29316 entry daha
  • hamamböcekleri yaklaşık olarak 250 milyon yıldır yaşadıkları halde hiçbir değişime uğramamışlardır.
    (bkz: hamam böceği teorisi)
    (bkz: evde hamamböceği görünce yapılacaklar)
  • bir şarkının hoşumuza giden o en yüksek anı, bir kitlenin koro halinde tezahüratı vb. mevzularda tüylerimizin diken diken olması, aslında rezonans halindeki yüksek sesleri ilk duyduğumuzda beynimizin tehlike var zannedip, evrimsel olarak savunma amaçlı, tüyleri kabartmamızmış.

    kaynak

    edit; ekleme
  • sars-cov-2'nin saglıklı hucreleri ele gecirme/oldurme sistemi. bunu bu baslıga yazmamın sebebi ise calısma sonuclarını okuyan hem benim hem de anladıgım kadarıyla bilim dunyasının, standartların cok dısında bu sistem ile ufkunun iki katına cıkması. oldurmese aslında sars-cov-2 arastırması cok heyecanlı pic bir virus.
    oncelikle "ufkumu kendim katlayabilirim sana kalmadım" diyenlere;
    haber linki makale 1 makale 2 sen anlat diyenler buradan buyursun;
    efenim, olası bir virus istilasında hucrelerimizin verdigi iki ana savunma tepkisi var;
    1) interferon salgısıyla komsu hucrelere tehlikeyi haber vermek.
    virus bulastıgında hucre ilk etapta oncu kolluk kuvvetlerini virusun uzerine salıyor. bu oncu kuvvetlerin amacı virusun cogalmasını yavaslatarak zaman kazanmak. cunku antikorları (ana saldırma kuvvetlerini) ureticek olan hucrelere mesaj gitmesi, bu hucrelerin antikor uretmesi ve bu antikorun istila altındaki hucrelere ulasması icin zaman lazım. ilk saldıraya magruz kalan hucreler hemen komsu hucrelere mesaj yolluyor; "benim icin artik cok gec, ben daha anca oncu kuvvet uretiyorum, ana kuvvetler gelene kadar duserim. sen simdiden oncu kuvvet basmaya basla cunku saldırı sırası sana geliyor." boylece komsu hucreler saldırıya karsı hazırlıksız yakalanmıyor.

    2) chemokine salgısıyla antikor (ana saldırı kuvveti) ureticek hucrelere "yardıma gel" mesajı yollamak. boylece mesajı alan b-cells ya da t-cells gibi hucreler antikor uretip, mesajın turunden (daha dogrusu ulagın tipinden) tespit ettikleri saldırı altındaki hucrelere antikor yolluyor.
    bu sırada bilinmeli ki: hucreler arası mesajlasma molekul sentezi ve bu molekulun yollanması (salgılanmasıyla) gerceklesiyor. yani hucrelerimiz telefon telsiz gibi modern yontemlerle degil en yakındaki kuleye/kaleye ulak (molekul) yollama yontemiyle mesajlasıyor.

    normalde virusler bu her iki sisteme aynı anda mudahale ederek ve mesajlasmayı yavaslatarak vucudu ele geciriyor. fakat calısmalar gosteriyor ki sars-cov-2 icin durum cok farklı!
    sars-cov-2 oncelikle hucrenin komsu hucrelere uyarı mesajı yollamasını tamamen engelliyor. yani komsu hucreler tehlikenin farkında degil, hazırlanmadan mal mal yatıyorlar. ikinci asamada ise sars-cov-2 ana kuvvet merkezine giden "yardıma gel" mesajını normal viruslerin yaptıgı gibi engellemek yerine, bu mesaj sistemini hackleyerek hızlandırıyor. hucre coktan ulak ureterek mesaj yolladıgını unutup, daha dogrusu farketmeyip tekrar tekrar ulak uretiyor. ulaklar hemen hucreden ayrılamıyor, yıgılma oluyor. yani sistemde asırı yuklenme gerceklesiyor, hucre enflamasyona maruz kalıyor. oncu kuvvet basarak virusle mucadele etmesi gerekirken, ulak uretimine para ve zaman harcayan hucre zayıflıyor, ve virus tarafından kolayca alasagı ediliyor. daha sonra da sıra dunyadan bihaber komsu hucreye geliyor. bu boyle devam ederken akciger ulaklar ve arka arkaya gelen ulaklara cevap vermek icin aralıksız uretilen ana saldırı kuvvetleri (immune cells) ile doluyor, akciger enflamasyonu gerceklesiyor.

