basittir: okulda coğrafya dersi gören herkesin bildiği gibi ekvatorun çevresi 40.000 km dir * (akılda daha kolay kalması için ders kitaplarında tam sayı verilmiştir)
    ve dünyada 360 adet boylam vardır. (neden 360 adet olduğu aşağıda ayrıca açıklanacaktır)
    bu 40000 km yi 360 a böldüğümüzde 111,11 km mesafesini yani iki meridyen arasındaki arasındaki 111 kilometreyi buluruz.* bu mesafeyi 60 a böldüğümüzde (neden 60 daha sonra açıklanacak) 1,8518 kilometreyi yani 1852 metre olan 1 deniz milinin uzunluğunu buluruz *

    1 deniz mili = ekvatorda 2 meridyen arasındaki 1 dakikalık* uzunluktur

    bu uzunluğa kim nasıl resmiyet kazandırmıştır derseniz 1929 yılında monako'da yapılan bir standardizasyon toplantısında karar verilmiştir.
    kaynak isteyenler için
    kaynak ingilizcedir. içinde mile olarak aratırsanız görebileceksiniz.

    gelelim 360 ve 60 sayılarına
    neden 360 adet boylam yani meridyen var.

    bu bilgileri vermeden önce bazı şeyleri açıklamak daha anlamlı olacaktır.

    nasrettin hoca'ya sormuşlar. hocam dünyanın ortası* neresidir diye.
    hoca durur mu yapıştırmış cevabı. işte burasıdır inanmıyorsan ölç demiş. kaynak
    osmanlı zamanında bu merkez ayasofya
    doğu roma imparatorluğu zamanında bugün hala istanbulda bulunan million taşı
    batı roma imparatorluğunda ise milliarium aureum'dur ek kaynak
    müslüman ve yahudiler kudüs'ü merkez almış
    yine müslümanlar ayrıca kabe'yi merkez olarak almışlardır

    ulan bu dünyanın bi götü başı yok mu. her yer merkez amk. buna bi el atalım da herkes kafasına göre iş yapmasın demişler.

    çünkü eski zamanlardan beri hemen hemen her ülke deniz aşırı keşifler yapıyor ve bunun için gerek kendi haritalarını gerekse diğer milletlerden kaptan ve kaşiflerin haritalarını kullanıyorlar. ancak kerkes kendi merkezine göre çizimlerini yapıyor. doğal olarak bu da işleri zorlaştırıyor haliyle

    her boka standart getiren avrupalılar ve amerikalılar bu işe de bir el atalım demişler ve 1884 yılında washington'da bir toplantı* yaparak * konuyu oy birliği ile karara bağlamışlar. bu karara göre başlangıç meridyeni (sıfır) greenwich olarak kabul edilmiştir
    kaynak isteyenler için
    text yazısına basın ve turkey diye aratın

    peki başlangıç meridyeni olarak seçtik ama ne işe yarıyor bu greenwich. efendim şöyle işe yarıyor.
    saatlerimizi ayarlamak için kullanıyoruz. başka bi boka yaramıyor *

    tamam da hala 360 ve 60 olayını anlamadım diyenleriniz vardır. haklılar

    bir gün kaç saattir:24
    kaç dakika yapar:1440
    kaç meridyen var:360
    her meridyen arası kaç dakika: 4 (lise bilgileri. 111 km ve 4 dakika olayı budur)

    360x4=1440 yapar

    bu 360 meridyenin 180 adedi greenwich'in batısında 180 tanesi doğusundadır. saat farkı böyle oluyor. mesela türkiye +2 saat dilimindedir. greenwich'te saat 14:00 iken bizde 16:00 dır.*
    bir de zaman atlama çizgisi vardır. bu greenwich değildir. ticari kaygılardan dolayı dünyanın en az ticaret yapılan yerinden geçecek şekilde ayarlanmıştır. * gün değiştirme çizgisi görseli

    360 olayını anladığımızı varsayıyorum ve 60 dakika kısmına geçiyorum.
    ben okuldayken anlamazdım mesela. *. iki meridyen arası hem 60 dakika hem 4 dakika nasıl olabiliyor. çok saçma

    aslında biri elma biri armuttur. bildiğimiz anlamda dakika olanı 4 tür. 60 ise bir derecenin tamamını temsil eder. iki meridyen arası doğal olarak 1 derecedir. 1 derece ise 60 dakikadır *
    nasıl ki bir daire 360 derece ise bir derece 60 dakikadır. bir dakika ise 60 saniyedir.
    yani 60 dakika ve 4 dakika sadece isim benzerliğidir

    bir örnek vermek gerekirse. 2 kişi olduğumuzu varsayalım. ve birimiz tam kuzey yönüne yani 000 rotasına doğru tam 60 deniz mili boyunca gitsin.
    diğer kişi ise yine kuzey yönüne ama 001 rotasına doğru 60 deniz mili boyunca gitsin.
    finalde bu 2 kişi arasındaki mesafe 1 deniz mili olacaktır.

    şöyle sağlamasını yapalım
    1 derece* = 60 dakika
    60 deniz mili boyunca gidiyorlar bu da 1 dereceye tekabül eder.
    1 deniz mili = 2 meridyen arasındaki 1 dakikalık* uzunluktur
    60 / 60 = 1 dakika bu da = 1 mil (internetten hesaplayıp küsüratlı sayı ile gelmeyin kalbinizi kırarım)

    iyi ama hala neden 60 a bölüyoruz niye 100 e 30 a 75 e bölmüyoruz onu anlamadım diyenler olabilir. haklılar. *

    neden 1 derece 60 dakikadır..
    bunun için biraz eskiye yani m.ö. 3000 yıllarına kadar gitmemiz gerek. önce sümerler ve akkadlar sonra onlardan aldıkları matematik ve geometriyi geliştiren babillere kadar bakmalıyız

    peki ne yapmıştır bu babilliler.
    60 sayı tabanını kullanmışlar. peki neden 60. neden bugün bütün dünyanın kullandığı 10 sayı tabanı değil*

    görelim*
    elinizde bir şey var diyelim (sürü/para/tarla vs)
    bunun 1/2 sini kolaylıkla hesaplarsınız 10 luk sistemde. ancak 1/3 ünü veya 1/4 yada 3/4 ünü 10 sistemde hesaplarsanız küsüratlı çıkar.
    tüm bu oranları 60 sayı tabanında tam olarak bölebilirsiniz. öyle ki 2, 3, 4, 5, 6, 10, 12, 15, 20 ve 30 sayıları da tam olarak bölünebilir

    bu kadar mı. hayır
    avucumuzu açarız. baş parmağımız ile diğer 4 parmağımızın 3 boğumunu sayarız. kaç yapar=12
    her 12 sayımında diğer elimizde bir parmağımızı kapatıyoruz. beş parmağımız kapanıp yumruk haline geldiğinde kaç yapar 60*

    bir gün neden 24 saattir çünkü 24 adet 60 dakikadan oluşur

    iyide adamlar bu 60 dakikayı nasıl hesaplamışlar. hele 60 saniyeyi nasıl hesaplamışlar. 60 a kadar sayıyorlar desek yine olmaz. çünkü yavaş ya da hızlı sayabilirler.

    bugün kullanılan saatler aslında birer güneş saatidir. yani yerdeki bir cismin gölgesinin güneşin hareketi boyunca izlenmesi olayıdır. tahmini olarak m.ö 5000 yıllarında mısırda keşfedilmiştir (kuzey yarı kürede keşfedildiğinden saatler sağdan sola döner) (güney yarı kürede keşfedilseydi tam tersi olacaktı)

    bakınız güneş saati

    peki bir daire neden 360 derece. neden 300 değil*
    bir daire çizelim ve bu dairenin içine düzgün bir çokgen çizmeyi deneyelim. en iyi sonuç düzgün altıgen olacaktır. merkezde 6 adet 60 derece vardır. bu bize 360 dereceyi verir ispat için sağ taraftaki resme bakınız

    ama sen hala 360 yerine 400 olabilirdi yada 100 olabilirdi diye iddaalarda bulunabilirsin.* kendince haklı da olablirsin. iyi ki bilim senin gibi cahillerin eline geçmemiş.*

    kısaca daire 360 derecedir. ve en uygun bölünme şekli 60 lık sistemdir.
    ve yine iki meridyen arası olan 1 dereceyi (yada herhangi bir şeyi) bölebilmek için en uygun olan sayı 60 dır
    ayrıca büyük bir sayıdan bahsediyorsak 60 ın katı olması gerekmektedir. o çağın matematiği bunu gerektiriyor

    360 ve 60 olayını kabataslak olarak anlattıktan sonra gelelim meridyen olayına
    kim bulmuş bu hayali çizgileri. yan gelip yatmak varken neden ilimle bilimle uğraşmış*

    ilk önce bu ekvatorun 40000 km olmasından başlayalım.
    bundan yaklaşık 2250 yıl önce iskenderiye kütüphanesinde yöneticilik yapan eratosthenes* hesaplamıştır.
    peki nasıl başardı.

    bunu anlatmadan önce iskenderiye kütüphanesini tanıyalım (lütfen google'a tarihin en büyük kütüphanesi yazarak aratın)
    öyle bir kütüphane düşünün ki yakılıp yıkılması günler * sürsün. nil nehrine atılan kitaplar sebebiyle nehir günlerce mürekkep renginde aksın * * ** (şüphesiz ki bu işi yapanlar bilim düşmanı. güç ve iktidar odaklı kişilerdi)
    öyle bir kütüphane ki mısıra gelen tüm kitapların buraya getirilmesi zorunlu olsun (kopyası çıkartılır. orjinali kütüphaneye kopyası sahibine verilirdi)
    öyle bir kütüphane düşünün ki görevliler diğer ülkelere gidip parayla kitap alırlardı arşivi genişletmek için
    1 milyondan fazla kitabın olduğu rivayet edilmiştir.
    eğer bugün adını bile bilmediğimiz bir gezende krallar gibi yaşayamıyorsak. yada hala insanlar hastalıklardan ölüyorsa bunun başlıca sebebi bu kütüphanenin yok edilmiş olmasıdır*
    düşün ki bir tıp kitabı. ve içinde hastalıkların nasıl tedavi edileceği yazıyor. ancak bu kitap yok ediliyor. o bilgilere bir insan sahip olsa bile öldükten sonra tamamen yok olmuş oluyor.
    yine aynı şekilde fizik konusu. eğer albert einstein'ın faydalanabileceği daha fazla veri olsaydı fena mı olurdu.
    eminim ki oralarda bir yerlerde piramitlerin nasıl inşa edildiğine dair bilgiler içeren kitaplarda mevcuttu.*
    ellerinde hiçbir teleskop olmayan insanlar* yine o dönem bugün bilinen tüm yıldız kümeleri kataloglamış, güneş sistemini keşfetmiş. dünyanın güneş etrafında döndüğünü ve arasındaki mesafeyi tam olarak bulmuşlardır

    bana göre insanlık tarihine vurulan en büyük birkaç darbeden birisi bu kütüphanenin yakılmasıdır*

    dönelim eratosthenes'e bu adam yöneticilik yaptığı kütaphanede bir kitapta şu satırları okuyor. "21 haziran günü* * *iki farklı şehirde* dikilen çubukların gölgeleri farklıdır" kaynak kaynak kaynak kaynak
    ayrıca isteyenler bu belgeseli izleyebilir
    bu bilgiden yola çıkan eratosthenes dünyanın düz olamayacağını fark etti (ilk keşfeden değildir zira pisagor yaklaşık 300 yıl önce dünya yuvarlaktır demiştir)
    eratosthenes bu iki çubuğun gölgelerinin farkının 7° derece 12' dakika olduğu hesapladı* * bu iki şehir arasındaki mesafeyi para karşılığı tuttuğu adamlara ölçtürerek 800 km olduğunu sonucuna dayanıp

    7°12' = 800 km ise
    360 derece* = 40000 km olarak bulmuştur. (bundan 2250 yıl öncesinden bahsediyoruz)

    peki meridyen* ve paralel * nasıl keşfedildi
    zaten coğrafyacı olan eratosthenes, yuvarlak bir cismin* düz bir zemine haritalandırılabilmesi için enlem ve boylamları icat etmiş

    adam resmen geleceğe yön vermiş. (bkz: #44877171) sen hala elinde iphone la candy crush oyna

    not: 1500 lü yıllarda (dünya yuvarlak diyen pisagor'dan 2000 yıl sonra) tarihin gördüğü en büyük bilim adamlarından biri olan galileo galilei dünyanın yuvarlak olduğunu söylemiş ve engizisyon tarafından ölümle yargılanmıştır (buradan iskenderiye kütüphanesinin ne denli önemli olduğunu ve eğer yok edilmeseydi bugun nerelerde olabileceğimizi tekrar vurgulamak isterim)

    bir gereksiz bilgi daha. eğer kuzey kutup noktasındaysanız, yüzünüzü ne tarafa dönerseniz dönün sizin için her yer güneydir. doğuya yada batıya gidemezsiniz* (güney kutup noktası için her yer kuzeydir)

