• five dollars day ile ilgili çok fazla olumlu geri dönüş ve mesaj aldım. herkese çok teşekkür ederim. mesajların büyük bir kısmı haklı olarak "tamam, henry ford bunları yaptı ama nasıl?" sorusunu soruyordu.

    henry ford'un başarısı aslında bütün bir ülkenin siyasi ve iktisadi başarısıdır. nasıl oldu da birleşik devletler "büyük savaş" öncesinde avrupa'dan sadece bir nebze üstünken savaş sonunda tartışmasız süper güç haline geldi? bunun askeri, sosyolojik ve coğrafi birçok sebebi var. ben olaya iktisadi ve siyasi yönden yaklaşacağım.

    büyük savaş sonrasında abd dünyanın en büyük ekonomik gücüydü. milli gelir 1914'te 33 milyar dolardan 1918'de 61 milyar dolara yükseldi. sanayi de büyük bir gelişme göstererek birçok sektörde dünya ölçeğinde ön plana çıktı. 1917'de çıkarılan demir cevheri 75 milyon ton, kömür de 555 milyon tondu. 1920'de 60 milyon ton petrol çıkarıldı ki bu dünya o yıl bu miktar dünya üretiminin üçte ikisiydi. elektrik üretimi tüm avrupa'nın üretimine eşitti. 1920'de 40 milyon ton çelik üretildi ki bu miktar da dünya üretiminin yarıdan fazlasıydı. bunun yanında amerikan deniz ticaret filosu ingiliz filosunun önüne geçemese de, amerika rakiplerinin ihtiyaçlarından ve handikaplarından yararlanarak ticareti 1920'de rekor düzeye çıkardı: 5 milyon dolardan fazla ithalat, 8 milyon dolar ihracat. amerika'nın dış yatırımları 1919'da ingiltere'nin yarısı düzeyinde kalsa bile* *, altın stokları 1921'de 2,5 milyar dolar, müttefiklere açtığı savaş kredileri de 12 milyar dolardı.

    diğer yandan, abd'nin müdahalesi savaşın sonucu belirleyen en önemli faktördü. başka wilson'ın* barış konferansı'na katılması ve konferansta oynadığı rol, abd'yi tam anlamıyla bir süper güç haline getirdi. fakat, 1918 seçimlerinde cumhuriyetçi parti, temsilciler meclisi'nde çoğunluğu elde etti* ve 1920'de bir cumhuriyetçi olan w. g. harding başkan seçildi. wilson'ın demokrat ve uluslararası dayanışma ideallerine karşı harding milliyetçi inançları ön plana çıkardı. kendisi şöyle demiştir: "ben, amerika'mızda ödevimizin ne olduğunu tayin edecek bir uluslararası güçler konseyinin yararsız olduğu inancındayım. isterseniz buna milliyetçi egoizm diyebilirsiniz. ama bu benim için bir ulusal tutkudur. önce amerika'yı koruyunuz, önce amerika'yı yüceltiniz."

    abd, böylece yabancı mallara koruma uygulamasına* başladı ve göçmenlerden oluşan bir ülke artık göçmenlere karşıydı.* her ne kadar birçoğu daha o dönemde uluslararasılaşmaya başlasa bile amerikan bankaları ne uluslararası ödeme araçlarını sağlamaya istekliydi ne de denetleyecek güce sahipti. 1920'lerde amerikan ekonomisinin büyümesi kendi kaynakları ve kendi pazarı üzerine kurulmuştu.

    amerikan kapitalizmi emperyalizmdi. savaş sonunda kanada, ingiliz kapitalizminden kopunca amerikan nüfuz alanına girdi. 1904-1914 arasında ingiltere'de tahvile yatırılan miktar abd'den 8 kat fazlayken, 1921-1930 arasında abd'de tahvile yatırılan para ingiltere'nin 20 katıydı. zira, amerikan sermayesinin başlıca yatırım alanı artık kontrol ve müdahale etmesi kolay ve amerika'yı zorlayacak bir savaş riski bulunmayan kanada ve latin amerika'ydı. abd müdahalesi ve hakimiyeti dolar diplomasisi ya da açıkça "sopa politikası" latin amerika'ya yönelmişti. paravan olarak da "amerika amerikalılarındır" sloganı kullanılıyordu.

    amerika'nın beynelmilel durumundan şimdi iç durumuna dönelim.