    bu sonuclar, yaslı ve kronik rahatsızlıkları olanların bu virusten daha cok etkilenmesini de kısmen acıklıyor. cunku bu insanlarda komsu hucrelere uyarı mesajı yollama (interferon uretim) sistemi daha zayıf. interferon takviyesi ile tedavi su an gozden geciriliyor. ası ile hedeflenen ise olaylar bu raddeye varmadan sars-cov-2nin icinden gecerek hucreye girdigi kapıların (reseptorlerin) bloklanması.
  • çocukken büyümek için can atarsın, büyüyünce de çocukluğuna dönmek için
  • 1700-2019 yıllarında dünyanın en kalabalık 15 şehri

    dünyadaki metropollerin tarihsel gelişimini incelemek açısından izlemesi çok zevkli

    istanbul bir dönem dünyanın en kalabalık şehriydi
  • evrende trilyon üstü trilyon tane galaxy olduğunu öğrenmek. ufuk denilince bu bilgi her daim aklıma ilk gelen hayatımdaki en belirgin ufuk açıcı kilit taşı bilgidir benim için. algılanması dahi zordur ama keyiflidir. bilgi haz verir, güç verir. ufkunuzu evren kadar açık tutun
  • türk askeri kültürünün şekillenme evreleri dolaylı olarak kültürü de etkilemiştir. bunun yanında türk askeri kültürü içerisinde önemli dönüm noktaları vardır. genel bir derleme ile ilgisi olmayan kişilerin de özet şeklinde bir şeyler okuyabilmesi adına yazmak istedim.

    tarih öncesi yerleşim kültürleri içerisinde genel kabul gören,
    hint, çin, sümer (mezopotamya), anav ( kısmi türk/türkistan) ve mısır kültürleri içerisinde nehre bağlı gelişmeyen tek kültür anav kültürüdür. yani kısmi türk/ proto-türk kültürü. bu sebeple gelişim yönü de farklı seyretmiştir. çünkü nehre bağlı gelişen kültürler, taşmalara bağlı yaşamak ve tedbir almak zorundadırlar. nehirlerin taşma hesaplamaları ile başlayan süreçte dört kültürde fen, matematik ve mühendislik ön plana çıkarken anav kültüründe ise bozkırın gereği olan hareketlilik esası gelişmiştir. bozkırda durağanlık ölüm getirir bu nedenle at, türk'ün kanadı olarak onun vazgeçilmez parçası olmuş ve türk'ün konar-göçer yaşantısını şekillendirmiştir. bu nedenle de anav kültürü gereği - ve devamında - konserve, üzengi, pantolon, yoğurt, dokumacılık, demircilik ( at nalı, kılıç vb.) öne çıkmıştır. türkler ön tarihlerinde ve kök türkler döneminde genel anlamda ovada savaşan süvarilere sahiptiler fakat herkes askerdi ordu-millet anlayışı

    çünkü ' her türk, asker doğar' sözündeki asker anlamı şunu kastediyordu: türkler için güvenli bölge diyebileceğimiz şehirler uygurlar dönemine kadar yoktu. bozkır, türkler için tamamen askeri bir bölgeydi. bundan dolayı surları olmayan çorak arazilerin ortasındaki çadırlarında konaklayan her türk her an kendisini koruyabilmeliydi. bu nedenle üç-dört yaşından itibaren ava başlar, bu gelenekle büyürlerdi. her kadın yeri geldiğinde çadırını korumak üzere hazır olurdu. bunun yanında türkler düşmanları nedeniyle mühendislik alanında gelişmeye de zorlandı. süvari ağırlıklı olan ilk türkler düşmanları ile açık alanlarda sürekli savaşamıyorlardı, kaleler de kuşatıyorlardı fakat süvari ağırlıklı bir ordu için zor sınavlardı bu kuşatmalar. bu nedenle çok kale alamadılar almak da istemediler. göçebelikten kopmak istemiyorlardı.