    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    gelelim haritaların neden bu kadar önemli olduğu konusuna.. (elinize kalem kağıt alın ve yıllardır yaşadığınız semtin taslağını çizmeye çalışın) (muhtemelen bir çoğunuz beceremeyeceksiniz)
    şimdi düşünün elinizde bir dünya haritası ve gemileriniz olsaydı ne yapardınız. (düşünün bora bora adalarının bizim olduğunu, yüzyıllar boyu afrikayı, hindistanı, avustralyayı sömürüp zenginliklerini aldığınızı) (siz istemeseniz bile o zaman ki dünya düzeni büyük balık küçük balığı sömürür şeklindeydi)

    ingiltere en geniş toprakları
    fransa
    hollanda
    portekiz

    bu ülkeler en büyük sömürü ülkeleri olmasına karşın bugün dünyanın en saygın ülkeleridir*

    birkaç eski dünya haritası örneği vererek devam edelim
    milattan önce 500 yıllarına ait olan kil tablet üzerine işlenmiş dünya haritası (adamların dünyası ufak ama haritacılık o zaman bile var bu açıdan çok önemli) haritacılığın başlangıcı çok daha eskidir
    haritanın anlamı sayfanın alt kısmında mevcut

    bizim eratosthenes'in 2250 yıl önce çizdiği varsayılan harita * * *
    eratosthenes'in dünya haritası

    batlamyus*(ptolemy) yine tarihin gördüğü bir başka büyük bilim adamı* (bugün modern bilimde kullanılan 88 takım yıldızından 48 tanesini katolagladığı* gibi ayrıca 1022 adet yıldızın enlem ve boylamını almagest adlı eserinde kataloglamıştır. bugün hala batlamyus'un kataloğundaki isimler kullanılır)
    kendisi yine iskenderiye'de yaşamış, ayrıca devlet için çalışan bir bilim adamı olmasından mütevellit iskenderiye kütüphanesini sonuna kadar kullanıp antik çin, antik yunan, antik pers, antik babil kaynaklarını derlemiş ve eserler ortaya koymuştur. batlamyus'un almagest eseri kendineden sonra gelen tüm astronomlar tarafından yaklaşık 1500 yıl boyunca tek kaynak olarak kullanılmıştır
    almagest'te adı geçen bazı yıldızlar
    ursa major ............. büyük ayı takımyıldızı
    ursa minor ............. küçük ayı takımyıldızı
    draco ............. ejderha takımyıldızı
    cepheus ............. kral takımyıldızı
    perseus ............. kahraman takımyıldızı
    corona borealis ............. kuzey tacı takımyıldızı
    cygne ............. kuğu takımyıldızı
    ophiuchus ............. yılancı takımyıldızı
    aquila ............. kartal takımyıldızı
    boötes ............. çoban takımyıldızı
    auriga ............. arabacı takımyıldızı
    lyra ............. çalgı takımyıldızı
    triangulum ............. üçgen takımyıldızı
    cassiopeia ............. kraliçe takımyıldızı
    delphinus ............. yunus takımyıldızı
    sagittarius ............. yay takımyıldızı
    serpens ............. yılan takımyıldızı
    pegasus ............. kanatlı at takımyıldızı
    equuleus ............. tay takımyıldızı
    orion ............. avcı takımyıldızı
    lepus ............. tavşan takımyıldızı
    cetus ............. balina takımyıldızı
    ve diğerleri....... yazmakla bitmez..........

    not: isimleri batlamyus vermemiştir. kendinden önce gelen kavimlerin verdiği isimleri kullanmıştır
    not 2: virgo takımyıldızına dikkat çekmek isitiyorum.
    her ne kadar türkçeye başak takımyıldızı olarak çevrilmiş olsa da geçmişi çok daha farklıdır
    (gerçek anlamı hasat zamanını haber verdiği için elinde başak sapı tutan bir kadın* olarak resmedilmiştir görsel
    yunanlılar bu yıldıza astraea (zeus ile themis'in bakire kızı) ya da athena
    hristiyanlar bakire meryem
    akkadlar iştar (asur ve babil’in en gözde tanrıçası)
    hititler kibele (tanrıların anası)
    mısır’da isis (yaşamın ve ölümün koruyucusu ana tanrıça)
    romalılar minerva (bakireliğin sembolü)
    çin,arap kaynakları da benzer anlamlara gelen isimler kullanmıştır (isimler aklıma gelmedi kaynak aradım ama bulamadım özür)

    batlamyus'un 1850 yıl önce çizdiği varsayılan haritalar
    batlamyus'un çizdiği varsayılan harita
    bir başka örnek
    osmanlı kayıtlarındaki örneği
    bir diğeri

    ayrıca bu kaynaktan birçok eski haritayı görebilir nasıl çizildiklerine dair bilgiler edinebilirsiniz. kaynak ingilizcedir

    4. yüzyıla ait tabula peutingeriana çizeri bilenmeyen bu harita roma imparatorluğu askerlerinin geçtiği yolları belirtmek için yapılmıştır. ne var ki yüzyıllar boyu tarihin tozlu raflarında kalmıştır. ancak ve ancak 15. yüzyılda bir kütüphaneci olan conrad celtes tarafından gün yüzüne çıkartılabilmiştir
    tabula peutingeriana haritası
    orjinal haritanın bir kısmı buradan görülebilir

    kaşgarlı mahmut'a ait olan ve divânu lügati't-türk'te de yer alan 940 yıl öncesine ait dünya haritasıdır. (türklerin yaşadığı yerler verilmiştir demek daha doğrudur)
    bu harita arapça olmasına ve bildiğimiz haritalara benzememesine rağmen doğu'da japonya batıda hazar denizi'nin kuzey tarafları içinde olacak şekilde, güney'de hindistan ve güney batıda mısır ve habeşistan'a* kadar çizilmiştir

    vereceğim son harita örneği muhammad al-idrisi'ye* aittir.
    önce haritayı görelim ve idrisi'yi tanımaya devam edelim
    idrisi 1099 da bugün fas'ta bulunan ama ispanya toprağı olan ceuta şehrinde dünyaya geldi. coğrafya konusunda eğitim aldı. endülüs'de eğitim gördü. dönemin en büyük kütüphanesi olan granada kütüphanesinden faydalandı. 1154 yılında sicilya kralının görevlendirmesi ile yukarıdaki haritayı çizmiştir.

    yine bir kütüphane çıkıyor karşımıza. içide 1 milyondan fazla kitap var. bu sefer yakanların kim olduğu kesinlikle belli. hristiyanlar yakıyor. * * * * internette 976 yılı verilmiş ancak endülüs 1492 yılında yıkılmıştır. ve o esnada herşey yok edilmiştir

    ünlü fransız fizikçi* pierre curie 19. yüzyılda şöyle demiştir
    müslüman endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık (not:bu sözün kaynağını araştırdım ama bulamadım)

    (benim aklım hala iskenderiye kütüphanesinde) (gerisini size bırakıyorum)

    ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    herşey asıl şimdi başlıyor (bu kısımdan sonra kendi kişisel görüşlerimi de ekledim)

    1492 yılında endülüs yıkılırken ve müslümanlara ait herşey yok edilirken o dönemin en büyük kütüphanesi olan granada kütüphanesi de bundan payını alıyordu

    tam bir çakal olan kristof kolomb vaktiyle bu kütüphaneden faydalanmıştır. ve denizin karşı kıyısında bir yer olduğunu müslümanların ve eski mısırlıların bunlarla bir kaç kez ticaret yaptığını okumuştur. yine 10 yüzyılda bizans için paralı askerlik yapan vikinglerin* de amerikaya gittikleri bilinmekteydi. diğer bilgiler için buraya bakınız

    kütüphanede okuduğu bilgiler karşısında hazine bulduğunu fark eden kristof kolomb hemen sefere çıkmalıdır. ancak bunun için ne gemisi ne de mürettebatı vardır. ayrıca bu bilgiden kimseye söz edemezdi. çünkü engizisyon onu sapkın olmakla yargılayabilirdi. bu bilgi kesinlikle sır olarak kalmalıydı
    ayrıca birçok coğrafyacının haritaları mevcuttu kütüphanede. bunların kopyalarını da aldı
    idrisi, el-harezmi, batlamyus, 'un bilgileri aldığını söylemiyorum bile. artık yapacak tek birşey vardı. bir finansör bulmak.

    kristof kolomb porkekiz kralına, ingiltere'ye, fransa'ya, ispanya'ya teklifini sundu (yeni yerler keşfetmek istediğini söylemiştir. karşı kıyıda bir yer var oraya gideceğim dememiştir. eğer deseydi bu bilgi yayılabilir ve başkası bu keşfi yapabilirdi)
    hatta osmanlı imparatorluğuna padişah ikinci bayezit'e gelmiş ancak yine ciddiye alınmamıştır. (bu olaydan bağımsız olarak osmanlı'nın en büyük hatalarından biri denizciliğe yeteri kadar önem verememiş olmasıdır. yetiştirdiği en büyük denizciler 1450 ve sonrasına aittir ancak keşif yapmamış akdeniz içinde savaşmışlardır)
    bu sefer ispanya kraliçesi birinci isabel'e tekrar sormuş ve yardım almayı başarmıştır. (ilk sorduğunda isabel endülüs ile savaş halindeydi ve ülke maddi açıdan sıkıntıda olduğu için yardım edememişti) (ayrıca kristof kolomb ile aralarında aşk olduğu da söylenmektedir. bu da bir başka etkendir)

    gerekli gemi ve mürettebatı alan kristof kolomb yola çıkmış ancak gerçek amacını kimseye söylememiştir. öyle ki gemide iki farklı kayıt tuttuğu* * bugün bile bilinen bir gerçektir. mürettebatı hindistana gideceğini sanmaktadır. eğer bildiklerini söyleseydi ona kimse inanmazdı ve yolculuk tehlikeye girerdi..

    nihayetinde 12 ekim 1492 de yeni bir karaya ayak bastılar ve dünya tarihi hiç olmadığı kadar değişti
    ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    eğer hala amerikayı ilk olarak kristof kolomb keşfetti diyorsanız aşağıdaki kaynakları inceleyiniz, kitapları alıp okuyunuz
    bu videoyu izleyiniz *
    gavin menzies e ait 1421 the year the chinese discovered the world adlı kitabı okuyabilirsiniz. zira çinlilerin kristof kolomb'dan daha önce keşfettiği yazmaktadır
    yine piri reis yazdığı kitâb-ı bahriye'de 1465 yılında (kristof kolomb'dan 27 yıl önce) zaten keşfin yapıldığını yazmıştır
    lodos üstünde bulundu o diyâr
    septe'den * dört bin mil uzar
    hangi tarihte bulundu işbu yer
    anlatayım, tarihçiler bak ne der
    târih-i hicret bu idi o zaman
    tâ sekiz yüz yetmiş idi tam o an
    işbu tarihte bulundu o zemin
    ismine antilye dediler hemin

    ufkunuzu açabilecek diğer bilgiler için
    (bkz: öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler/@bana her yer cehennem)

    bir sonraki ufuk çizgisinde görüşmek üzere

    özet geç diyenler için: bir deniz mili 1852 metredir *

    debe editi: * * *

    2019 editi: çalışmayan linkler düzeltildi
  • posta güvercinleri yollarını nasıl bulur? hiç merak ettiniz mi? ya da isterseniz biz önce rotalarını neye göre çizdiklerinden bahsedelim, yani salındıklarında haberi neye dayanarak doğru yere ulaştırabiliyorlar? eşi olan bir güvercin, yetiştirildiği yerden alınıp, orayla haberleşme sağlayacağı yeni bir bölgeye götürülüyor ve burada bakılmaya başlanıyor, ancak kendisine yeni bir eş sunulmuyor. bu yüzden aradan yıllar da geçse, güvercin salındığında ilk olarak yuvasına, eşinin yanına dönüyor ve böylece haber getiriyor.

    evet çok romantik, ancak bizim cevabını merak ettiğimiz asıl soru bu değil, güvercinler yollarını "nasıl" bulur?

    günümüzden 3200 yıl önce, antik mısır'da iletişim için güvercin kullanıldığı biliniyor ve bu süreç modern iletişim araçlarının icadına dek uzandı. uzak mesafelerde atlı habercilerden başka iletişim biçiminin mümkün olmadığı binlerce yılda, ulaştırdığı haberlerle dünya tarihini en çok etkileyen hayvanlardan biri güvercin oldu. insanlar ilk başta güvercinlerin yeryüzü şekillerini akıllarında tutarak yönlerini bulduklarını düşündü, sonra güneş ve yıldızların konumuna göre gitttiklerini sandılar, ancak gerçekler bugünden yalnızca 60 yıl önce ortaya çıkmaya başladı. posta güvercinleri, yollarını dünya'nın manyetik alanını ve atmosferdeki hava moleküllerini kullanarak buluyordu! dünya'daki manyetik alan, yerkürenin çekirdeğinde erimiş halde bulunan ve hareketli durumdaki demirden kaynaklanmakta, yerkürenin içinden, okyanuslardan ve atmosferden geçerek bir kutuptan diğerine ulaşan oval biçimli akış çizgileri şeklindedir. bu, aynı bir mıknatısın kutupları arasına demir tozları serpiştirildiğinde oluşan çizgilere benzemektedir. yeryüzündeki manyetik akım çizgileri, jeomanyetik ekvatorda yatay durumdayken, kuzeye ve güneye doğru gidildikçe daha dik açılarla kesişir konuma gelir. alanın şiddeti kutuplara yaklaşıldıkça artar, ekvatorda ise daha zayıftır. "magnetoception" adı verilen alıcılara sahip güvercinler, alandaki manyetik değişimin sinirlerine uyarı göndermesiyle ve doğumlarından itibaren beyinlerine yazdıkları, atmosferde stabil durumda bulunan hava molekülleriyle dünya'nın koku haritasını çıkararak yollarını bulur.

