• geçmişten bazı korkunç tıbbi aletler. ilk gördüğümde şaşırsam da, bugün ile kıyasladığımda tıp dünyasında ne kadar ilerlemiş olduğumuzu anladım.

    17.yüzyıl pirinç veya 18. yüzyıl fildişi lavman şırıngalarından, 20. yüzyılın cam ve paslanmaz çeliklerine kadar, modern tek kullanımlık versiyonlarımızdan çok daha uzun süre dayanacak şekilde yapılmış.

    bilimin ilerlemesi tıptaki ilerlemeler ve bunu uygulamak için kullanılan araçlar tarafından en iyi şekilde tarif edilmiştir.
    işte benim favorilerimden birkaçının listesi.

    17.yüzyıl fransız pirinç şırınga görsel

    18.yüzyıl sri lanka fildişi lavman şırınga
    görsel

    19.yüzyıl piston ve rezervuar ile japon lavman şırınga görsel

    sonra, aşağıdaki 16. yüzyıl araçları gibi cerrahi aletler var. sağdakiler arasında çift bıçaklı bir bıçak, ok kafasını çıkarmak için bir forseps ve bir kurşun çıkarıcı bulunmakta görsel

    1980'lerden mrı tarayıcılarıyla birlikte kullanılan ve kafatası açılmadan beynin araştırılması için kullanılan “jedi” kaskları. “jedi” kelimesi, çocukların çok fazla karışıklık olmadan giymelerini sağlamak için kullanıldı. görsel

    1890'dan itibaren pirinç bilek bağlantılarına sahip bu steampunk çelik el ve önkol görsel

    ve son olarak biraz rahatsız edici, model göze ne dersiniz.. görsel
  • yunanca'dan gelen anarşi kelimesinin atinalı yüksek memurlar olan arkonların seçiminin engellenmesi anlamına gelmesi.

    evet ufku iki katına çıkarmaz ama güzel bilgi bence. *
  • malûm, abd'nin siyahî vatandaşları yine bir ırkçılığa maruz kaldılar ve ayaklandılar. aslında özellikle abd'de ve avrupa'da çok yakın tarihe kadar siyahîlere karşı yapılan ırkçılık gayet normaldi.

    ben ise bu bağlamda başka bir konudan,
    mustafa kemal atatürk'ü bugün hâlâ minnetle anan afrika kökenli türkiye cumhuriyeti vatandaşlarından bahsedeceğim.

    nâm-ı diğer afro türkler hakkında;

    osmanlı devleti yıkılıp türkiye cumhuriyeti kurulduğunda tarih kitaplarımızda pek konu edilmeyen bir meselemiz daha vardı: afrikalı köleler!

    bugün afro türkler dediğimiz ve özellikle ege bölgesi'nde yaşayan siyahî vatandaşlarımızın atalarının neredeyse hepsi bir zamanlar köle olarak bulunuyorlardı bu topraklarda.

    birinci cihan harbi ve millî mücadele döneminde bu vatan için çarpışan siyahîler olduğunu da biliyoruz ki onlardan en tanınanı zenci musa'dır. kuşçubaşı eşref ile birlikte balkanlardan arap topraklarına değin bir yığın görevde başarı sağlamışlardır.
    hani günümüzde özellikle sosyal medyada paylaşılan bazı görsellerde ve yazılarda memleketemizde saat satan siyahîlerle ilgili " bu vatana ihanet ettikleri hiç görülmemiştir " denir ya o misaldir işte.
    belki bilmeyenler vardır; halifelik henüz kaldırılmamışken osmanlı padişahının cihat çağrısına araplar dahi sırt çevirmişken tâ madagaskar'dan gönüllü gençler gelip türkler ile aynı safta savaşmışlardır.

    osmanlı diplomatları ingilizler tarafından güney afrika'da tutuklandıklarında bu ülkede çıkan ilk isyanlardan biri istanbul'un işgaline karşı olan ayaklanmalardır. aynı dönemde istanbul'daki şeyhülislam ve rıza tevfik, refik halit gibi bazı kimseler, istanbul'un ingilizlerin himayesine bırakılmasını, anadolu'daki kuvâ-yi milliye hareketlerinin son bulmasını istemekteydiler.

    elbette mustafa kemal de tüm bu olup bitenlerin farkındadır. nitekim türkiye cumhuriyeti de siyahî vatandaşlarını sahipsiz bırakmaz. topkapı sarayı'nda köle olarak bulunan siyahîlerden çoğu memur yapılır ve yine burada çalışmaya devam ederler.

    daha sonra her biri türk vatandaşı kimliği kazanır bu kölelerin. tabii artık köle değillerdir. hatta soyadları dahi vardır. neredeyse hepsine " zenci " soyadı verilmiştir. şimdi ayıp mı bilmem ama o zamanlar zenci tabiri hiçbir hakaret maksadı taşımamaktadır.

    evlenmeleri de artık serbest hâle gelince aile kurup bu topraklarda yaşamaya devam ederler. hatta içlerinden kimileri iş kurarak gayet zenginleşmişlerdir.