    daha sonra uygurlar ile birlikte türkler de surların, kalelerin içlerine girmeye başladılar. ilk kez tam anlamıyla bir sivil-asker ayrımı başladı. kaleyi dış etkilerden korumak için askerler gerekti. askerler hem ziraatle uğraşmak hem askerlik yapmaktansa yalnızca askerlik mesleğini seçtiler. bu sefer şehir, kendisini korumayı seçen askeri beslemeliydi. çünkü asker üretime katılmıyor, şehri koruyordu. bu sefer askerin ihtiyacı için vergi toplanmaya başladı. şehirliler rahat üretim yapabilmek için kendilerini koruyanların ihtiyaçlarını böyle karşılıyorlardı.

    devamındaki türk devletleri de sivil-asker ayrımını devam ettirerek günümüze kadar getirdiler. askeri yönetici unvanı ise hala geçerli kaldı. türklerde yönetici sınıf 19.yy'a kadar askerlerden oluşuyordu. bu durum 19.yy'ın ikinci yarısı itibarıyla biraz değişmeye başlamış olsa bile gelenek hala devam ediyordu. bugün dahi devletin başı cumhurbaşkanı ordunun da başkomutanı sıfatını almakta. öncesinde hakanın, kağanın, padişahın hem devletin hem de ordunun başı olması gibi.

    osmanlı dönemi ise 17.yy'a kadar savaş meydanlarında gelişimi takip eder şekilde seyrediyordu. osmanlı ingiltere'den sonra savaş meydanlarında top kullanıyordu. taktiksel ve mühendislik anlamında bilgili komutanları vardı. bu sebeple askeri kültür anlamında dünya tarihi için de önem taşıdılar. yavuz sultan selim'in memlüklerle yaptığı savaşlarda kullandığı teknik ve taktik üstünlük şöyle anlatılır:

    - memlüklerle mercidabık savaşı -

    memlük ordusu sayı olarak üstün fakat yavuz'un topları var. yani teknik anlamda yavuz üstün. ve savaşı kazanan yavuz'un memlük komutanıyla olan konuşması:
    ( basitleştirerek veriyorum)

    yavuz: neden top kullanmadınız?
    tomanbay: peygamberimizin hadisi var: ok ve yay ile savaşınız, der.
    yavuz: buna dikkat edersiniz de bilmez misiniz ' düşmanın silahı ile silahlan' hadisi de vardır.

    bir yıl sonraki savaş bu sefer memlükler hazırlıklıdır. yavuz'un toplarına karşın iki katı büyüklüğünde toplar dökerler fakat bu toplar çok tepmektedir. bu nedenle kuma gömülü bir şekilde atış yapmak zorundadırlar. bunu öğrenen yavuz, savaş meydanına geliş güzergahını küçük bir değişikliğe götürür ve gömülü topların tehditinden tamamen kurtularak yine savaşı kazanır.

    kanuni, mohaç'ta - yaptığı tek meydan muharebesi - 4 bin tüfekli piyade ile düşmanı süzgeçe çevirir. hilal, turan, kapan taktiği falan değil tamamen yani çünkü ordusu da piyade ağırlıklıdır.

    yavuz, çaldıran' da şah ismail'e karşı ilk defa yaylım ateşini kullanarak dünya savaş tarihine bir yenilik kazandırır.

    şöyle ki, arka arkaya dizdiği dokuz tüfekli piyade sırasıyla ateş eder, sonuncu piyade ateş ettiği vakit ilk piyade tüfeğini tekrar doldurmuş olur. bu şekilde kesintisiz bir süre tüfek atışı sağlanır.

    fatih, otlukbeli'nde uzun hasan'a karşı oyalama muharebeleri denilen kısa süreli savaşlar ile taktik üstünlük kurar ve onu engebeli bir alana çekerek piyade ağırlıklı ordusu ile hasan'ın ordusunu yener.

    bunun yanında tüfeklerdeki tetik mekanizması, gez gibi yenilikler de türklerde görülür. türkler kendilerine özgü hale getirmişlerdir bu aletleri.