    bu da bizi oldukça ilginç konulara doğru sürüklüyor; kendi zihnimiz üzerinden yola çıkarak "kuş beyinli" güvercinlerin de gökyüzüne ve yeryüzüne bakarak yollarını bulduklarını düşündük, çünkü yaşadığımız dünyada sadece tek bir canlının beyin ve algı yapısını anlayabiliyorduk; insan. peki ya bütün diğer canlılar?

    evrim, milyarlarca yıl içinde her canlıda hayatta kalabilmeleri adına farklı yetenekler geliştirdi, hem de bunu canlının "bize göre" boyutunu işin içine karıştırmadan yaptı. örneğin 0,5 milimetre boyundaki su ayıları, bilinen ismiyle tardigradların -200 derece ile +151 derece arasında, atmosfer basıncının 1200 katı basınç altında, "normal" kabul ettiğimizin 1000 katı radyasyon altında yaşayabildikleri ve yemek ile su olmadan 10 yıl boyunca dayanabildikleri keşfedilmiştir. 540 milyon yıldır dünya'da var olan, kretase-tersiyer'le birlikte yeryüzünde yaşanmış 5 büyük kitlesel yok oluşun hepsinden canlı çıkmayı başarmış, inanılması güç bir hayatta kalma azmine sahip bu mikro canlılar, son olarak insanların "acaba uzayda da yaşar mı lan bunlar?" sorusunu sormasıyla 2007 yılında foton-m3 aracıyla uzaya gönderilmiş ve 10 günlük deneyde utanmadan vakumlu uzay şartlarında da yaşayabildikleri görülmüştür.

    4,5 milimetre boyundaki denizanası türü turritopsis nutricula ise, tardigradlara "görüyorum ve arttırıyorum" dercesine biyolojik olarak ölümsüz bir canlıdır. biyolojik ölümsüzlük canlının olağan şartlar devam ettikçe yaşamını sürdürmesi anlamına gelir. nutricula cinsel olarak erişkin hale geldikten sonra hücrelerini tekrar erişkin olmayan haline dönüştürebildiğinden bu döngü içerisinde sonsuza dek yaşayabilir, ölümü yalnızca başka bir canlı tarafından yenilmesi gibi bir dış etkenle gerçekleşir.

    mantis karidesi ise dünya'da keşfedilmiş en kompleks göz yapılarından birine sahiptir. kırmızı, mavi ve yeşil bandında görüşe sahip insanla karşılaştırıldığında bu karides 16 farklı fotoreseptör pigmentiyle, elektromanyetik spektrum frekanslarını görüntüye çevirmekte*, dairesel polorize ışıkları, kızılötesi ve morötesini ayırt edebilmekte, derinlik algısıyla 3 boyutlu görüntü sağlayabilmekte olup bildiğimiz görme biçimlerinden tamamen farklı bir görüşe sahiptir. avustralya'daki queensland üniversitesinde henüz geçtiğimiz ay yapılan araştırmaya göre mantis karidesinin vücuttaki kanseri de gördüğü tespit edilmiş ve bu yeteneği taklit edebilen bir kamera yapımına başlanmıştır. projenin geliştirilmesiyle yakın gelecekte akıllı telefonlara kanseri tespit eden bir uygulama dahi indirilebileceğini de şimdiden öngörebiliyorlar. aslında bu görüş farklılığı aklıma bir soru getiriyor; acaba görülebilir renk tayfının* ötesinde, insan gözünün göremediği başka renkler var mı?

    1800 yılının 11 şubat gününde alman bilim adamı william herschel büyük bir keşfe imza attı; güneşten gelen ışığı bir prizma yardımıyla laboratuvarına renk tayfı biçiminde yansıtarak uçlardaki 2 renk, mor ile kırmızı arasında ısı farkı olup olmayacağını kontrol etmek istiyordu. gökkuşağı gibi yayılmış renklerin başı ve sonuna termometrelerini yerleştirdi, 3. termometreyi ise oda sıcaklığını kontrol amacıyla kırmızının ötesine koydu. bir süre sonra dereceleri kontrol etmek amacıyla geri döndüğünde tayfın kırmızı kısmında duran termometrenin derecesinin, mor kısımda durana göre daha yüksek olduğunu gördü. evet bu beklediği sonuçtu ve iyi bir keşifti, ancak asıl şaşırtıcı durum kontrol termometresini incelediğinde yaşandı; kırmızının ötesine, herhangi bir rengin prizmadan yansımadığı kısma koyduğu termometrenin derecesi diğer ikisinden daha yüksek çıkmıştı, william herschel o gün renklerin ötesini keşfetti;

    http://i.imgur.com/b9p8hw8.jpg

    işte biz de bugün oldukça geliştirdiğimiz bilgilerimizle aşağıdaki grafiğe baktığımızda;

    http://i.imgur.com/l5crjcq.jpg

    yalnızca morötesi ile kızılötesi arasında küçük bir skalayı renk olarak algılayabildiğimizi görüyoruz. ancak bunun ötesinde bir gerçek var ki; renkler yalnızca beynimizin, ışığın çeşitli dalga boylarını yorumlamasıdır. yani renkler beynimiz olmadan var olmamaktadır. 2 tür fotoreseptöre sahip olan köpeklerin, renk tayfının belirli bir kısmını görebiliyor olması, insanların tamamını görüyor olması ve gezegenin -tabiri caizse- predator'ı mantis karidesinin bunların ötesini görüyor olması gibi, renk algısı yalnızca canlıların göz ve beyin yapısıyla ilgilidir. "gökkuşağı gibi yayılmış renkler" teşbihindeki bildiğimiz gökkuşaklarının dahi ışığın yansımasıyla oluşan, doğada canlılardan bağımsız var olmayan optik illüzyonlar olduğunu da eklemeliyim.

    konuya bu şekilde devam edip waggle adı verilen danslarıyla buldukları besin, su ya da yerleşim kaynağının kovanlarına uzaklığını, güneşle arasındaki açıyı ve yönünü gruptakilerle paylaşan bal arılarından, elektro ve mekanoreseptörleri sayesinde bildiğimiz 5 duyudan farklı olarak elektriği algılayabilen ornitorenklerden, çevrelerindeki birçok canlıyı şekil ve renk değiştirip taklit ederek hayatta kalan taklitçi ahtapotlardan, sürüyü düşmana karşı korumak adına hiçbir çaresi kalmadığında son hamlesini kendini patlatıp vücudundaki toksini dört bir yana saçarak yapan karınca türü camponotus saundersi'den ya da türlerinin tamamı dişi olduğundan partenogenez yöntemiyle döllenmesiz üreyen kamçı kuyruklu kertenkelelerden de bahsetmek isterdim ancak daha fazla "ilginç bilgiler için sayfamıza beqleriss beğen paylaş" tadı yakalamadan yarasalardan bahsedip asıl ilerlemek istediğim konulara döneceğim.

    yarasalar sanılanın aksine kör değildir, yalnızca görme duyuları oldukça az gelişmiştir. bu eksikliği ise inanılmaz işitme kabiliyetleriyle kapatırlar. 20.000 hz sınırına kadar duyabilen insanın karşısında 100.000 hz frekansa kadar işitebilir, gırtlakları vasıtasıyla ultrason dalgaları yaratarak biyolojik sonar* yöntemiyle zifiri karanlıkta karşılarına çıkan nesne ya da canlıyı saptayıp yerini, biçimini ve büyüklüğünü yalnızca yankıyla tespit edebilir, fm sinyallerini kullanarak 2 nesne arasındaki yarım milimetreden az aralıkları dahi ayırt edebilirler. yarasaların sonarla yön bulması, yaydığı, insan kulağının duyamadığı seslerin kendisine geri dönme süreleri arasındaki farkı hesaplaması sayesinde mümkün olmaktadır. bu noktada amerikalı filozof thomas nagel'ın ekim 1974'te the philosophical review'de yayınlanan "what is it like to be bat?", yani "yarasa olmak nasıl bir şeydir?" adlı makalesinden yola çıkarak farklı zihinler üzerine konuşmaya başlayabiliriz.

    geçen gün "humans of new york" adlı blogda ilginç bir şeyle karşılaştım. 2 göz doktoruna "insanların gözleri hakkında farkına varamadıkları ne söyleyebilirsiniz?" diye soruyorlar. cevap şöyle: "göz görmez, beyin görür. göz yalnızca iletir. yani gördüklerimiz, yalnızca baktığımız görüntüler değil; hatıralarımızın, duygularımızın, algımızın ve daha önce gördüklerimizin harmanlanmasıyla beynimizde oluşan görüntülerdir."

    fransız yazar anais nin'in söylediği gibi; "gördüğümüz şeyleri oldukları gibi değil, olduğumuz gibi görürüz." gördüklerimiz bile birbirinden farklıyken zihinlerimiz arasında ne kadar büyük farklar olmalı, tahmin bile edemiyorum. o zaman bir alıntı da "the addams family"nin morticia'sından yapalım; "normal is an illusion. what is normal for the spider is chaos for the fly."

    yani "normal, bir yanılsamadır. örümceğe göre normal, sinek için kaos anlamına gelir."

    peki yarasa olmak nasıl bir şeydir? yarasa olmayı anlayabilmek için bir ağaç dalında baş aşağı asılı durmayı deneyebiliriz, ancak yaptığımız bu hareket bize yalnızca kendi benliğimiz ve algımız çerçevesinde cevaplar sunar. bir yarasanın baş aşağı durmasının sebebi olası tehlikeler karşısında uçmaya en hızlı başlayabileceği pozisyonun bu olmasıdır. çengel şeklindeki tırnakları buna göre evrimleşmiştir ve kas kirişleri doğrudan vücutlarıyla bağlantılı olduğundan kendilerini serbest bırakarak, enerji harcamadan bu pozisyonda durabilmelerini sağlar. bizler ise doğamıza tamamen aykırı bu hareketle yarasanın ne hissettiğini değil, yalnızca baş aşağı durmuş bir insanın ne hissettiğini anlayabiliriz. bir başka örnekle tamamlamak gerekirse; yarasanın yaydığı, fakat bizim kulağımızın duymadığı frekansları sese çevirebilmemiz mümkün, ancak bu işlem sonucunda yayılan ses dalgalarını değil, yalnızca kendi algımıza göre yeniden şekillendirdiğimiz sesleri duyabiliriz.

    peki neden bir yarasa olmayı anlayabilmek mümkün değil? çünkü insan bilincimizle bir yarasanın içine girmek mümkün olsa, bu deneyimi yine insan bilinciyle yaşadığımızdan farklı bir algı yapısını kavrayamayız, anlamlandırmaya çalıştığımız şey bir yarasa değil, şekil değiştirmiş halimiz olurdu. fakat aynı deneyimi yarasa bilinciyle yaşayabilsek, kendi zihnimiz ve algımız dışında olduğumuzdan yine bir insana göre yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu kavrayamazdık. o halde soruyu daha da büyütüp "yarasanın kendine has bir bilinci yoktur" diyebilir miyiz? hiçbir zaman gerçekliği hakkında kesin bir fikir sahibi olamayacağımızı düşünürsek dememiz gerekir. bu noktada "başka zihinler problemi" devreye giriyor; tecrübe ederek gerçekliğini kanıtlayamıyorsak, sahip olduğumuzun dışındaki zihinlerin gerçekte var olduğunu nasıl söyleyebiliyoruz? ve iki tarafın da birbirine algıladığını aktarabilmesi mümkün olmasa da, aynı şeyi farklı şekillerde deneyimlediklerini reddedemiyoruz. thomas nagel da bu konuda, "betimleyemediğimiz ya da anlayamadığımız bir şeyin var olması o şeyin gerçekliğini ve mantıksal anlamını inkâr etmemiz için geçerli bir sebep değildir." der.

    o zaman biraz geç de olsa kökene inip "nedir bu bilinç?" diye soralım. bilinç; sezgi, farkındalık, öznellik, deneyimleme ve hissetme yeteneği, özfarkındalık ve akıl kontrolünün birleşimi olarak tanımlanabilir. makale okurken denk geldiğim röportajlardan birinde, bilinç üzerine çalışmalar yapan uludağ üniversitesinden prof. dr. tevfik alıcı, bilincin 3 temel özelliğini şöyle sıralamış;
    *aktarılamazlık: bir insanın neyi nasıl gördüğü, neyi nasıl hissettiği bilgisine asla ulaşamayız, bizzat o insan olmadan o insanın nasıl hissettiğini, içeriden dünyayı nasıl algıladığını hiçbir zaman bilemeyiz.
    *teklik-bütünlük: bu prensip, dışarıdaki manzaraya tek ve bütünlüklü bir nokta-i nazardan bakma ve şeyleri tek tek değil, bir bütünlük ve art ardalık ile algılamamız durumudur.
    *öznelik: tüm gördüklerimiz, deneyimlediklerimiz bir ben etrafından gerçekleşir, eylemlerimize ve kararlarımıza ben, beden içinde saklı bir benlik, bir fail karar veriyormuş gibi görünür.