    1923'ten 2020'ye geldiğimiz bunca zamanda türkiye cumhuriyeti topraklarında asla sistematik bir ırkçılığa maruz kalmayan siyahî dostlarımız da hem biz türklere hem de gazi mustafa kemal atatürk'e olan sevgi ve saygılarını her daim göstermektedirler.

    bugün, afrika'da nice avrupalının mezarı yerle bir edilmişken milli mücadele kahramanı bir aile olan efendizâdeler, güney afrika halkı ve tarihi için en az bizler kadar önemli konumdadırlar ve ailenin vefat etmiş kimselerinin mezarları büyük bir özenle korunmaktadır.
  • kibar feyzo filminde maho ağa’nın “ula şurda 141 142 başsınız, hepinizi ben besliyorum’ repliği 765 sayılı türk ceza kanununun (o dönemin) 141 ve 142. maddelerine bir göndermedir.

    madde 141/1. fıkra: sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususta yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler hakkında ölüm cezası hükmolunur.

    madde 142/1. fıkra: sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmek veya devlet siyasi ve hukuki nizamlarını topyekun yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
  • avrupalıları yoğurt ile nasıl tanıştırdığımız hakkında;

    yoğurt, 11. yüzyıl eserlerinden dîvânü lugati't türk ve kutadgu bilig'de bir türk yemeği olarak adı geçen ve tam olarak günümüzdeki gibi anlatılan bir besindir. asırlardır türklerin bu besini tükettikleri belirtilir.

    elbette osmanlı imparatorluğu döneminde de fazlaca tüketilmeye devam edilir.
    kanunî sultan süleyman döneminde fransa ile ilişkiler genel olarak dostâne biçimde ilerlemektedir politika gereği.

    1537 yılında fransa kralı birinci françois ateşli bir ishale yakalanır. bu dönemde fransa'da çeşitli alanlarda bilgi toplamak üzere bulunan osmanlı hekimleri, âlimleri, tercümanları vs. bulunmaktadır.

    fransız sarayında kimse kralın derdine çare olamayınca orada bulunan türk hekimlerden yardım istenir.

    ülkemizdeki kaynakların çoğunda bu hekimlerin kanunî sultan süleyman'a gelen bir mektup sonrası istanbul'dan paris'e gönderildiği söylenmekteyse de bu bilgi yanlıştır. o vakte kadar kral çoktan ölmüş olurdu. ayrıca dünya gıda ansiklopedisi gibi kaynaklarda da hekimlerin fransa'ya varmak üzere iken kralın adamları tarafından karşılandıkları ve derhal saraya götürüldükleri söylenir. yani türk hekimlerin o vakitlerde orada bulunuyor olması tamamen fransuva'nın şansıdır.

    fransız sarayındaki türk hekimler zaten görmeye alışkın oldukları bu hastalığın teşhisini koyup tedavisine de o zamana kadar avrupa saraylarında hiç görülmemiş bir ilaç ile yani yoğurt ile başlarlar.
    evet, kral iyileştikten sonra fransızlar bu besini ilaç olarak kaydedeceklerdir.

    tabii kısa süre içerisinde yayılır yoğurdun ünü tüm fransa'da ve dolayısıyla avrupa'da.

    20. yüzyıla kadar avrupa'da yoğurt denildiğinde akla sadece bir türk gıdası gelir iken 1905'te bulgar bilim adamı grigorov'un yoğurtta bulunan ve lactobacillus bulgaricus adı verilen bakteriyi keşfetmesi üzerine " bulgar sütü " olarak da anılmaya başlanır yoğurt.

    bir sürü gıdada olduğu üzere yoğurt konusunda da türkiye ve bazı ülkeler arasında patent tartışmaları yaşanmaktadır. türkiye, türk yoğurdu olmayan diğer çeşitlerin " yoğurt " ismi ile satılmaması için çeşitli başvurularda dahi bulunmuştur.