    1920'li yıllar abd'nin tanık olduğu büyüleyici refah yıllarıydı. ve asıl bedeli ödeyenler ise işçi sınıfıydı. savaş boyunca amerikan işçilerinin sayısı artarak 10 milyondan 1920'de 13 milyona çıktı ve 1930'da 14 milyona ulaştı. 1913-1919 arasında reel ücretler düştü. her ne kadar sekiz saatlik iş günü ilkesi gündemdeyse bile genel bir uygulamaya geçilmemişti. iş örgütlenmesi, çalışma temposunun yoğunlaşması, yorgunluk, zaman kazanmak için riske girme ve tabi iş kazaları: 1920'lerin başında her yıl 20 bini ölümle sonuçlanan 2 milyon iş kazası oluyordu.

    savaş öncesinde amerikan işçi sınıfı büyük kapitalist ülkeler içinde en örgütsüzüydü ve şimdi sistematik bir saldırıya maruz kalıyordu. 1919'daki madenci grevi federal bir emirle ezilmişti. adalet bakanı m. palmer 1920'de sendikacılara, sosyalist ve "anarşist" miltanlara karşı saldırıya geçti. mahkeme kararları, özellikle de yüksek yargı kararları zaten sınırlı olan sosyal yasaların (çocuk işçiler, hamilelerin çalışması, iş saatleri, tazminat hakları vb.) uygulanmasını engelledi. şirket yönetimleri tarafından yönlendirilen sarı sendikalar giderek çoğalıyordu. 1927'de birkaç on büyük şirketin oluşturduğu sarı sendikaların 1.4 milyon "üyesi" vardı. aynı zamanda "yumuşak" önlemler de gündemdeydi: işçilerin şirket ortağı yapılması (bir milyondan fazla işçi hisse senedi sahibiydi), koruyucu önlemler (konut, eiğitim programları, sağlık yardımları, başı ve sonu belli olmayan "tatil" uygulaması). bütün bunlar işçi hareketlerinin gerilediğinin göstergesiydi. afl* üye sayısı 1920'de 4 milyondan, 1929'da 3 milyona ve 1932'de 2.5 milyona düştü.

    işte böyle bir ortamda patronla işin bilimsel örgütlenmesini* ve üretim bandı sistemini* hayata geçiriyorlardı. bu sistemleri uygulamaya koyan firmalar ise şöyleydi: bethlehem steel* ve republic steel'in devreye girmesiyle üretim payı %50'ye düşen us steel, otomotiv sektöründe ford, general motors ve chrysler, elektrik sektöründe general electric ve westinghouse, kimya endüstrisinde du pont, "savaş" endüstrisinde ise allied chemical and dye ve union carbide and carbon. 1929'da 1245 füzyon oldu. böylece 1930 yılına gelindiğinde bankalar hariç en büyük 200 şirket tüm amerikan servetinin %70'ini kontrol ediyordu ve tüm bu şirketler sadece 3000 kişi tarafından yönetiliyordu. ayrıca chase national bank, national city bank ve guaranty trust co bankacılık sektörüne hakimdi.

    bütün bu sanayi devleri tarihte ilk defa üretimin rasyonalizasyonunu devreye sokuyorlardı. 1914'te toplam 9 milyon beygir gücünde olmak üzere elektrikle çalışan makinelerin oranı %30'du. 1929'daysa elektrik enerjisi oranı %70'e ve 35 milyon beygir gücüne ulaşmıştı. bu güç artışını ürünlerin standartlaşması izledi. örneğin 1900 yılında 55000 çeşit elektrik lambası varken bu sayı 1923'te 342'ye düştü. işin sırrı bir kavramda saklıydı: zincirleme üretim ya da üretim bandı. bu yöntem ilk defa chicago armours mezbahalarında uygulandı. domuz kadavraları yürüyen bir bant üzerinde hareket ediyor ve her bir parça bant başında bekleyen işçilerin önünde duruyordu.

    fordizimle devreye sokulan sadece işin örgütlenmesinden ibaret değildi. aynı sistem içinde yeni bir kapitalist üretim modelinin uygulanması da söz konusuydu. five dollars day diye adlandırılan işçi sınıfının bazı mensupları için yüksek ücretler, rasyonalizasyon ve kitle üretimi sayesinde verimliliğin kayda değer artışı. işçi sınıfının gelir düzeyinin artmasıyla yaşam koşulları orta katmana yaklaşıyordu. henry ford'un başını çektiği bu uygulama tüm "büyük" şirketlerde yaygınlaştı ve abd işçi sınıfı işe orta sınıf arasında bir sınıf çatışması dönemine girmiş oldu.

    ford şöyle diyor: "her işçi bir aletin başında ve bir yeri tutuyor ve kesinlikle bacakları hareket etmiyor zir yürümek kazanç getiren bir hareket değil dolayısıyla parçalar bir bant üzerinde otomatik olarak hareket ediyor ve her işçi 2-3 işlemi gerçekleştiriyor. highland park fırınlarında kalıpçıların ve dökümcülerin %95'i en aptal insanın bile 2 günde öğrenebileceği tek bir işte uzmanlaşıyorlar."