    işleyiş tarzını anlamlandırma çalışmalarımıza karşın, gerçekten bir tanım yapmak ise mümkün değildir. geçtiğimiz yıllarda 8 nörolog "human brain function" adlı çalışmalarında hala bir tanım için çok erken olduğunu, bilincin fiziksel aktiviteden nasıl doğduğunu bir türlü anlayamadıklarını, bunun yanında bilincin biyolojik olmayan bir sistemde* ortaya çıkıp çıkamayacağını bilmediklerini ve bilimsel bir tanım yapamadıklarını söylediler. nörobilim adına yapılan çalışmaların günümüzde katlanarak arttığını düşünürsek, içinde bulunduğumuz yüzyıl içinde daha net bilgilere ulaşabilmemiz de mümkün görünüyor tabi ki. zihin felsefesi üzerine yoğunlaşan avustralyalı filozof david chalmers ise 1995 tarihli "facing up to the problem of consciousness" adlı makalesinde, tartışmaları hala süren "bilincin kolay ve zor problemleri"ni irdeler. chalmers'a göre kolay problemler;

    -çevresel uyaranlara nasıl tepki verdiğimiz,
    -ayrıştırma ve kategorizasyon yeteneğimiz,
    -bilişsel sistemden gelen bilgilerin nasıl birleştirilerek işlendiği ve davranışı kontrol ettiği,
    -uyanıklık ve uyku durumu arasındaki farklar ve ruh halimizi dile getirebilme yeteneğimiz gibi cevapları psikoloji, biyoloji ve nöroloji tarafından verilebilecek sorulardır. bugün de bilimsel araştırmalar kolay problemler üzerine yoğunlaşmıştır. nöronlar arası iletişim, beyin kimyası ve elektriksel akış, hücreler arası bağlar ve benzeri fiziksel aktiviteler, bilimde geldiğimiz noktada incelenebilir seviyededir. buna karşın zor problemlerin şimdilik bilim vasıtasıyla çözüme ulaşması mümkün görünmemekte;

    -beyindeki fiziksel işlemler nasıl öznel deneyimler ortaya çıkarır? yani her şey fiziksel ve kimyasal ise kişiye özel bir hissetme ve deneyimleme nereden gelir?
    -hareketlerimize neden bilinç eşlik eder? bir başka tabirle bizler neden "felsefi zombi" değiliz?
    -"qualia" neden var?
    chalmers da bu bağlamda kendisini natüralist-düalist olarak tanımlar. natüralist; çünkü zihinsel durum, beyin gibi fiziksel bir sistemden ortaya çıkar. düalist; çünkü zihinsel durum ontolojik olarak fiziksel işlevlerden bağımsızdır ve buna indirgenebilir olmamalıdır. ve yine nöroloji, bir gün bilinçli deneyime ilişkin fiziksel işleyişi bulabilir, fakat fiziksel işleyişten nasıl bilinç deneyimi oluştuğunu bulabilmesi şimdilik zor. bu noktadaki açıklanamayan boşluk, amerikalı filozof joseph levine'in ortaya attığı "explanatory gap" argümanı altında tartışılmakta. konunun tamamındaki ilginç nokta ise, aslında bilincin tüm bu soruları kendisine soruyor ve kendisini anlamlandırmaya çalışıyor olması.

    devam etmeden önce "nedir bu felsefi zombi, qualia, explanatory gap?" diyelim ki akıllarda soru işareti kalmadan ilerleyebilelim;

    felsefi zombi, tamamen bizler gibi görünen, davranan ve konuşan bir insan. dışarıdan baktığımızda, walking dead'tekilerin aksine onu insandan ayırmamıza imkan yok. fakat ayıran bir şey var: bilinç. keskin bir objeyi kendisine batırdığımızda, tıpkı bizde olduğu gibi merkezi sinir sistemindeki c grubu sinir fiberinin yanması sonucu geri çekiliyor, hatta tepkisel bir ses de çıkarıyor, ancak bunu bilinçli olarak değil, nörolojik sisteminin bir refleksi olarak yapıyor. beyninde acıyı çeken bir bilinç yok. sözcükler öğreniyor, hafızasına yeni bilgiler ekleyebiliyor ve birleştirip konuşabiliyor, bunu da bizler gibi temporal lob'a sahip olmasından dolayı yapıyor. işte chalmers, ortaya attığı problemde bizleri felsefi zombi olmaktan ayıran şeyin ne olduğunu sorar. bu konudaki karşıt görüşler ise davranışsal açıdan tamamen bizler gibi olan bir zombinin bilinçli olmadığını nereden bilebileceğimiz üzerinedir. bilincin fiziksel aktiviteden ortaya çıktığını düşünüyor olsak da, bunu bilimsel olarak inceleyebilecek çağa ve teknolojiye ulaşamadığımızdan aradaki bağı kuramıyoruz. kimi radikal görüşler ise öznel bilinç adı verilen olgunun varlığını reddederek zaten hepimizin felsefi zombi olduğunu, felsefi zombi olmak dışında bir seçenek olmadığını iddia eder. bazı filozoflar ise biz insanlar ile bu zombilerin arasındaki farkın ruh olduğunu söylerler. devam etmeden önce ilginç bir anekdot olarak "pain asymbolia" adı verilen, beyin hasarı sonucu ortaya çıkan bir hastalıktan bahsetmek isterim. bu hastalığa yakalanan insanlar acıyı, acı duymadan hissetmeye başlar. sıcak bir nesneyi tuttuğunda sıcak olduğunu hissetmesine rağmen bundan bir acı duymaz, ya da bacağının bıçakla kesildiğini hisseder ama beyni bunu acıyla ilişkilendiremez. acaba bu yalnızca acı hissi üzerinden değil de tüm hislerimiz üzerinden gerçekleşse, felsefi zombi kavramı yalnızca bir düşünce olmaktan çıkabilir miydi?

    "bilincin fiziksel aktiviteden ortaya çıktığını düşünüyor olsak da, bunu bilimsel olarak inceleyebilecek çağa ve teknolojiye ulaşamadığımızdan aradaki bağı kuramıyoruz." bu cümleden yola çıkarak explanatory gap'e gelelim. descartes, insanda 2 prensibin varlığını kabul eder; akıl ve beden. akıl bedeni yöneten ruhani, beden ise yer kaplayan maddesel varlığımızdır. bu iki karşıtlığın biri olmadan diğeri de var olamaz. bu görüşün çıkış noktası, zihnin evrende varlığından kuşku duyamayacağı tek gerçeğin kendisi olmasıdır. descartes bunu "düşünüyorum, öyleyse varım" sözüyle dile getirir. bugün üzerine konuştuğumuz modern felsefe ise sırtını bilime dayayarak, zihinsel olgularımızın fiziksel süreçlerin sonucunda nasıl ortaya çıktığını sorar. cevabını bulamadığımız bu boşluk, explanatory gap'tir. 17. yüzyılda descartes'ın görüşleriyle alevlendiği bilinse de aslında 2500 yıldan bu yana platon'dan aristo'ya, kant, huxley, spinoza, hume, schopenhauer, wittgenstein ve daha birçok düşünürden bugüne dek "zihin-beden problemi" üzerine farklı görüşler ortaya konmuş, ancak günümüzde varlıklarını ve çalışma prensiplerini açık bir şekilde inceleyebilmemize rağmen fiziksel aktivitelerin nasıl öznel deneyimler ortaya çıkardığı sonuca ulaşamamıştır. david chalmers da gelecekte bilimde yeni bir çağın başlayacağını, tıpkı elektromanyetiği, henüz geçtiğimiz yüzyıl geliştirdiğimiz bilim ve fizik bilgimizle açıklayabildiğimiz gibi bunu da yeni bir bilimsel keşif ve metodun ortaya çıkmasıyla açıklayabileceğimizi söyler.

    gelelim qualia'ya. qualia, "öznel bilinç deneyiminin bireysel örneği" anlamına gelen, zihin felsefesinin en önemli terimlerinden biridir. amerikalı filozof daniel dennett, bunu "yabancı gibi gözüken, ama daha fazla aşina olamayacağımız bir terim; yani bir şeyi nasıl deneyimlediğimiz" olarak tanımlar. bir çiçeğin içimize çektiğimiz kokusu, şaraptan aldığımız tat, baş ağrımız, günbatımında gördüğümüz kırmızının tonu gibi. bu tür deneyimler tamamen kendi benliğimizle ilgilidir, kişisel tecrübelerimize dayanır ve aktarılamaz. işte üzerine çokça konuştuğumuz, bilincin ulaşılamayan, aktarılamayan kısmı qualia'dır. deneyimlenen şey, algılanan öznenin algılayana ait yönüdür. konuyu ömer hayyam'dan bir rubaiyle pekiştirerek sulanan beynimizi biraz kendine getirelim;

    "ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
    kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
    sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.
    ben düşündükçe var dünya, ben yok, o da yok."

    yukarıda örneklediğimiz ve sonsuz sayıda çoğaltabileceğimiz herhangi bir hissi karşımızdaki insana ne kadar anlatmaya çalışırsak çalışalım, kendisi tecrübe etmeden buna sahip olamayacaktır. avustralyalı filozof frank jackson'ın bu konudaki düşünce deneyi, "mary'nin odası" da oldukça ilginç bir örnek;

    mary, siyah beyaz bir odada, siyah beyaz bir ekranla yaşamaya zorlanmış, görüş üzerine uzmanlaşmış bir nörofizyolojist. tahmin ettiğiniz gibi renkleri hiç görmemiş. "kendi tenini de mi görmemiş?", "yediği yemeklerin rengi yok muymuş?" falan gibi sorularla deneye limon sıkmayın şimdi, mary'nin dünyasında her şey siyah beyaz. ancak renklerin bütün özellikleri, göz ve beyin yapımız, ışığın yansıma prensibi, retinaya düşen dalga boyu, kısacası konunun bütün fiziksel yönünde uzman, yalnızca hiç tecrübe etmemiş. o halde mary'yi odadan çıkarıp renkleri gösterdiğimizde, yeni bir şey öğrenmiş olur mu? "tabi ki olur" dediğinizi duyar gibiyim. peki bir şeyin tüm fiziksel bilgisine sahip olmamıza rağmen nasıl oluyor da deneyimlemeden bilgiyi tamamlayamıyoruz? frank jackson bu düşünce deneyiyle fizikalizmin, yani evrendeki her şeyin fiziksel özelliklere dayandığı görüşünün geçersiz olduğunu söylemiştir. oldukça hararetli tartışmalara yol açan deneyle ilgili, yıllar içinde pek çok karşıt görüş ortaya konmuş, teorik bilginin rengi anlamlandırmak için zaten yeterli olmadığı, görülmesiyle bilginin tamamlanacağı söylenmiş, hatta frank jackson'ın kendisi dahi sonraki yıllarda deneyin fizikalizmi reddetmek için tek başına yeterli olmadığından bahsetmiştir. amerikalı filozof daniel dennett da konuyla ilgili, mary'nin odadan çıkmadan önce zaten tüm bilgiye sahip olduğunu, yeni bir şey öğrenmediğini, neyle karşılacağını bildiğini ve hangi rengin sinir sisteminde nasıl bir etki yaratacağının farkında olduğunu söylemiştir.