    ayrıca okumak isteyenler için:

    coca cola'nın osmanlı'ya ilk ve tek kez gelişinin hikâyesi
  • psikolojik savaşı seven hitler savaş araçlarının her zaman korkunç ve etkili olmasını ister ve bu yüzden nazi silahlarının yırtıcı hayvan gibi ses çıkartmasını sağlayan mekanik sistemler geliştirir.
  • iki katına çıkarmasa da, bir aydınlanma yarattığı doğrudur;

    tarihi kaynaklarda habeşistan olarak anlatılan yer, günümüz etiyopyası imiş...

    kaynak
  • böyle bir şey yok ya
  • sonsuzluğun sezgilerimize ters gelen bir durumundan daha öncesinde burada bahsetmiştim. (bkz: #103213071) şimdi de buna benzer bir şeyden bahsedeceğim lakin bu sefer sonsuz kümelerden değil ama bildiğimiz iki boyutlu bir nesneden bahsedeceğim.

    nesnemizin adı (bkz: gebrail's horn) ya da türkçe ismiyle 'cebrail'in borusu'. cebrail'in boynuzu şöyle gözüken bir nesne:

    cebrail'in borusu

    bu nesnenin ucu bucağı yok, gittikçe küçülüyor ama daima devam ediyor. biraz matematik bilenler için bu şekil xy kartezyen koordinat düzleminde y=1/x grafiğinin x=1'den x=sonsuza kadar ki eğrinin x ekseni etrafında bir tur döndürülmesi sonucu oluşan iki boyutlu bir nesnedir.

    bu nesnenin ilginç özelliği şu: çok basit bir integral hesabı ile gösterebilirsiniz ki bu nesnenin yüzey alanı sonsuz iken sınırladığı hacim ise sonludur.

    "eee ne var ki bunda? matematikte hep böyle şeyler olmuyor mu zaten?"

    aslına bakarsanız epey bir şey var. daha iyi anlamanız açısından şöyle düşünebilirsiniz.

    elinizde bir futbol topu olsun. bu topun yüzeyinin tamamını bir boya ile boyadığınızı düşünün. işte bu topun yüzeyini boyamanız için gereken boya miktarı bir nevi size topun yüzey alanını söylüyor. şimdi de bu topun içinin boş olduğunu ve topun üstünden bir delik açıp içini tamamen boyayla doldurduğunuzu hayal edin. bunun için gereken boya miktarı da size topun hacmini söylüyor.

    bu örneği göz önünde bulundurduğumuzda matematik bize şunu söylüyor: cebrail'in boynuzunu tamamen boyayla doldurabilirsin ama boynuzun yüzeyini boyayamazsın çünkü boynuzun içini komple boyayla doldurmak demek sonlu hacmine karşılık gelirken boynuzun yüzeyini boyamak ise sonsuz yüzey alanına.

    elimizde içini doldurabildiğimiz ama boyayamadığımız bir nesne var. günlük hayatta karşılaştığımız nesneleri düşününce böyle bir nesne sezgilerimize çok ters görünür. ancak bu boynuz sandığınızdan çok daha sezgileriniz ile çelişiyor.

    az önce bahsettiğim top örneğine dönün. sezgisel olarak düşününce bu topun hacmi topun merkezinden başlayıp topun sınırına kadar git gide büyüyen sonsuz tane küçük topun yüzey alanları ile aynı şeye tekabül ediyor. tıpkı üç boyutlu insan vücudu iki boyutlu sonsuz dilimlerin toplamı olması gibi, bunu canladırabilmeniz için iki görsel atıyorum.

    insan vücudunun kabaca iki boyutlu olarak dilimlenmiş hali
    bu da videosu

    aynı şekilde cebrail'in boynuzunu boyayla doldurmak demek yarıçapı gittikçe küçülen sonsuz tane boynuzun yüzey alanlarını doldurmak demek. ancak cebrail'in boynuzunu doldurmak için bir kutu boya yeterli iken bu sonsuz boynuzlardan sadece birinin bile yüzeyini boyamak için dağlar, dünya hatta evren dolusu boya getirseniz bile asla boyanız yetmez.