    bir diğer husus, gemilerin karadan yürütülmesi. tarihte bu yürütmenin yapıldığı bilinen on dört dönem var. bunlardan beş- altı tanesi türkler tarafından yapılıyor. üç tanesi fatih, iki tanesi avarlar tarafından. ki fatih, tarihe ve bilime meraklı bir sultan, alimlerle uzun sohbetleri seven birisi olarak bu ve bu tarzda tarihi olaylardan, taktiklerden, siyasi metinlerden, diyaloglardan, icatlardan haberdar edilmiş ve haberdar olmuştur. bütün bunları kendi zekası ve mühendislik yeteneğiyle birleştirerek farkını ortaya koymuştur.

    kısa bir özet derlemesi oldu. kaynaklarım ve aldığım notların çoğu görev yaptığım yerde kaldığı için şimdilik burada kesiyorum. sonraki süreçte bu entry'i güncelleyerek ya da ek bir entry girerek daha kapsamlı şekilde türk savaş tarihi ve yansıması halinde dünya savaş tarihine yönelik küçük küçük bilgileri burada barındırmak isterim.

    ana kaynak: türk askeri kültürü/ kronik kitap
  • bir okuryazarın beyni nasıl çalışır?

    içinde çok az okuryazar olan bir köye giden dil bilim araştırmacıları, yazının ve matbaanın insanın düşünce sistemine nasıl sinsi bir örümcek gibi girdiğini çok ilginç ve eğlenceli olan deneylerle fark ettiler. yazı ve matbaanın nasıl bir örümcek haline gelip beynimizi sardığını anlamadan önce okuryazar olmayan insanlar üzerinde yapılmış şu testlere bir göz atalım isterseniz:

    okuryazar olmayan bu insanlara sorulan ilk soru gayet basitti. önlerinde bir balta, bir çekiç, bir testere ve bir odun parçası vardı ve bunları biri dışarıda kalacak şekilde gruplandırmaları isteniyordu. ne kadar basit değil mi?

    cevap, odun dışarıda kalır; balta, çekiç ve testere aynı gruptadır. çünkü balta, testere ve çekiç birer aletken; odun bir alet değil eşyadır. ama işler araştırmacaların istediği gibi gitmedi. köylüler, bu nesneleri gruplandırmayı reddettiler.

    neden gruplara ayırmamızı istiyorsunuz, ne gerek var ki diye cevap verdiler ve bunda direttiler. eşyaların hiçbirini dışlamadılar. çok az okuryazar olan biri ise, baltayı dışarıda bırakacağını, çünkü odunu kesmek için testerenin yeterli olduğunu söyledi. çok ilginç değil mi? devam edelim:

    ikinci soru şöyleydi: kuzeyde ve buzla kaplı olan yerlerde ayılar beyazdır, antartika kuzeyde ve buzla kaplı bir yerdir, öyleyse antartika'daki ayılar ne renktir? içinizden bu ne biçim soru böyle diyebilirsiniz. cevabı çok açık ve kesin olmak üzere "beyaz" olan bu soruyu okuryazar olmayan bu gruptakiler, "ben ne bileyim?" diyerek cevapladılar.

    ben sadece kahverengi ayı gördüm, dedi bazısı, bazısı bana ne ne renkse ne renktir... çok az okuryazar olan biri ise, "sizin dediklerinize bakılırsa, orada ayılar beyaz." diyerek cevap verdi. bir öncekinden daha ilginç bir örnek. devam edelim:

    üçüncü olarak bu gruba "kendinizi nasıl tanımlarsınız?" diye sordular. ilki, "falanca yerden geldim, iki kızım var, koyun bakıyorum." dedi. peki dediler güzel, ama tam bu değil, bazı insan sinirlidir, bazı insan cimridir, bazısı yardımseverdir. sen nasıl bir insansın? "ben bilmem, beni arkadaşlarıma sorun onlar anlatsın." dedi okuryazar olmayan bu "saf" insan. gruptakilerin hiçbiri kendini tanımlayamadı. neden biliyor musunuz?