    konuyu biraz daha karıştırarak, -yine kurgusal biçimde- ters çevrilmiş bir renk algısına sahip birinin olduğunu düşünelim. doğumundan itibaren renk körlüğünün çok ileri bir düzeyi diyebileceğimiz bir rahatsızlıktan muzdarip; kırmızı yerine turkuaz, yeşil yerine pembe, mavi yerine sarı görüyor. peki kendisi gerçekten bu rahatsızlıktan muzdarip mi? aksine kendisinde bir problem olduğunu bile bilmiyor, çünkü o da renklerin isimlerini bizim öğrendiğimiz gibi öğrendi. mavi gördüğü bir muza bizler gibi sarı diyor, çünkü onun gördüğü sarı bu. bize yeşili anlatmasını istediğimizde pembe gördüğünün farkında bile olmadan yapraklar, üzüm ya da erikten bahsediyor. hatayı sürekli ve tutarlı bir şekilde yaptığından yanlış giden bir şeyin olduğunun farkedilmesi hem onun adına, hem de bizim adımıza mümkün bile değil. işte bu, karşımızdaki insanın bize hiçbir şekilde aktaramayacağı, öznel deneyimidir. john locke'un ortaya attığı bu "inverted spectrum" her ne kadar ekstrem bir argüman gibi görünse de, dünya'ya ulaşan ışığın dalgaboyunun sabit, fakat göz ve beyin yapısının her insanda ufak çaplı da olsa farklı olduğunu düşündüğümüzde bu ihtimalin en azından renklerin tonları için mümkün olduğunu farkedip tatlı bir kafa karışıklığı yaşayabilirsiniz, tabi ki bunların ötesinde, yazının başlarında belirttiğim gibi renkler, ışık ya da bildiğimiz anlamıyla ses, doğada kendi başına var olmayan, beyinlerimiz sayesinde algıladığımız gerçekliklerdir. aslında ışığın ne olduğunu bile bilmiyoruz, dünya'nın bizden bağımsız nasıl göründüğünü bilmiyoruz. elektrik sinyallerini ses ve görüntüye çeviren televizyonlar gibi, ışık ve titreşim dalgalarını beynimizin yapısı ve limitleri doğrultusunda insana has bir gerçekliğe dönüştürüyor ve bunu görüyoruz. gerçek, yalnızca bizlerin duyularıyla algılayabildiği kadarıyla var, ve bu algının zihnimizde oluşturduğu yorum kadarıyla. beynimiz sandığımızdan çok daha gelişmiş bir yapı, ancak gözün iletebildiği düzeyde görüş, kulağın iletebildiği düzeyde ses algılayabiliyor, ve diğer duyuları. örneğin bitkiler de ışığı algılıyor, ancak gözleriyle beyinlerine ilettikleri sinyaller sayesinde değil, yalnızca phytochrome adı verilen pigmentleriyle. yani her türlü canlı, gerçekliklerin kendi temsil ettiği halini yaşıyor. baktığımız güneşin rengi bile sarı değil. yaydığı ışık atmosferimize girdiğinde mavi ve mor gibi spektrumun kısa dalga boyuna sahip renkleri saçılarak renksiz gökyüzümüzü boyuyor, geriye kalan sıcak renklerin karışımı ise çok daha az kırılmayla bize ulaşarak güneşi sarı, yerine göre turuncu ve kırmızı olarak algılamamızı sağlıyor.

    o halde, "kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen bir ağaç ses çıkarır mı?"

    "tabi ki çıkarır" dediğinizi duyar gibiyim. bu soruya scientific american dergisinin teknik analiz yaparak verdiği cevap; "ses, kulak mekanizmasıyla algılarımıza taşınan ve ancak sinir merkezinde ses olarak tanımlanan bir titreşimdir. bir ağacın devrilmesi ya da başka türden bir bozulma havada bir titreşim yaratır. bunu duyacak bir kulak yoksa ses de yoktur." şeklinde olmuştur. bu biraz doğayı canlılara bağlı şekilde yorumlayan bir görüş gibi gözükse de sorunun ve tartışmanın asıl felsefi yanı kimsenin gözlemlemediği bir şeyin gerçekleşmiş kabul edilip edilemeyeceğidir. o zaman nazım hikmet'ten bir rubaiyle devam edelim;

    "bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
    parıldamakta, devam edecek ben basıp gidince de,
    çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da, bana bağlı olmadan vardı
    ve bende bu aslın sureti çıktı sadece."

    tamam merak etmeyin, "schrödinger'in kedisi"ne girmeyeceğim. aslında konudan oldukça uzaklaştım. ne diyorduk? farklı canlılarda zihin ve algı yapıları mı? bilincin bildiğimiz özelliklerinden, "kendini tanıyabilme", "kendinin farkında olma" üzerine yapılan deneylerden biri "ayna testi" oldukça önemli. ayna testi, 1970 yılında psikolog gordon gallup jr. tarafından geliştirilen ve bir canlının aynada kendini tanıma yeteneğine sahip olup olmadığına karar vermeye yarayan bir deneydir. bu test, hayvanlarda özfarkındalığın ana göstergesidir ve gelişim psikolojisinde çocuklarda ayna evresine girişi belirtir. şimdiye dek binlerce tür üzerinde yapılan testlerin sonucunda yalnızca bonobo, şempanze, orangutan, goril, insan*, şişe burunlu yunus, katil balina, asya fili ve avrupa saksağanı testi geçebilmiştir. bu arada bir hayvana ön ad olarak "katil" dememizi çok ilginç bulduğumu farkettim.* beyaz balina, kuzey balinası, gri balina, gagalı balina, grönland balinası, kambur balina falan anlıyorum tamamen fiziksel ve coğrafi değişkenlere göre isimlendirilmiş ama katil?! işte öyle bir canlı bu da, tıpkı karada insanlar gibi onlar da suda yaşamın besin zincirinin en üstünde, kendi akrabalarını bile yiyorlar ve yine biz insanlar gibi, onlar da kendini biliyor.

    peki hayvanlar yaşadığımız dünyayı nasıl görüyor? evet renk algıları konusunda bilime dayalı yorumlar yapabiliyoruz, kuşların çoğunluğu 4 farklı koni hücresine sahip olmalarından dolayı dünyayı bizden daha renkli görüyor, köpekler ise daha renksiz. ve diğer tüm canlıların da göz yapısını inceleyerek bir takım sonuçlara ulaşabiliyoruz. peki nasıl algılıyorlar? geçtiğimiz yıl trinity college dublin'de yapılan araştırmaya göre küçük hayvanlar hayatı ağır çekimde yaşıyor. örneğin sineklerin görüşünü anlayabilmek için neo'nun ajan smith'in kurşunlarından kaçtığı sahneyi gözlerinizin önüne getirebilirsiniz. bu sayede kendilerinden daha büyük avcılardan kaçabiliyor ve "bize göre" üstün manevra kabiliyetine sahip oluyorlar. deniz kaplumbağalarına göre ise de biz hızlı çekimde hareket ediyoruz. yani zaman algısı bir canlının sinir sisteminin duyusal bilgileri hangi hızda işlediğine bağlı. tüm bunların ötesinde, özellikle evcil hayvanların insan egemenliğinde yaşadıkları bir çevredeki objeleri nasıl anlamlandırmaya çalıştığı ise benim de oldukça merak ettiğim ama şimdilik cevabını bulamayacağımız bir soru. köpeklerin otomobilleri yalnızca hareket eden bir nesne mi yoksa başka bir canlı olarak mı algıladığı, bazı saldırgan tavırlarının bu yüzden mi oluştuğu, kedilerin sahiplerini gerçekten kendilerinden daha büyük kediler olarak mı gördüğü bir ve daha birçok soru.

    o halde hayatta kalma adına gerçekten bir önemi yoksa, canlıların evrimsel sürecinde bilinç neden gelişiyor? nasıl ortaya çıktı? bir canlı hayatını devam ettirmesine yeten avlanma, çiftleşme vb. davranışları içgüdüsel olarak yapıyorken hangi noktada bilinçli bir şekilde karar vererek yapmaya başladı ve neden evrim bu yönde ilerledi? bunlar da halen cevabını bilmediğimiz sorular. konuyla ilgili dikkatimi çeken bir başka deney ise benjamin libet'in hazırlık potansiyeli deneyi. libet, bilinçli davranışın başlangıç anına dair deneyinde, düzeneğe bağlı deneklerden el bileklerini istedikleri anda, özgür iradeleriyle bükmelerini ister. burada 3 süre ölçülecektir; hareketin gerçekleştiği an, beynin faaliyete geçtiği an ve karar verilen an. akla yatkın sıralama önce karar verildiği, ardından beyinde nöron aktivitelerinin başladığı ve vücuda uyarı gönderildiği, son olarak da hareketin gerçekleştiği gibi görünse de, deneyin sonucunda karar anından önce beyinde etkinliğin başladığı keşfedilmiştir. kişinin bileğini kendi iradesiyle büktüğü âna 0 dersek, bundan 500 milisaniye önce eeg cihazı beyinde hazırlık potansiyelini ölçmüş, karar verme anı ise hareketten yalnızca 200 milisaniye önce gerçekleşmiştir. bu, "ben yaptım" dediğimiz bir hareket öncesi beynimizin ne yapacağımızı bildiği ve hazırlanmaya başladığı anlamına gelmektedir ve gerçekten şok edici bir sonuçtur. bilim ve felsefe dünyasında bitmeyen tartışmalara yol açmış, iradi seçimlerin gerçekliği sorgulanmış, bilincin bir yanılsama olduğu bile söylenmiştir, öte yandan böyle bir sonuç tüm davranışlarımızın "yazılı olduğu" gibi ilahi bir düşünce ortaya çıkarıyor gibi gözükse de, tam tersine "eğer yazılıysa kararları ben vermiyorum demektir, o halde sorumlu da ben değilim" şeklinde, din konseptinde problem yaratacak yerlere gidebilir. fakat bilim insanları konuya mantık çerçevesinde yaklaştığında ortada ilahi bir durum olmadığını gördüler. bir hareketi gerçekleştirmeye niyetlenmek de zihinsel sürecin bir parçasıdır. eğer deney tam tersi şekilde sonuçlansaydı, yani önce karar veriyor ve fiziksel aktivite bundan sonra başlıyor olsaydı esas bu ilahi bir sonuç olurdu. bir hareketi yapmaya bilinçli bir şekilde karar verdiğimiz anda beynimizde hiçbir faaliyetin başlamaması, bizleri bilincin nereye bağlı olduğu sorusunu sormaya yöneltir ve cevapsız kalırdı. her deneyde olduğu gibi bunda da karşıt görüşler ortaya çıkmış, deneklerin ne yapacaklarına değil yalnızca ne zaman yapacaklarına karar verdiği söylenmiş, bunun yanında karar verme anının doğru ölçülüp ölçülemeyeceği sorgulanmıştır.

    alman bilim adamları christoph herrmann ve michael pauen, 2007 yılında yaptıkları deneyde ise denekleri eeg cihazına bağlamış, önlerine bir ekran ve 2 buton koyup ekranda uyarı çıktığında herhangi bir butona basmalarını istemiştir. burada butona basılacak anı bilgisayar belirlemekte, denek yalnızca hangi butona basacağına karar vermektedir. sonucunda bilgisayarda herhangi bir uyarı çıkmadan deneklerin beyninde nöral aktivitenin başladığı gözlemlenmiş, bunun reflekssel bir ön hazırlık olduğu görülmüştür. bu safha yalnızca insana dair değil, tüm canlılarda var olan, hayatta kalma içgüdüsüyle gelişmiş ve olabilecek en yüksek hızda harekete geçmeyi sağlamak için beyinde ortaya çıkan hazırlık potansiyelidir. yine almanya'da 2008 yılında yapılan ve nature neuroscience'da "unconscious determinants of free decisions in the human brain" ismiyle yayınlanan makalede beynimizin biz özgür irademizle karar vermeden 6-8 saniye önce, -evet çok uzun bir süre- vereceğimiz kararı belirleyip hazırlığa başladığı kanıtlanmıştır. bunu uzun uzadıya yazmak yerine araştırmayı yapan bilim insanlarıyla bbc'nin hazırladığı bir program için çekilen türkçe altyazılı 5 dakikalık bir görüntüyle pekiştirmek daha iyi olacak;

    http://www.youtube.com/watch?v=8ecgksamlae

    fakat burada önemli bir nokta var ki, neredeyse 10 saniye öncesine kadar kestirilebilen bu hazırlık aktivitesi ve karar, bir deney ortamında, ne yapacağının farkında olan bir denekle ortaya çıkmaktadır. otobanda karşımıza bir araç çıktığında aniden frene basmamız gibi reflekssel hareketlerin kökeninde tabi ki bu kadar uzun süren öncül bir beyin aktivitesi oluşması mümkün değil. bunu söylüyorum çünkü aynı videoyu bazı dini paylaşım sayfalarının "allahu teala'nın kanıtı" olarak sunduğunu üzülerek gördüm. uzaktan yönetildiklerini* ve kendi iradeleri olmadığını kıvançla söylüyorlar, fakat yukarıda bahsettiğim gibi, o halde hangi sebeple dünya'da yaşıyor olduklarını kendilerine sormuyorlar.