    1926'da ford fabrikalarında çalışanların eğitim süreleri yapacakları işe göre değişse bile maksimum 1 haftaydı. çalışma bandı, yapılan içi maksimum seviyede parçalayıp her işçiyi çalışma temposuna uymaya zorlayarak verimliliği önemli ölçüde arttırıyordu. tek işçi tarafından yapıldığında manyetik direksiyonun montajı için 25 dakika gerekirken, bir hareketli bant ve her biri sadece bir parçada sorumlu 29 işçi önce 13 dakikaya iniyor, bandı hızı arttırılarak önce 7 dakika ve 1929'da ise 4 dakikaya inmiştir. ancak her işçi her 10 saniyede ve 8 saat süreyle aynı hareketi tekrar etmek zorundaydı ki önünden geçen onlarca manyetik direksiyonun montajı aksamasın ve üretimde problem olmasın.

    kaynaklar:

    l. robbins - la grande depression 1929 - 1934

    john kenneth galbraith - the great crash 1929

    johan akerman - structures et cycles économiques

    jorge niosi - the canadıan bourgeoısıe : towards a synthetıcal approach

    kanti singhthe great depression and agragian economy

    john a. hobson, ımperıalısm: a study
  • tam iki katına çıkarmasa da...
    bahşiş bırakma olayı (bkz: abd)'de kölelikten hemen sonra özgürleşen siyahilere maaş vermemek için başlamış.
    japon'lar ise haysiyet kırıcı bulduklarından bahşiş kabul etmiyorlarmış.

    not: abd'nin bazı önde gelen lokantaları fiyatlarını artırıp bahşişleri kaldırmaya başlamış.

    kaynak: hürriyet pazar s.12 - vedat milor yazısı.

    edit: imla.
  • evrende düzen olmadığını iddia etmek büyük bir cehalet ve basiretsizliktir.

    edit: buraya bir açıklama hasıl oldu, algılanabilir evren 17 temel parçacığın 4 temel kuvvet ile etkileşiminden ibarettir. kuralları olan sistematik bir yapıda tabi ki düzen vardır. fizik, kimya, biyoloji, ekosistem, astronomi bunların hepsi bu 17 temel parçacık ve 4 temel kuvvetin kurrallarıyla işleyen kendi içinde ve bir üst ve alt katmanlarıyla da kurallara bağlı düzenli ilişkileri olan seviyelerdir.

    her neyse ufkumu iki katından da fazla çıkaran şeylerden biri ise, evrenin homojen bir emd okyanusu olması ve kesişen dalga tepeciklerinin temel parçacıkları oluşturması. ve bunun her an ışık hızında olması.

    yine bir başka ilginç husus da mitolojik tanrıların işaret ettiği özellikler, platonun ideaları, felsefedeki töz ve tümel kavramları ile esmaül hüsna'nın aynı gerçeğin farklı kemal düzeylerinden ifadeleri olması. yani hepsi de diyorlar ki, varlık belli sayıdaki özelliğin kombinasyonlarından oluşur. bütünlük teşkil eden her birim, bu özelliklerin farklı oranlardaki karışımlarından müteşekkildir. islamın farkı ise bu özelliklerin tek bir varlığın özellikleri olduğunu ve insanın bu özelliklerin tümüne sahip olup, bunları ahenge kavuşturarak o'nu temsil etmesi gerektiğini söylemesi.
  • sümerler'in ne kadar gelişmiş bir medeniyet olduğu:

    yazı’nın, ‘gelişmiş matematiğin’, ‘gök bilimi’nin, ‘burç’ların, ‘modern tarım’ın ve daha sayamayacağım birçok yeniliğin kaynağı olan bu uygarlıkla, büyük tufanlar ve ardından yaşanan şiddetli savaşlarla doğu’da hindistan’a, batı’da akdeniz ve kıbrıs’a, kuzey’de asya’nın batısına ve güney’de mısır ve etiyopya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılan yaklaşık 35 şehir devleti kurulmuş ve m.ö. 4000 - m.ö. 2000 yılları arasında, günümüzde ‘sümerler’ adıyla genelleyebileceğimiz bir uygarlık, şu an dünyada yaşayan herkesin yaşamını etkileyecek bir medeniyet seviyesine ulaşmıştır
  • topa kafa vurusunda beyin hucrelerinin olmemesi
  • milliyetçilik ve dahi korporatizmin karşı kültür haline gelmiş olması, sistemdeki çürümenin bugünlerde o derece içinden çıkılmaz hale gelmesi.
  • yüzüklerin efendisinin hobbitten daha gerçekçi görünmesi!