    çünkü sözlü kültür insanı tanımlarla uğraşmaz. buna ihtiyacı yoktur. o, o an içinde bulunduğu gerçek dünyayı yaşar ve soyut düşünmeye gerek duymaz. neden duysun ki?

    kutuptaki ayıların ne renk olduğunun onun için herhangi bir önemi yoktur ve o ayıyı görmeden, onun beyaz olduğuna inanmayacaktır. kendini sadece gerçek ve somut olgularla tanımlar. hatta onu bile zor yapar; çünkü soyut düşünemez.

    soyut düşünmek yazıyla birlikte insan hayatına giren bir durumdur.

    size "maalesef" kelimesini düşünün dersem, beyniniz, siz fark etmeden öncelikle kelimenin yazılışını gözünüzün önüne getirecektir. siz "ağaç" yazdığınızda yazdığınız kelime, ağaçtan ayrı bir nesne olarak kendine mekanda yer edinir. sözlü kültür insanı ağaç der ve o ses havada yok olup gider. daha ç harfini söylemeden a harfi yok olup gitmiştir.

    o yüzden yazıyla bir bağı olmayan toplumlarda, bilgi sadece insan hafızasındadır. o yüzden bilgiyi sürekli tekrar etmek gerekir. bu da büyük bir enerji yatırımı demektir ve bu yüzden insan başka bir şey düşünemez. bu da onun başka yönlere eğilmesinin önüne geçer. o yüzden insanlık tarihindeki en büyük sıçrayışlar yazıdan sonra olmuştur.
    okuryazar olmayanlara sorulan sorular, yazılı kültürün sınav sorularıdır. sözlü kültür bu sorularla ilgilenmez.

    bu fark algılanamadığı için eski insanlar hep kaba saba tasvir edildiler. oysa onlar bizden çok farklı düşünüyorlardı. çok az okuryazar olan bir insanın bile okuryazar olmayanlardan ne kadar farklı olduğunu yukarıdaki üç soruya verilen cevaplarda gördük. biz yazıyı bulduk, matbaayı bulup yazıyı mekana hapsettik, o insanlardan ne kadar farklı olduğumuzu tahayyül edin. düşünce sistemlerimiz taban tabana zıt.

    yazı olmasaydı maalesef şu an bunları okuyamıyor olacaktınız. bir önceki cümlede geçen "maalesef" kelimesini düşünemeyecektiniz. bu, insana çok uzak ve imkansız gibi geliyor. yazının getirdiği alışkanlıklardan kurtulmak mümkün değil.

    edit: antartika burada tamamen hipotetik. mesele soru değil, cevap olduğu için antartika yerine istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz. okuryazar beyni burada da devreye giriyor maalesef.

    kaynak olarak walter ong'un sözlü ve yazılı kültür kitabı okunabilir.
  • öncelik ve sonralık diye bir şeyin olmaması, aslında her şeyin bizim sınırlı zihin kapasitemizin tam olarak algılamaya yeterli olmadığı bir düzlem ya da farklı bir boyutta olmuş ve bitmiş olması ihtimali üzerine düşünmek ufku tam olarak iki katına çıkarır mı bilmem ama ortalığı baya bir karıştıracağı kesin.. şöyle ki

    düşüncenin başımıza gelecek olaylar üzerinde olumlu ya da olumsuz bir etkiye sahip olup olmadığı meselesi ve bu meselenin zihnimizin zamanı algılayış biçimi ile ne derece ilişkili olduğu tartışması başlangıç noktamızı oluştursun. buradan başlayarak meseleyi oldukça basite indirgeyip, örneklerle somutlaştırmaya çalışarak zihin-zaman ilişkisi üzerine kabaca biraz düşünmeye çalışalım..