    şimdi biraz da türümüz ve ötesine gelelim, yaşadığımız dünyayı ne kadar algılayabiliyoruz? izleyenler vardır, sevdiğim filmlerden interstate 60'de kahramanımız geçirdiği kaza sonrası hastanede yatarken doktor gelir ve bir dikkat testi yapmak istediğini söyler. iskambil kartlarını saniyelik aralıklarla açarak hangi kartı gördüğünü sorar, sonucunda kendinden gayet emin bir şekilde hepsine doğru cevabı verdiğini zanneden eleman testi geçemez, çünkü destede siyah kupalar ve kırmızı maçalar vardır. doktorun hile yaptığını söyler ve şu cevabı alır:

    "deneyimlerin yüzünden bütün kupaların kırmızı ve maçaların siyah olduğunu düşünmeye koşullanmışsın. şekilleri benzer olduğundan zihnin bunları eski bilgilerine göre değerlendirmesi farklı olduklarını düşünmesinden daha kolay. görmeyi beklediğimizi görürüz ve bu her zaman gerçekte olan şey değildir. asla kağıt oynamamış çocuklar bu testi daima geçer. insan daha nelerin farkına varamadığını merak ediyor; algılamamaya koşullandığından fark etmediği görüntüleri, sesleri… önemli olan şu; bu testi bir daha yapsam geçersin. bir kez siyah kupalar ve kırmızı maçalar olabileceğini fark edince artık onları algılayabilirsin de. beyninin çalışma biçimi şehirler arası yol sistemine benzer. bir noktadan diğerine gidersin ama arada kalan yerler, otobanın dışındakiler? orada oldukları halde çoğu insan yanlarından geçer gider."

    peki yüksek bir algı ve zeka kapasitesine sahip olduğunu düşündüğümüz biz, "akıllı canlılar" aslında ne kadar akıllıyız? amerikalı astrofizikçi ve kozmolojist neil degrasse tyson, bir konuşmasında "evrende bizim gibi akıllı başka canlılar var mıdır?" sorusunu irdeler; "bizim akıllı olduğumuzu kim söylüyor? biz! neden? gökdelen dikiyoruz diye mi? senfoni yazıyoruz diye mi? yolda bir solucan var diyelim, yanından geçip gidiyorsun. solucan senin kendini akıllı olarak değerlendirdiğini biliyor mu? solucan, senin aklın hakkında herhangi bir fikre sahip değil. çünkü sen, solucandan çok daha akıllısın. bu sebeple de solucan, kendisinden daha akıllı bir şeyin yanından geçtiğinin farkına bile varmıyor. bu da beni aynı konseptte düşünmeye itiyor; acaba bizim yanımızdan da bizden daha üstün varlıklar geçip gidiyor olabilir mi? belki de onlar da bizimle ilgilenmiyor, çünkü biz onlara göre iletişim kurmaya değmeyecek ya da sağlıklı bir iletişim kurmanın mümkün olmayacağı kadar aptal olabiliriz. insanlar, şempanzelerle %98'in üzerinde bir oranda tamamen özdeş dna'yı paylaşmaktadır. yaşamış en zeki şempanze belki biraz işaret diliyle konuşuyordu, bizim bebeklerimiz bile bunu yapabilir. o zaman size rahatsız edici bir düşünceden bahsedeyim; bizi şempanzelerden ayıran her şey, ama her şey dna'larımızdaki %1'lik farktan doğuyor, belki de hubble teleskobunu inşa edip fırlatmak ile işaret dilini kullanarak su istemek arasındaki fark o kadar da büyük değildir, olmamak zorunda, çünkü farkımız %1. şimdi başka bir yaşam biçimi düşleyin, şempanzelerle aramızdaki küçük fark kadar bizden daha zeki. onlara nasıl görünürdük? muhtemelen ağzından salyalar akıtan aptal canlılar gibi. stephen hawking'i alır, türümüzün en zekilerinden biri olarak karşılarına çıkarırdık ve "canım ya ne kadar tatlı, bizim ufaklık johhny de 6 aylıkken astorofizikle ilgilenmişti." derlerdi. ne kadar zeki olmaları gerektiğini düşleyebiliyor musunuz?"

    bir de olaya zihin ve algı felsefesi yönünden bakalım. dünya dışı bir varlık, dünya'yı incelediğinde hangi canlının hakimiyetini görür? insan olması gerekiyor değil mi? ancak biz dünya dışı bir varlığın algısı hakkında hiçbir fikre sahip değiliz. biz daha kendi gezegenimizde yaşayan canlıların zihin yapılarını yeni yeni anlamaya başlıyoruz. tabak şeklindeki uzay gemisinden inen yeşil canlılar yalnızca hayal gücümüz. konuşarak iletişim kurduklarını, bizimle aynı frekansta işitebildiklerini varsayıyoruz, insan gözüyle görülebildiklerini düşünüyoruz, tamamen kurgularımıza dayanarak. dünya'daki ilk yaşam formlarından, bugün ise yaşayan en büyük popülasyona sahip mikroorganizmalar, dünya'yı inceleyen bir varlığa gezegenimizdeki canlı hayatın hakimi olarak görünebilirdi. 2008 yılında american society for microbiology'de yayınlanan ve yine 2012 yılındaki "human microbiome" projesinde ortaya çıkan sonuç, yalnızca vücudumuzdaki bakterilerin, kendi hücrelerimizden 10 kat fazla sayıda olduğunu göstermiştir, kendi vücudumuzun hakimi bile biz değil, mikroorganizmalar, ve her yerdeler. yani yalnızca görmüyoruz diye, içinde bulunduğumuz tuhaf bir dünyanın farkında bile değiliz.

    insanoğlu neden ay'da su aradı, ya da mars'ta arıyor? ya da ulaşabildiği en uzak gezegende bile? içmek için aradığımızı düşünenler çıkabilir. su arıyoruz, çünkü suda hayat var. tıpkı dünya'daki hayatın suda başladığını, vücudumuzu ve yeryüzünü kaplayan mikroorganizmaların milyarlarca yıl önce burada ortaya çıktığını düşündüğümüz gibi. bakabildiğimiz en uzak yerlere kadar bakmaya çalışıyoruz, evrendeki yüzeyi buzla kaplı karanlık gezegenlerde yaşamın başlamış olabileceği, henüz teknolojimizin araştırmaya yetmediği bir konu, ancak teorilerimizde mümkün. satürn'ün uydusu titan da, sistemimizde dünya dışında yağmur yağan tek yer. denizleri ve nehirleri var, fakat bu yağmurlar, denizler ve nehirler sudan değil metan ve etandan oluşuyor, atmosferinde de oksijen yok. peki neden titan'da yaşam arıyoruz? çünkü artık biliyoruz ki yaşamın ortaya çıkması ve devam etmesi için oksijen, su veya "olmasaydın olmazdık" dediğimiz başka element ve bileşiklerin belli bir oranda var olması şart değil. bunlar yalnızca insanın hayatta kalma koşulları, kendi gezegenimizdeki canlılarda bile farklılık gösterebildiği gibi, başka gezegenlerde ve farklı koşullarda da ortaya çıkabilir. tıpkı gezegenimizdeki birçok ekstremofil tür gibi; okyanus tabanlarında yaşayanlar, oksijen kullanmayanlar, metan üretenler, ağır metallere, radyasyona ve basınca dayanıklılar, yaşamak için 100 derece sıcaklık isteyenler gibi. yani titan'da hayat bulmak, bizi ilk gerçek uzaylılarla tanıştıracak, filmlerde gördüğümüzün aksine. tamamen farklı bir atmosfer koşulları ve değerleri içinde bir canlının ortaya çıktığını ve yaşıyor olabileceğini bilmek bize gerçekten aradığımız sorunun cevabını verebilir. arthur c. clarke'tan bir alıntıyla devam edelim;

    "iki ihtimal var; ya evrende yalnızız ya da değiliz. ve ikisi de eşit derecede ürkütücü."

    peki neden evrende yalnız olmamalıyız? çünkü hayat kimyanın kaçınılmaz bir sonucu. hidrojen, oksijen, karbon ve nitrojen bizlerin yapı taşı olduğu gibi evreni oluşturan en yaygın malzemeler. başka gezegenlerde, farklı şartlarda doğru malzemelerin birleşimi ile yaşamın ortaya çıkması sandığımızdan çok daha mümkün, biz yalnızca yeterince uzağa bakamıyoruz. yazının -bundan bağımsız- ilk bölümünde (bkz: #40099150), yaşamın kaynağına dair tezlerden en önemlisi abiyogenez'den bahsetmiştim. bir diğeri ise panspermia, aslında yalnızca destekleyici bir tez. bu görüşün temsilcileri gezegenimizdeki hayatın temelinin uzay olabileceğini savunur. güneş sistemimizin ilk dönemlerindeki yoğun göktaşı yağmuru, uzay şartlarına dayanıklı organik moleküllerin gezegenler arası yolculuk yapmasını mümkün kılmıştır. çünkü bir göktaşının çarptığı noktada, gezegenden uzaya doğru kaçış hızıyla kaya parçaları saçılır, tekrar geri dönmemek üzere. ve üzerinde kaynak gezegeninin molekülleriyle birlikte. başka bir gezegenin çekim alanına girdiğinde ise yolculuğunun son rotası belirlenmiştir, çarpar ama posta güvercini gibi yeni bir bilgi getirerek. birkaç yıl önce amerikan ulusal bilimler akademisi'nin dergisinde yayınlanan araştırmada, 11 göktaşının spektrometre cihazıyla tarandığı, sonucunda dünya'da çok ender bulunan bazı nükleik asit temeli bileşenlerinin tespit edildiği söylenmiştir. göktaşlarının düştüğü yerin yakınlarındaki toprak ve buz örneklerinde, ortaya çıkarılan bileşimin bulunmadığı görüldüğünde kaynağın uzay olduğu kesinleşmiş, panspermia tezini destekleyen önemli gelişmelerden biri olmuştur. yani gezegenimizde milyarlarca yıl önce ortaya çıkan hayatın, başka bir gezegenden, mesela yine o dönemlerde denizleri ve okyanuslarıyla yaşama elverişli bir gezegeni andıran mars'tan gelen organik bileşimlerin buradakileri tetiklemesiyle ortaya çıkmış olması yüksek bir ihtimal.

    bir diğer araştırma ise moore kanunu'nun genetiğe uyarlanmasıyla ortaya çıkan ilginç bir sonuçtan bahsediyor. 1965 yılında işlemcilerdeki transistör sayısının her iki yılda bir 2'ye katlanarak artacağını söyleyen ve günümüze dek haklı çıkan gordon moore'un kanununu zamanda geriye götürerek genetik karmaşıklığın başlangıcını araştıran bilimadamları alexei sharov ve richard gordon, yaşamın dünya'dan daha eski olduğunu söylemiştir. her iki yıl yerine her 376 milyon yılı baz alarak eksponansiyel tırmanışın kaynağına gitmeye çalışan araştırmada, 3.8 milyar yıl önce ortaya çıkan prokaryot hücrelerin oluşmasının 9.7 milyar yıl önceye dayanması gerektiği belirtilmiş ve gezegenler arası transfer ihtimalini güçlendiren bir başka sonuç ortaya çıkarmıştır. bu araştırmanın bana mantıklı gelmesinin sebebi, prokaryot hücrelerin ökaryot hücrelere evrimleşmesinin yaklaşık 1.5 milyar yıl sürmesi. bu mikroskobik değişim bu kadar uzun sürüyorken büyük insansı maymunların modern insana dönüşmesi gibi kompleks bir değişimin 7 milyon yıl sürmesi, evrim sürecindeki değişim hızının katlanarak artması gerektiğini gösteriyor olmalı. ve 9.7 milyar yıllık bu inanılmaz uzun süre, ayrıca samanyolu galaksisinde ilk ortaya çıkan canlılardan, hatta ilk olmasa da "uygarlık kurabilen" canlıların kaynağı en eskiye dayananı olmamız gerektiği anlamına da gelebilir ve drake denklemini sorgular niteliktedir.

    drake denklemi; olasılıklara dayalı bir şekilde samanyolu galaksisindeki aktif ve iletişim kurulabilir canlıların sayısını hesaplamaya yarayan bir çıkarımdır. 1961 yılında amerikalı astronom ve astrofizikçi frank drake tarafından geliştirilen denklemin, oldukça mantıklı temellere dayanıyor olmasına rağmen bazı kilit faktörlerin henüz net olarak bilinmemesi ve atanan değerlerin çok geniş bir açıklıkta olması sebebiyle net sonuçlar verebilmesi mümkün değildir, şöyle ki;

    iletişim kurmayı umabileceğimiz uygarlıkların sayısı =

    1- galaksimizdeki yıllık yıldız oluşma miktarı (x)
    2- bu yıldızlardan kaç tanesinin gezegene sahip olduğu (x)
    3- gezegene sahip yıldız başına düşen toplam yaşama elverişli gezegenlerin ortalama sayısı (x)
    4- bu gezegenlerin arasında herhangi bir şekilde yaşama uygun bir ortamın oluştuğu gezegen sayısı (x)
    5- bu yaşama elverişli gezegenlerden kaçında akıllı hayata geçildiği (x)
    6- bu tür uygarlıklardan uzayda varlıklarına dair tespit edilebilir sinyal bırakabilecek kesim (x)
    7- bu tür bir uygarlık tarafından uzayda yayınlanan tespit edilebilir sinyalin süresi.

    parametrelerin belirsizliğinin yanında, denklemin ortaya atılmasından bugüne dek değişen ve keşfedilen çok şey var. galaksideki yıllık yıldız oluşma miktarını ve kaç tanesinin gezegene sahip olduğunu hesaplayabiliyoruz. "yaşama elverişli gezegen" tanımı önceleri "earthlike" yani dünya benzeri gezegenler için yapılırken artık yaşamın çok daha farklı koşullarda ortaya çıkabileceği bilindiğinden oran yükseliyor ve eğer uygun ortam varsa, yaşam bir şekilde ortaya çıkıyor. buraya kadar bilimsel değerler içinde giden denklemin son 3 parametresi bana kalırsa tamamen fantastik. yine de basit bir mantıkla "hayat ortaya çıktıysa, akıllı varlıklara evrimleşmeli" diyerek 5. değişkene, "akıllı varlıklar ortaya çıktıysa haberleşmeye geçmeli" diyerek de 6. değişkene tick atabiliriz. son kilit nokta ise radyo sinyalleri. insanoğlu evrene ilk mesajını 10 ocak 1946 günü diana projesi kapsamında gönderdi. ay yüzeyine çan sesi şeklinde bir radar sinyali yollayarak dünya'ya geri dönen yankısını tespit etmek üzerine kurulu bu projeden önce, hatta geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar telekomünikasyon adına yapılan keşifler ve gezegen içi iletilen radyo sinyalleri vardı, ancak ay yüzeyine çarpıp geri döndüğünü bildiğimiz için atmosferi aştığından emin olduğumuz ilk sinyal buydu. yollandığı noktadan itibaren genişleyen bir açıda uzaya doğru yol alan sinyalin ay yüzeyine çarpan küçük bir kısmı 2.5 saniyelik yolculuk sonunda dünya'ya geri dönüyor, geride kalanlar ise gitgide genişleyen bir açıyla başka bir gezegene ya da uyduya çarpmadığı sürece uzayın derinliklerinde yol almaya devam ediyordu, fakat bu sadece başlangıçtı..