    literatürde bu (bkz: painter's paradox) olarak geçiyor yani türkçesi ile 'boyacının paradoksu'. bu paradoksa verilebilecek en makul cevap bu tarz sonu olmayan gittikçe küçülen nesnelerin gerçek hayattaki varlığını reddetmek gibi duruyor. ilkokuldan beri bildiğimiz ve bize makul gelen küre, kutu, kare, silindir vs. gibi nesnelerin alanını ve hacmini veren matematik iş böyle kendini bilmez uç bucak tanımayan nesnelere gelince çok ilginç şeyler söyleyebiliyor.
  • kırkpınar yağlı güreşlerinin ilk siyahi başpehlivanı olan mustafa yıldız

    akhisarlı arap mustafa
    arap mustafa lakabıyla tanınan mustafa yıldız, 1943 yılında daha önce arabistan’dan gelen atalarının yerleştiği; akhisar’ın sazoba köyü’nde doğdu.
    yaşıtlarına göre oldukça kuvvetli olan yıldız, gençliğinin ilk yıllarında güreş sporuyla ilgilenmeye başladı ve aldığı başarılı sonuçlar sonrası rızkını köydaşları gibi toprakta değil, er meydanında aramaya karar verdi. bir süre sonra gözünü kırkpınar’a diken genç güreşçi, 19 yaşındayken kırkpınar meydanı’na çıktı ve aynı yıl(1962) deste orta boy kategorisinde birinci geldi.
    1967 yılından itibaren başpehlivanlık unvanı için yarışmaya başlayan yıldız, ilk yılında kırkpınar yağlı güreşleri’nin en centilmen güreşçisi seçildi. 1969 yılında gelen altıncılıktan bir sene sonra hakemlerin güreş sırasında aleyhinde verdiği karara yaptığı itirazı biraz abartınca kırkpınar’a ebedi girmeme cezası aldı.
    daha sonraki yıl cezası kaldırılan ve 1972’de tekrar kırkpınar meydanı’na girmesine izin verilen yıldız, eskisinden daha da güçlü dönerek rakiplerini bir bir devirdi ve tahminlerin ötesine geçerek finale çıkmayı başardı.
    finaldeki rakibi önceki yılların başaltı şampiyonlarından turgut kılıç’tı. başpehlivanlık için yarıştığı ilk yılda erkenden elenen kılıç, ikinci yılında finale çıkmayı başararak büyük bir sürprize imza atmıştı.
    çetin geçmesi düşünülen final müsabakası yalnızca 34 dakikada sürdü. mustafa yıldız, turgut kılıç’ı tel örgülerin üzerinden fırlatıp atarak müsabakayı kazandı ve baş pehlivan oldu.
    bu sonuçla birlikte, kırkpınar’da başpehlivanlık kazanan ilk siyahi güreşçi olma unvanını da almış oldu.
    akhisarlı başpehlivan, her kırkpınar şampiyonu gibi diğer şehirlerde düzenlenen yağlı güreş şenliklerinde büyük bir ilgiyle karşılanmaya başladı. buralarda kazandığı birinciliklerle ününe ün katan mustafa yıldız, 1975 yılında edirne belediyesi ile pehlivanlar arasında yaşanan anlaşmazlık sonucunda kırkpınar’dan üç sene uzaklaştırma cezası aldı.
    ancak daha sonra affedilen yıldız, 1976 yılında bir kez daha finale çıktı. aydın demir’le karşılaştığı final müsabakası sırasında kolunun sakatlanması üzerine karşılaşmadan çekilerek ikinciliğe razı oldu.
    1978 yılında beşinci olarak iddialı konumunu koruyan başarılı güreşçi, aynı yıl bir arkadaşıyla girdiği münakaşanın kavgaya dönüşmesi sonucu beş kez karnından bıçaklandı. hastaneye kaldırılan ve durumu oldukça kritik olan yıldız, yaşamasına dair umutların azlığına rağmen hayatta kalmayı başardı. artık güreş kariyerine son vermesi beklense de o iyileştikten sonra güreşmeye devam etti.
    her ne kadar güreşmeye yeniden başlasa da eski günlerine dönmesinin zor olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değildi. ancak başpehlivan, 1981 yılında yeniden kırkpınar’da finale çıkmayı başararak çevresindeki herkesi şaşırttı. o günleri daha sonra, “yakınlarım ve köylülerim bana inanmadı…” diye anlatacaktı.
    finalde rakibi daha önce üçü üst üste olmak üzere toplam dört kez başpehlivan olmayı başarmış aydın demir’di. oldukça zorlu geçen final müsabakası 1 saat 25 dakika sonunda havanın kararması nedeniyle sonraki güne ertelendi. ertesi gün olaylı başlayan ve olaylı şekilde sona eren iki saatlik mücadele neticesinde mustafa yıldız yeniden başpehlivan oldu.
    görsel
hesabın var mı? giriş yap