    devamlı olumlu düşünmenin hayatın akışı üzerinde belirleyici bir etkisi olabilir mi?.. bir işin üstesinden gelebileceğine ilişkin taşıdığın inanç, o işi yapabilmeye dair sahip olduğun yeteneklerden önemli olabilir mi? olumlu düşüncelerimizin zaman-üstü bir güce sahip olduğu söylenebilir mi? burada zaman-üstü derken aslında zamanın genel kabul gören doğrusal akışına bir sorgulamada bulunmayı kast ediyorum.. yani öncelik ve sonralık meselesi..bir olayı diğerinden sonra ya da önce kılan nedir? sabah uyandım, elbiselerimi giydim, evden çıktım, okula gittim, biraz çalıştım, öğle yemeği yedim, akşam eve döndüm, akşam yemeği yedim ve yattım.. herhangi bir gün ne yaşadığımızı bu şekilde sıralıyoruz.. baştan sona, önce olandan sonra olana..pek iyi durum hakikaten böyle mi? yoksa bu akış zihnimizce kurgulanan ya da zihnimizin bu şekilde kurgulamaya alıştığı bir sıralama mı? ya gün içinde yaşadığımız bütün olaylar daha üst bir uzay-zaman boyutunda aslında aynı anda meydana geliyor fakat sıralı düşünmeye programlı zihinlerimiz bunu öncelik sonralık olarak bir sıraya koyuyorsa? ya da şöyle sorayım: bizim içerisinde bulunduğumuz an öznel ve bizim algımıza bağımlı ise bir de bizim dışımızda olan kozmik bir andan bahsedebilir miyiz? bir şeyin o an içerisinde var olabilmesi benim onu o anda algılamamdan bağımsız olabilir mi? ben bir masaya bakmıyorken yani onu 5 duyum ile algılamadığım bir anda da o bir masa olmaya devam ediyor ve orada aynı yerinde duruyor mu? çok saçma tabii ki orada duracak uçacak değil ya diyebilirsiniz. çünkü sen onu algılamasan da ben orada olduğunu görüyorum diyebilirsiniz. işte ben de ondan bahsediyorum. sen görüyorsun..yani herhangi bir zihin nesneyi bir şekilde algıladığında nesne var oluyor.. pekiyi hiçbir zihin algılamadığında nesneler nerede duruyorlar?.. yine benim ya da bir başkasının nesneleri algılaması mı onları zaman akışı içerisinde bir sıraya koyuyor? gördüğümüz renkler, duyduğumuz sesler biz onları algıladığımız için mi varlar?.. onları algılamadığımız zamanlarda boşluktaki elektromanyetik dalgalardan yani salt enerjiden mi ibaretler?.. aynen bu renkler ve sesler gibi öyleyse zaman da benim algımdan ibaret yani zaman esasında bir sanrı ya da illüzyon, onu var eden ise benim; benim zihnim..

    zamanın akışı içerisinde olayları algılama şeklimiz neden sonuç ilişkisi üzerinden ilerliyor. önce neden sonra sonuç.. sahip olduğumuz ön kabul ise bu akışın doğrusal ve tek yönlü olduğu şeklinde..ama belki de nedenler ve sonuçlar kendi içinde dengeli bir denklemin parçaları da olabilir.. biz ise onları tek yönlü bir işlemin yapılışı gibi algılamaya şartlanmış gibiyiz..her neyse buradan zamanı algılayış biçimimize dönersek zihnimizin bu konuda çok güvenilir olmadığını söyleyebiliriz..zihin zamanı hep aynı şekilde algılamıyor olsa gerek çünkü çok önemli bir sınavın son 5 dakikası ile yağmur altında birisini beklerken geçirdiğimiz 5 dakika gerçekte(saat ile ölçülen anlamda) aynı olsa da zihnimizin algılayışı açısından aynı değil. burada zamanı göreceli kılan şeyin beynimizin o an için harcadığı enerji olduğunu söyleyebiliriz belki..yani beyin ne kadar odaklanırsa ne kadar çok bilgi işlerse bunu çok hızlı bir biçimde yaptığı için zaman bizim için hızlı akmış oluyor.. bir nevi beynin işleyiş hızı bizim alışkın olduğumuz zaman akış hızının önüne geçerek yani çok fazla işi az zamanda yaparak zamanın daha hızlı aktığı gibi bir algının oluşmasına sebep oluyor. dolayısıyla zihnimizin olayları algılayış hızı ile gerçekteki yani saat ile ölçtüğümüz zaman akışının hızı arasında bir fark olduğu söylenebilir.