    60'lı yıllarda çok önemli bir gelişme yaşadık. televizyon kanalları dünya'nın her yerinde ortaya çıkmaya başladı ve global telekomünikasyon ağları kuruldu, izlediğimiz her görüntüyü, dinlediğimiz her sesi radyo sinyallerine şifrelenmiş halde uzayın derinliklerine yolluyorduk. dünya, kendi öykülerini evrene yayıyordu. uydular, internet ve cep telefonu ağlarıyla organik bir gezegene sibernetik özellikler ekledik. başladığımızdan bu yana yolladığımız sinyallerin, konuşmalarımızın, izlediğimiz televizyon dizilerinin şu an nerede olduğunu merak ediyor musunuz? spongebob squarepants bile şu an sirius takımyıldızının ilerisinde yolculuğuna devam ediyor;

    http://i.imgur.com/mdvwurm.jpg

    ve en yakında görünen sistem alpha centauri, bizden 4.34 ışık yılı uzakta, yani yaklaşık 41.2 trilyon kilometre. peki neden kimse bize ulaşmıyor? hiç durmaksızın gönderdiğimiz sinyallerin alındığına dair bir belirti olmadığı gibi bizim de evreni dinleyebildiğimiz kadarıyla uzaktan gelen bir sinyal yok. işte burada devreye fermi paradoksu giriyor. fermi paradoksu, dünya dışı uygarlıkların var olma olasılığının gayet yüksek olduğuna dair tahminlerin varlığı ile bunu doğrulayacak herhangi bir kanıtın ya da temasın yokluğu arasındaki çelişkiyi ifade eder. evrenin yaşının büyüklüğü ve muazzam sayıda yıldızın varlığı ile birlikte, hayat için dünya'nın tipik bir gezegen örneği olduğu varsayımı da göz önüne alındığında, dünya dışı yaşamın yaygın olması gerekir. o halde uzayda yolculuk zor olsa bile, eğer dünya dışı yaşam yaygınsa, en azından bu uygarlıklara ait radyo sinyallerini duymamız gerekmez miydi?

    fermi paradoksunu, dünya dışı yaşamın var olduğuna ilişkin kanıtları bulmaya çalışarak, ya da böyle bir uygarlığın insan algısının dışında var olabileceğini savunarak çözmeyi deneyenler oldu. bu çalışmalara karşı çıkanlar ise, dünya dışı akıllı bir yaşamın var olmadığını ya da insanların asla temas kuramayacağı kadar nadir olduğunu savundular. akıllı yaşamın kıt kaynaklarla başa çıkabilme özelliği ve yeni habitatları kolonize etmeye eğilimli olması dikkate alınırsa, gelişmiş uygarlıkların yeni kaynaklar aramaya başlamaları, böylece önce kendi gezegen sistemlerini sonra da çevrelerindeki sistemleri kolonize etmeleri beklenir. evrenin 13,7 milyar yıllık geçmişinde, dünya'da ya da bilinen uzayın başka bir yerinde, kolonileşmeye dair kesin veya doğrulanabilir herhangi bir kanıt bulunmadığına göre, ya akıllı yaşam oldukça nadirdir, ya da akıllı türlerin genel davranışına ilişkin yukarıdaki varsayım yanlıştır. zorlayıcı bir konu da insanmerkezci bir bakış açısına sahip olmamanın gerekmesidir. dünya dışı zeka arayışında bulunmaya çalışılan kanıtlarla ilgili konjektür, genelde insanların yapmakta oldukları ya da daha yüksek bir teknolojiye sahip olsalar muhtemelen yapacak oldukları faaliyetleri içerir. başka akıllı varlıklar bu "beklenen" davranışları göstermeyebilir veya insanlar için tamamıyla yeni ve algılarımızın ötesinde bazı faaliyetlerde bulunabilir.

    fakat evren bilimsel gerçekler açısından ele alındığında, radyo sinyallerinin bir şekilde akıllı türleri ortak bir noktada buluşturması gerekirdi. başka bir türün bu teknolojiyi geçmişte kullanmış ya da halen kullanıyor olması ihtimalinin dışında, yalnızca yeterince duyarlı bir gözlemci olması, dünya'daki televizyon ve telekomünikasyon yayınları sebebiyle g2 sınıfındaki bir yıldız için olağan dışı yoğunlukta radyo dalgalarıyla karşılaşmasına sebep olurdu. böyle bir durumda, doğal bir nedenin var olmadığı açıkça ortaya çıktığında, gözlemciler dünya uygarlığını keşfetmiş olacaklardı. ama bildiğimiz bir şey var ki, ışık hızıyla seyahat ediyor da olsalar, henüz çok kısa bir süredir yoğun bir şekilde sinyal gönderiyoruz. toparladığımızda paradoksa getirilen yorumlara dair karşımıza bazı sonuçlar çıkıyor;

    -evrende iletişim kurabileceğimiz başka bir akıllı canlı türü yok;
    "nadir dünya hipotezi"ne göre* yeryüzündeki gibi karmaşık, çok hücreli ve akıllı bir canlı türünün ortaya çıkması olağandışı nadirlikte bir astrofiziksel olaylar ve jeolojik koşullar birleşimini gerektirir. bunun yanında yeterli karmaşıklık düzeyine ulaşmış bir yaşam formunun evrim sürecinin sonunda akıllı ve bilinçli bir canlıya dönüşmesi şart değildir, evrim belirli bir noktaya ulaşmaya çalışmaz, rastgele gerçekleşir. dünya üzerinde bu noktaya yalnızca bir defa ulaşılmış olması bu adaptasyonun sadece nadir durumlarda en iyi adaptasyon olduğunu gösteriyor olabilir. aynı zamanda uygun enerji kaynaklarının var olmadığı bir gezegende yaşayan canlılar, hiçbir zaman endüstriyelleşme ve teknolojik gelişme yaşayabilecek kapasiteye gelemez, böylece iletişim kurmamız mümkün olmaz. bunun yanında fark edilmek ya da iletişim kurmak istemeyen bir türün varlığı da yine bizi aynı noktaya getirir.

    -insanlar yalnız yaratıldı;
    nadir dünya hipotezinin yaratılışçı hali diyebiliriz. insanların, ilahi bir yaratıcının tek akıllı varlığı olduğu görüşüdür. günümüzde özellikle ilahiyatçılar "ince ayarlı evren" argümanı* üzerinden giderek evren içerisinde hayata izin verecek koşulların ancak evrensel temel fizikî sabitlerin mevcut değerleri sayesinde oluşabileceğinden bahsederler. önermeye göre bu temel sabitlerdeki en ufak değişimler dahi maddenin, astronomik yapıların, çeşitlilik sahibi elementlerin ve dolayısıyla hayatın oluşmasına engel teşkil etmektedir.

    -akıllı canlılar doğaları gereği kendilerini yok eder;
    dünya'nın geleceğinde moleküler nanoteknolojik, nükleer ve biyolojik savaşların, salgınların ve atmosfer ile yaşam koşullarını kendi elimizle değiştirmemiz sonucu ortaya çıkacak durumun yaratacağı yıkım öngörüldüğü gibi, evrende gelişen tüm akıllı yaşam formları kozmik zamana göre çok kısa süreler içerisinde kendi türlerini yok eder. bir türü teknolojik gelişme ile getireceği yıkım arasındaki küçük zamanda yakalamak oldukça zordur.

    -akıllı uygarlıklar yer ya da zaman açısından birbirine çok uzaklar;
    iki uygarlık arasında birçok ışık yılı uzaklık bulunması halinde, karşılıklı iletişim kurulana kadar uygarlıkların biri ya da her ikisi de ortadan kalkabilir. bizlerin yaptığı gibi evrene bilgilerini yayan bir medeniyetin keşfedilmesi, yok olmalarından binlerce yıl sonraya denk gelebilir. bu, tıpkı kazılarımızda antik medeniyetlere ait kalıntıları bulmamız ve yorumlayabilmemiz, ancak asla iletişime geçemeyecek olmamız gibidir.

    -insanlık, dünya dışı yaşamı yeterince uzun zamandır aramıyor ve başkaları tarafından bulunmasına yetecek kadar uzun zamandır mevcut değil;
    yukarıda üzerine biraz konuştuğumuz durum. varlığımızı 100 yıldan kısa bir süredir evrene yayabiliyoruz, dünya dışı araştırmaları ise bundan çok daha kısa bir süredir yapabiliyoruz. evet, belki binlerce yıldır "insan" formunda yaşamımızı sürdürüyor olabiliriz ama biz elimizi uzatmadan rastlantısal bir şekilde bulunabilmemiz zaten çok küçük bir olasılıktı. bu, evrendeki sonsuz sayıda gezegeni tek tek dolaşıp akıllı hayat aramanın imkansızlığı gibi olurdu.

    -evreni doğru şekilde dinleyemiyoruz;
    yine sinyaller üzerinden gittiğimizde "beklediğimiz" frekanslarda bir yayına ulaşmak aslında düşük bir ihtimaldir. sinyallerin hızlı ya da yavaş olması, algoritmasının sinyal olarak anlamlandırılamaması ve kullandığımız cihazların yeterince hassas olmaması gibi değişkenler bizi istediğimiz sonuca varmaktan uzaklaştırıyor, ancak bu küçük de olsa bir sinyal yakalayamadığımız anlamına gelmiyor. 15 ağustos 1977'de "search for extraterrestrial intelligence", kısa adıyla "seti projesi" kapsamında araştırmalar yapan dr. jerry r. ehman, sagittarius takımyıldızından geldiği anlaşılan ve 72 saniye süren darbantlı bir sinyal yakaladı. sıradan bir günde teleskop verilerinin çıktılarını incelerken bu sinyalle karşılaşan ehman, şaşkınlıkla sinyal verisini daire içine aldı ve yanına sonradan sinyalin ismi olarak anılacak şekilde "wow!" yazdı. yapılan tüm çalışmalara rağmen sinyal tekrar tespit edilememiş, bunun yanında "uzaydan gelmediği" de kanıtlanamamış ve bir soru işareti olarak kalmıştır.

    -akıllı uygarlıklar tespit edilebilir radyo sinyallerini kısa bir süre boyunca yayımlar;
    gezegenimizin "radyo görünürlüğü" geçtiğimiz yüzyılın başlarında ortaya çıkmış, bugün ise yönsel olmayan antenler yerine nokta atışı yayın kanallarına yönelmeye başladığımızdan giderek azalmaktadır. o halde yaklaşık 100 yıl boyunca bu teknolojiyi kullanıp yakın gelecekte yeni bir forma geçeceğimizi düşünürsek, aynı durumun başka bir akıllı uygarlık için de geçerli olması gerektiğini söylemek gerekir. kullandığımız teknoloji tamamen ilkel bir geçiş dönemi teknolojisi, ve asıl tuhaf durum ise eğer şu anda uzayın derinliklerinden bize bu frekanslarda mesajlar gönderiliyor olsa, birkaç ışık yılı uzakta olmadıkları sürece elimizdeki araçlarla bu mesajları almamız mümkün değil. yani bulunmasını umut ettiğimiz sinyallerin benzerini yeterince uzaktan tespit edebileceğimiz teknolojimiz mevcut değil..