    ekşi sözlük ahalisi olarak neredeyse hepimiz 6 filmi de izledik. hatta büyük bir çoğunluğumuz birden fazla kez izledi. peki 2001-2003 yılında yayınlanan (ki post-production aşaması 2000 yılında bitmiştir diye tahmin ediyorum) yüzüklerin efendisi filmleri nasıl oluyor da görsel açıdan kendisinden 12 yıl sonra gelen halefinden daha güzel ve gerçekçi görünüyor?

    muhtemelen çoğumuzun farkettiği bu durumu biraz internette araştırdım ve siz romalıların ilgisini çekeceğini düşündüğüm bazı bilgilere ulaştım. afiyetle yiyiniz*

    yazıda görsel efekt sektörünün içinden kişilerin söyledikleri, artı ilgili fan yorumları ve gazete haberlerini harmanlayıp araya kendi yorumlarımı ekledim (bu arada konuyla ilgili doyurucu yorumların olduğu ilgili reddit sayfalarından birine buradan ulaşabilirsiniz):

    ilk üçlemedeki görsel efektler yaratılırken hem maket, hem de mat tablolama kullanılıyor, bunun üzerine cgi efektleri giydiriliyordu (ki sektörde çalışanlar genelde bunun en iyi teknik olduğunu söylüyor). yani görüntünün son halinde, maket, tablolama ve cgi efektleri birbiri içinde yedirilmiş bir şekilde izleyiciye sunuluyor, bu sayede çok büyük ölçekteki mekanlar ve planlar daha gerçekçi bir şekilde sunulabiliyordu. ayrıca bu teknik sayesinde, maketin çekimi gerçek bir kamera ile yapıldığı için kamera hareketleri de gerçeğe bağlı kalıyordu. hobbit filmi ise tamamıyla cgi olduğu için hiçbir şekilde bu türden kısıtlamalara maruz kalmayan peter jackson, resmen çıldırıp, aşırı derecede gerçeklikten uzak sahneler çekmeye başladı. hatırlayın mesela, cüceler fıçıların içinde kaçarken, legolasın nehirdeki hareketleri. bunun gibi legolas ve tauriel'in bir sürü sahnesi var ve hepsi full cgi. şimdi diyebilirsiniz legolas yüzüklerin efendisinde de bu türden hareketler yapıyordu. evet, yapıyordu ama onda hareketler (birkaç istisna hariç) gerçekten yapılıyordu, cgi değil. alın bir örnek. dolayısıyla full cgi kullanımı peter jackson'ın gerçekdışı kamera hareketleri kullanmasına ve gerçekdışı hatta sürreal sayılabilecek ortamlar yaratmasına neden oldu. bütün bunlar da hobbit izlerken, yüzüklerin efendisini izlerken buram buram hissettiğimiz o gerçeklik hissini almamıza engel oldu.

    ikinci sebep ise filmin dijital 48 fps ve 4k olarak çekilmesi. bu kadar yüksek fps ve çözünürlükte çekim yaparsanız yapılan makyajlar ve kullanılan maketler o kadar net görünüyor ki biz her şeyin maket ve makyaj olduğunu anlayabiliyoruz... film bu yüzden maalesef o gerçeklik lezzetini veremiyor (yüzüklerin efendisini izlerken bu kadar net izleyemiyorduk, demek ki göz görmeyince gönül de katlanıyormuş*). ayrıca konuyla ilgili bir başka teknik sebep ise kullanılan renk paleti. neredeyse tüm film boyunca yeşil ve sarı tonların ağırlıklı olduğu bir palet kullanılmış ve bu da maalesef cüceleri plastik, çoğu gerçek sahneyi de cgi gibi göstermiş. evet haklarını yemeyelim, bu filmde de gerçekten inşa edilen sahneler ve maketler var. örneğin dale bunların en büyüklerinden birisi, adamlar gerçekten dale'ı inşa etmiş neredeyse. ama gelin görün ki ilk filmin başında fall of erebor sahnelerinde böyle görünüyor.

    ayrıca makyajların bırakılıp yerine full cgi orklar kullanmak da filmin gerçekçiliğine darbe vuran en büyük etmenlerden. alın bu yüzüklerin efendisindeki lurtz (hani şu boromir'i öldüren abi), bu da hobbitteki azog(thorin'in belalısı). siz karar verin.