    saatle ölçtüğümüz zamanı bir tarafa bırakırsak ki bu da insan tarafından oluşturulmuş varsayımsal bir düzenlemeden ibarettir, zihnimizin olayları algılama hızı üzerinden bir zaman değerlendirmesi yaptığımızda bu noktada ne derece doğrusal bir zaman akışından bahsedebiliriz? söz gelimi sabah uyandığımda dilimin ucuna bir şarkı takılmış olsun ve bu şarkı sanki zihnimin içerisinde bir yerlerde çalıyormuş gibi bir duygu içinde bir kahvaltı yapmış olayım..hani bazen bizim isteğimiz dışında kafamızın içinde bir melodi döner durur ya işte o hesap.. sonra evden çıkarız, bir müddet yürüdükten sonra artık şarkıyı unutmuşuzdur belki ve dolmuşa bindiğimizde o şarkının dolmuşta çaldığını duyar ve şaşırırız..bu bir rastlantı mıdır? yoksa zihnimizin bize oynadığı bir oyun mu? bazen birini düşünürsünüz ve o anda telefonunuz çalar ve arayan odur..rastlantı ya da tesadüf deyip geçiştirilemeyecek kadar sık gerçekleşen durumlardır bunlar yaşantımızda..ben onu düşündüğüm için mi o kişi beni aramıştır yoksa o beni arayacağı için mi ben onu düşün müşümdür? onun beni aramaya karar vermesi mi önce olmuştur yoksa benim onu düşünmeye başlamam mı? yoksa acaba ikisi kozmik anlamda tam da aynı anda mı gerçekleşmiştir? bunlar kafamdaki deli sorular..buradan biraz daha ileriye gitmek istiyorum ve son alternatifin gerçek olduğunu varsayıyorum.. yani aslında benim kişiyi aklıma getirmem ile onun beni araması arasında neden sonuç ilişkisi açısından bir bağlantı olmadığı dolayısıyla da bir öncelik sonralıktan bahsedilemeyeceği sonuç olarak da iki olayın bizim zaman ve mekan algımızın dışında bir düzlemde aynı anda meydana geldiğini varsayarsak ortaya doğrusal olmayan farklı bir akışın çıktığından bahsedebiliriz..

    bizim normal şartlarda sahip olduğumuz zaman algısını ve olayları algılama şeklimizi biri diğerine çarptığında ötekini deviren domino taşlarına benzetebilirsek bahsettiğim bu varsayımsal akışı kaynamaya başladıktan sonra suyun içerisinden yüzeye doğru yükselen kabarcıklara benzetebiliriz..suyun altında yanan ateşin de zihnimiz olduğunu varsayalım, daha fazla ateş daha yoğun ve daha fazla kabarcık demek.. eğer bu varsayımı doğru kabul edersek zihin ile yani düşünceler ile olayların akışına yön vermek mümkün müdür sorusu ön plana çıkabilir..zira zihin bir olay ya da eylem üzerine ne kadar yoğunlaşırsa o olay ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilintili bir enerjinin açığa çıkması muhtemeldir..burada enerjiden kasıt beynin ürettiği düşüncedir ve bu düşünceler zihnin dışında da var olabilen elektromanyetik dalgalar olarak varsayılabilir..bu enerjinin olayların akışına pozitif ya da negatif bir etkide bulunup bulunamayacağının bilimsel olarak kanıtlanması elbette zordur..fakat olumlu düşünürsen olumlu olur, iyi adam lafının üstüne gelir, güzel düşün güzel olsun gibi deyimlerle günlük hayatta bu düşüncenin yansımalarına rastlamak mümkündür..yine tam tersi olarak negatif düşüncenin etkileri anlamında sakınan göze çöp batar, iti an çomağı hazırla gibi sözleri sıralayabiliriz..bu etki doğru ise yani ben düşünce gücüm ile karşılaşacağım olayların akışına yön verebiliyorsam bu hayatımın merkezine benim zihnimi yerleştiren tuhaf bir bakış açısını ortaya koyar..