    -birbirimizi algılamamız mümkün değil;
    yeterince gelişmiş teknoloji, sihirden ayırt edilemez. yeterince gelişmiş canlılar da kendilerini fiziksel dünyadan soyutlayıp sanal ya da henüz tahayyül edemediğimiz yeni bir alternatif çevrede yaşamaya başlamış olabilirler. bu durumda onlarla iletişime geçmeye çalışmamızın görüntüsü insanla iletişime geçmeye çalışan bir solucan kadar anlamsız ve algı dışı olurdu. iletişim kurmak adına yaptığımız tek şey sinyal gönderip dinlemek de değil, araçlarımızla derin uzayda kalıntılar arıyoruz, fakat bir "uzay gemisi parçası" ya da "sonda" gibi kendi zeka ve teknolojimize yönelik aramalar yaptığımızdan bir sonuca ulaşabilmemiz mümkün gözükmüyor. evrene gönderdiğimiz mesajların da -her ne kadar bilimin evrensel dilini kullanmaya çalışsak da- akıllı bir tür tarafından bulunup çözümlenebilmesi düşük bir ihtimal. bunlardan ilki arecibo mesajı. arecibo radyo teleskobunun yenilenmesini kutlamak amacıyla yapılan 16 kasım 1974 tarihindeki törende yalnızca bir defaya mahsus ve tekrarlanmayan bir şekilde 25.000 ışık yılı uzaklıktaki m13 küresel yıldız kümesi bölgesine doğru gönderilmiştir. 1679 bitten oluşan mesaj görüntüye çevrildiğinde şekildeki gibi bir grafik oluşturur;

    http://i.imgur.com/3zfimpc.jpg

    mesaj yedi parçadan oluşmaktadır ve bu parçalar şunları anlatır;

    1- 1'den 10'a kadar sayılar
    2- deoksiribonükleik asidi (dna) oluşturan elementler olan hidrojen, karbon, nitrojen, oksijen ve fosforun atom numaraları
    3- dna nükletotitlerindeki şeker ve bazların formülleri
    4- dna nükleotitlerinden bazıları ve dna'nın ikili sarmal yapısını gösteren bir figür
    5- bir insan figürü, ortalama boydaki yetişkin bir erkeğin boyu ve dünya'daki insan nüfusu
    6- güneş sisteminin bir grafiği
    7- arecibo radyo teleskobunun bir grafiği ve mesajın gönderildiği anten çanağının çapı

    arecibo mesajı, hayal gücümüzün daha çocuksu, bildiklerimizinse daha az olduğu yıllarda, yenilenen teleskobun marifetlerini sergilemek amacıyla gönderilen temsili bir mesaj aslında. bulunup çözümlenebilmesi bir yana, mesaj binlerce yıl sonra messier 13'e ulaştığında bu küresel yıldız kümesi yerinde bile olmayacak..

    uzayın derinliklerine gönderdiğimiz en somut mesajımız ise 1977 yılında voyager uzay araçlarıyla gönderilen altın plak. plakta, dünya dışı akıllı yaşam formlarının ya da gelecekteki insanların bulması niyetiyle dünya'daki hayatın ve kültürlerin çeşitliliğini gösteren seçilmiş sesler ve görüntüler bulunmaktadır. oksitlenmemesi amacıyla altın kaplama olarak gönderilen plağın yanında küçük bir uranyum parçası da bulunmakta ki ne kadar bozulduğuna bakılarak aracın ne kadar zaman önce yola çıktığı anlaşılabilsin. içeriği ise şöyle;

    -55 farklı dilde selamlama cümlesi, türkçe olarak "sayın türkçe bilen arkadaşlarımız, sabah şerifleriniz hayrolsun" şeklinde bir cümle bulunmakta.
    -volkan, yıldırım, deprem, rüzgar, yağmur, kalp atışı, beyin dalgası, gülüş, öpücük, otomobil, tren, kedi, köpek ve at sesi gibi dünya gezegenine ait birçok ses.
    -kültürümüze ait müzikler. bach, chuck berry, mozart, beethoven gibi. ve halkların geleneksel tarzda müzikleri tabi ki. aslında bir judas priest ya da black sabbath albümü falan atsalarmış iyiymiş. herhalde "bulurlarsa bizimle iletişime geçmeyebilirler" diye atmadılar. bu arada carl sagan, the beatles'ın "here comes the sun" adlı parçasını bu derlemeye koymak istemiş, ancak emi'nin telif ücreti istemesi sebebiyle vazgeçmiştir. adamlar uzaya gönderilecek parçadan telif istemişler..
    -116 fotoğraf. güneş sistemimizdeki gezegenler, kullandığımız araçlar, kültürümüz, şehirlerimiz, doğamız, insanlarımız ve hayvanlarımız. anatomik yapımımıza dair fotoğraflar, hatta cinsel organlarımız. evet onu da göndermişler "alın size" diye.

    5 saatlik ses kaydının tamamına buradan;
    http://www.youtube.com/watch?v=elnn9v01eii
    fotoğraflara ise buradan ulaşılabilir;
    http://www.youtube.com/watch?v=o4co1pwsj4m

    plağın dış kısmı ise şöyle
    http://i.imgur.com/44j0bfm.jpg

    üzerindeki bizlere anlamsız gelen çizimler, bulabileceğimiz en ortak dil, bilimin diliyle işlenmiş. hidrojen atomu kullanabileceğimiz ortak zaman kavramını, güneş ve yakınındaki 14 pulsar çizimi mesajın kaynak gezegenini ve ikili kod sistemi plağın nasıl çalıştırılması gerektiğini anlatır. voyager araçları şu anda devam ediyor oldukları yolculukta insan eli değmiş bir objenin ulaşabildiği en uzak noktayı çoktan geçtiler. onlar carl sagan'ın deyimiyle "kozmik okyanusta ilerleyen şişelerimiz", ve bu günden yaklaşık 40.000 yıl sonra, gezegenimizden 1.8 ışık yılı uzaklıkta, birbirlerinden farklı iki noktada yolculuklarına devam ediyor olacaklar.

    o halde voyager 1 tarafından, 1990 yılında, 6 milyar kilometre uzaklıktan çekilen gezegenimizin meşhur fotoğrafı, "soluk mavi nokta"ya* bakalım ve carl sagan'ın muhteşem yorumunu okuyalım;

    http://i.imgur.com/keldvdi.jpg

    "şu noktaya tekrar bakın. orası evimiz. o biziz. sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı hüzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.
    evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. o zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.
    böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.
    dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. en azından yakın gelecekte gidebileceğimiz başka yer yok. ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. beğenin veya beğenmeyin, şu anda dünya sığınabileceğimiz tek yer.
    gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza."

    yazımın sonuna doğru gelirken, tamamını okuyanlara tebrik ve teşekkürlerimi sunarak ilk bölümde olduğu gibi tamamen toparlayamadığım ve hiç giremediğim konular olduğunu da belirtmek istiyorum. şu anda aklıma gelen; özgür iradenin nörobilimi, beyin hasarları sonucu meydana gelen tuhaf rahatsızlıklar, omega point, superintelligence, posthuman, yapay bilinç, turing test, metafizik ve kuramsal fizik teorileri gibi konuları da, artık ne zaman olur bilemem ama 3. bölümde yazmayı planlıyorum. o yazıyı da zaten simülasyon argümanı, kuasarlar ve gama ışını patlamalarına girerek uzaya bağlayıp bitiririm. artık krem peynirle ilgili bir şey anlatmaya başlasam da en son uzaya bağlayacağım gibi geliyor. her konuda oldukça kesin bilgilere ulaşmaya çalışsam da hatalı olduğunu düşündüğünüz, düzeltilmesi gereken ya da yeni bir bilgiyle bildiğimizden farklı hale gelen noktalar için çekinmeden mesaj atabilirsiniz. her gün daha çok öğreniyoruz ve daha çok öğrendikçe daha az biliyoruz. ve yine bildiğimiz gibi, "kesin bilgi diye bir şey yoktur ve kesin bilginin var olduğunu iddia eden herhangi biri ister bilim adamı olsun ister dogmatist, trajediye kapı aralamış olur. edindiğimiz her tür bilgi eksiktir ve bu konuda alçak gönüllü davranmalıyız."*

    ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    kaynaklar;
    http://www.annualreviews.org/…v.ph.46.030184.003101
    http://en.wikipedia.org/wiki/magnetic_field
    http://serc.carleton.edu/…ics/tardigrade/index.html
    http://www.newscientist.com/…00-indestructible.html
    http://www.plosone.org/…0.1371/journal.pone.0002190
    http://news.nationalgeographic.com/…imp-colors.html
    https://richarddawkins.net/…era-that-does-the-same/
    http://news.nationalgeographic.com/…fish-swarm.html
    http://www.imdb.com/title/tt2395695
    http://en.wikipedia.org/…i/animal_echolocation#bats
    http://organizations.utep.edu/…s/1475/nagel_bat.pdf
    http://www.humansofnewyork.com/
    http://www.bisav.org.tr/…yayintipid=3&makaleid=1193
    http://cogprints.org/316/1/consciousness.html
    http://plato.stanford.edu/…sum2009/entries/zombies/
    http://www.uoguelph.ca/…bailey/resources/levine.pdf
    http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/3415199
    http://plato.stanford.edu/…ntries/qualia-knowledge/
    http://plato.stanford.edu/entries/qualia-inverted/
    http://www.sciencedirect.com/…pii/s0003347213003060
    http://oszilla.hgs.hu-berlin.de/…sychophys_2008.pdf
    http://www.radicalanthropologygroup.org/…xt_023.pdf
    http://news.nationalgeographic.com/…people-science/
    http://www.rifters.com/…neuroscience_soon_et_al.pdf
    http://www.hmpdacc.org/
    http://www.livescience.com/…bes-mariana-trench.html
    http://www.sciencedaily.com/…08/06/080603085914.htm
    http://en.wikipedia.org/wiki/panspermia
    http://www.dailygalaxy.com/…e-our-solar-system.html
    http://en.wikipedia.org/wiki/drake_equation
    http://zidbits.com/…io-signals-traveled-from-earth/
    http://tr.wikipedia.org/wiki/fermi_paradoksu
    http://en.wikipedia.org/…raterrestrial_intelligence
    http://en.wikipedia.org/wiki/rare_earth_hypothesis
    http://en.wikipedia.org/wiki/fine-tuned_universe
    http://www.physics.utah.edu/…siday/p1080/lec08.html
    http://voyager.jpl.nasa.gov/where/index.html
  • "dünyadaki en başarılı askeri harekatlardan biri avusturya-prusya savaşı sırasında liechtenstein'ın yaptığıdır. kimseyi öldürmedikleri gibi, 80 kişi yolladıkları ordu 81 kişi olarak geri dönmüştür. bunun sebebi de savaş sırasında karşı taraftan bir kişi ile arkadaş olmalarıdır."

    öldüm lan allahsızlar ahhahahaha
  • bu hikaye aslında bilinir fakat ne kadar önemli olduğunu tam da buralı biriyle konuşunca anladım.

    aslında hiç önem vermediğimiz bir yerdir nahçıvan. bilmeyenlere söyleyelim, azerbaycan'a bağlı özerk bir bölgedir fakat bu ülkeyle fiziki bağlantısı olmayıp türk devletleri arasında türkiye ile kara sınırı bulunan tek toprak parçasıdır. ama neden hala azerbaycan'a bağlı özerk bir bölgedir biliyor musunuz? tamamen atatürk sayesinde. şöyle ki;

    bu bölgeyle birbirimiz bağlayan sadece ve sadece 15km'lik bir sınır (bkz: dilucu sınır kapısı) vardır ve bu sınır bizzat atatürk'ün cebinden para ödeyerek satın aldığı topraktır! adam demiş ki, yukarıda ermeniler (o dönem sscb), aşağıda iran, bu bölgenin insanı burada yaşamalı, bizim burayla direk bir bağımız olmalı ki hem ermeniler hem de iran'la aramız bozulursa, türk devletleri ve orta asya'ya bir bağlantımız kalsın. hem bu sınır sayesinde bu bölgenin insanını da koruyabiliriz. iran'la görüşür, tabi ki ikna eder, parasını öder, toprağı alır.

    gel zaman git zaman, 80'lerde ermeni ve azeriler arasında gerilim tırmanır. zaten o dönemlerin sonunda sscb'nin dağılması gerçekleşir. fakat nahçıvan bölgesinin insanı fakir ve techizatsızdır. ermeni birlikleri ruslardan temin ettikleri donanımlı silahlarla nahçıvan'a saldırıken, bu adamlar yalnızca av tüfekleriyle falan kendilerini savunmaya çalışmaktadır. saldırıların yoğunlaştığını ve nahçıvan'ın düşme ihtimalini gören dönemin türk hükümeti, bu sınır kapısından silah, techizat, sağlık yardımı yapar, bölge insanı güçlenir ve topraklarını korur. en nihayetinde sovyet rusyanın dağılması sonrasında özerk bir bölge olarak bağımsızlığını ilan eder.

    işte bu hikayeyi bana anlatan kişi bu bölgede o zamanlar çocukmuş. çok kötü durumdaydık, hayatımızı atatürk'ün 60 sene önce aldığı toprağa borçluyuz diyor. bu adam boğaziçi üniversitesi işletme mezunu ve şuan türkiye'nin önemli bir kuruluşunda, önemli bir pozisyonda bu ülke için çalışıyor.

    stratejik derinlik böyle bir şey. bazı miki mouse'ların dediklerine inanmayın siz. zira var olan toprağı geri taşırlar maazalah.

    konuya ilişkin bir kaç link;

    http://naxcivan.cg.mfa.gov.tr/…owspeech.aspx?id=709
    https://www.google.com/…ld%c4%b1%c4%9f%c4%b1+toprak
    http://tr.wikipedia.org/wiki/dilucu_sınır_kapısı
hesabın var mı? giriş yap