    bir de filmlerin 3d çekilmesi mevzusu var. 3d çekimler, yapımcıların forced perspective denilen tekniği kullanamamalarına neden olmuş. örneğin bu teknik fellowship of the ring'in başında frodo'nun, hobbiton'a gelen gandalfı karşılaması sahnesinde ustaca kullanılmıştı (çekim tekniği burada, çekilen sahne ise burada). dolayısıyla gandalf ve cücelerin beraber görüldüğü sahneleri iki defa çekmek zorunda kalmışlar. birisinde cüceler var, diğerinde sadece gandalf. hatta öyle ki gandalf'ı oynayan saygıdeğer üstadımız sir ian mckellen uzunca bir süre gerçek oyuncularla değil de yeşil perde önünde sadece cüce maketleriyle birlikte oynamak zorunda kalmış. bu durum üstadı o kadar çok yıpratmış ki bir gün çekimler bittiğinde sir, mikrofonların açık olduğunu unutup ağlamaya başlamış. "ben böyle bir şey için oyunculuğu seçmedim." diyerek, bu türden yeni jenerasyon oyunculuğu "beceremediğini" dolayısıyla ciddi ciddi oyunculuğu tümden bırakmayı düşündüğünü söylüyor. haberin detayları burada. tabi tüm ekip gidip teselli etmiş üstadı da olay tatlıya bağlanmış.

    yazımızı, hobbit filmini neden beğenmediğini oldukça sade bir şekilde açıklayan bir başka üstadın sözleriyle noktalayalım. yüzüklerin efendisi serisinde aragorn'u oynayan aktör viggo mortensen'e göre bunun en büyük nedeni cgi efektlerinin filmin omurgasını ele geçirmiş olması. ingiltere'nin telegraph gazetesine verdiği bir mülakatta konuyla ilgili şunları söylemiş* (mülakatın tam hali):

    "peter* teknoloji konusunda her zaman bir geekti. her zaman yeni teknikler uygulamayı severdi, fakat bir noktadan sonra teknoloji uçup gitti. peter ise hiçbir zaman önceden uygulamış olduğu tekniklere geri dönüp bakmazdı. yüzüklerin efendisi üçlemesindeki en favori filmimin fellowship of the ring olması da bu yüzden. filmde kullanılan görsel efektler daha ölçülüydü ve diğer filmlere göre daha planlı bir şekilde organize edilmişti. evet, ilk filmde de rivendell ve mordor vardı, fakat bunu bir şekilde organikleştirmeyi başarmışlardı, gerçek aktörler, gerçekten de birbirleriyle rol yapıyorlardı, maketlere değil. manzaralar gerçekti ve bu açıdan cesur bir filmdi.

    ikinci film* efekt açısından şişmeye başlamıştı bile, üçüncü filmde* ise her yerde özel efektler göze batıyordu. ilk filmde ustaca yapılandırılmış her şey, ikinci ve üçüncü filmlerde gitgide kaybolmuştu.

    ve şimdi hobbit'e bakıyorum... söylediğim her şeyi 10'un kuvveti olarak alabilirsiniz.

    ama bana kalırsa, peter bu kadar çok teknoloji kullandığı için bence her şeye rağmen mutlu."
  • taşan sıvının üstüne üstüne üflendiginde taşmaması.

    kahve, süt, çorba gibi taşım anında altı kısılsa da taşmaya devam eden şeylerin, üstündeki sıcak havayı dağıttığımızda puf diye söndükleri tecrübe edilmiştir. *
  • güneş sistemimizin de içinde bulunduğu samanyolu'nun bir ucundan bir fener yaksanız fenerden çıkan ışığın samanyolu'nun diğer ucuna gitmesi yaklaşık 100.000 ışık yılı (1,000,000,000,000,000,000 km) sürer!!! şu an en hızlı aracımız voyager ile bu yolu 1,700,000,000 yılda gidebiliyoruz!!!

    ayrıca samanyolu'nun boyutunu dünya boyutunuda indirgersek dünyamızın bir cd büyüklüğüne eşit olmaktadır!!

    (bkz: ışık hızı)

    (bkz: ışık yılı)

    (bkz: allahım aklıma mukayyet ol)

    edit: ufkunuzu biraz daha genişleteyim. bu aklımızı alan samanyolu'nun büyüklüğünden öte;

    evrende 100 milyardan fazla bu samanyolu benzeri galaksi var v bizim samanyolumuz diğerleri ile karşılaştırıldığında orta boylu bir galaksi!!!
  • eski sevgilimi aldatmışım,ben de yeni öğrendim,ufkum iki değil yirmi katına çıktı. *
hesabın var mı? giriş yap