    aslında her şeyin sebebi benimdir.. benim zihnim ve onun ürettiği düşünceler.. insan sadece eylemlerinin yaratıcısı değil aynı zamanda dolaylı yoldan başına gelecek olayların da bir nevi sebebidir..öyleyse insan kendi hayatının inşasını yine kendi zihni ile yapmaktadır..peki bunun böyle olmadığını iddia edenler için ne söyleyeceğiz?..yani birisi başıma gelen olayların benim sahip olduğum düşünceler ile ne ilgisi var derse..cevap basit: durumun böyle olmadığına dair taşıdıkları inanç, zihinlerinin bu yönde düşünce üretmesine sebep olduğundan bu kişiler iddia ettiğimizin tam tersi anlamda kendi yaşantılarını inşa etmektedirler..nihayetinde yaşamlarımız her iki ihtimalde de zihinlerimiz tarafından şekillendirilir.. buradan nereye varırız?

    merkezde kendi zihnimizin olduğu bir hayat anlayışı, düşünmeye ve düşüncelerimize normalde olduğundan çok daha fazla önem atfetmemizi gerekli kılar.. yukarıda bahsettiğim olayların kozmik anlamda eş zamanlı olarak meydana geldiği düşüncesine dayanan zaman akışı fikrini hatırlarsak bu aslında şu anlama gelir: bir şeyi yapacağım dediğinizde ve buna gerçekten inandığınızda aslında o iş kozmik anda meydana gelmiştir..geriye sadece o işin bizim zaman algımız içerisinde meydana geleceği anı beklemek kalır.. ya da ben fena halde saçmalıyorum..
  • vücudumuz, kan hücrelerini sürekli olarak geri dönüştürebilir ve kan kaybolduğunda daha fazla kan hücresi üretebilir. bu, bir kerede yaklaşık 470 mililitre kan bağışlayabileceğimiz anlamına gelir. insan vücudu aynı zamanda, bağışlanan tüm kan hücrelerinin yenilenmesi için erkeklerde yaklaşık 12 hafta, kadınlarda ise yaklaşık 16 haftalık bir süreye gereksinim duyar. bununla birlikte, kan hacminin %40'ından fazlasını kaybedersek ölürüz. eğer kanın yaklaşık %10-20'sini kaybedersek, vücut şoka girer. şokta iken, vücut kalp atış hızını ve solunumu artırarak durumu düzeltmeye çalışır ve terleyerek cilt rengini kaybetmeye başlar. eskiden “bütün” kan bağışlarının bir kerede kullanılması gerekiyordu. ancak şimdi kan, mümkün olduğunca verimli bir şekilde kullanıldığından, emin olmak için farklı bileşenlerine (kırmızı kan hücreleri, beyaz kan hücreleri, trombositler ve plazma olarak) ayrılır. çünkü hasta bir birey sadece bir kan bileşenine ihtiyaç da duyabilir. kan, her şey gibi, bir son kullanma tarihine sahiptir. ne kadar hızlı kullanılması gerektiği kanın kısımlarına ve bölümlerine bağlıdır. kırmızı kan hücreleri yaklaşık altı hafta boyunca saklanabilir. fakat trombositler sadece birkaç gün kullanım süresine sahiptir, bu yüzden trombositlere sürekli ihtiyaç duyulur. plazma gibi diğer parçalar ise bir yıla kadar dondurulabilir. beyaz kan hücreleri ise genellikle bağışlardan filtrelenir. en az 3000 yıl öncesine dayanan “kan akıtma” yöntemi, geçmişte birçok yaygın hastalık için popüler bir tedavi yöntemi olarak tercih ediliyordu. hatta birçok kan akıtma vakasında, bir seferde beş ila on mililitre kan tüketebilen sülükler kullanıldı. hemoglobin nedeniyle insan kanı kırmızıdır. ancak tüm hayvanlar kırmızı kan rengine sahip değildir. örneğin buz balıklarının oldukça berrak ve şeffaf bir kanı vardır. bir tür skink (bir kertenkele türü) yeşil kana sahiptir. yerfıstığı kurdu da mor kana ve birçok böcek türü de sarı kana sahiptir.

    kan ile ilgili az bilinen 7 gerçek!
    ??: https://evrimagaci.org/…li-az-bilinen-7-gercek-8762
    @evrimagaci
    ios: https://dar.vin/eaapple
    android: https://dar.vin/eaandroid
12470 entry daha
hesabın var mı? giriş yap