• icimizden biri olan inspector gadget'imizin zorlu dusmani doktor pençe'nin yüzü.
  • bilinmeyen şeyler değil bunlar, ufku kaç katına çıkarır bilinmez ama ara sıra bazı şeyleri hatırlamak, hatırlatmak, tarihe not düşmek gerek, devlet denen boktan aygıtın nasıl işlediğini unutmamak adına.

    ''1957 yılında reklamcı ve piyasa araştırmacısı james vicary , picnic adlı 1955 yapımı filmin bir kopyasına 3 bin saniyede bir perdeye yansıyacak şekilde ‘patlamış mısır ye!’ ve ‘kola iç!’ mesajlarını yerleştirdiğini, böylece sinema salonu büfesindeki satışları artırmayı başardığını iddia etti.

    vicary’nin yaptığını söylediği deneyde ulaşmaya çalıştığı şeye ‘eşikötesi algı’ deniyor: bakanların görüp algılayacağı ama algıladığını fark etmeyeceği görsel-işitsel uyaranlarla izleyicileri yönlendirmek. deneyi gerçekten yapıp yapmadığı bugün bile kesin şekilde bilinmiyor ama vicary’nin açıklamaları o kadar büyük yankı uyandırdı ki, cıa bu konuda çalışmalar yapmaya başladı -zamanaşımı nedeniyle üzerindeki gizlilik kalktığı için kamuya açılan 1958 tarihli bir raporu cıa’in resmi sitesinde bulabilirsiniz: the operational potential of subliminal perception (eşikötesi algının kullanım potansiyeli)*

    kitleleri görsel ve işitsel oyunlarla farkına varmadıkları bir algı sürecine sokup düşünce ve davranışlarını belirlemenin ne kadar ahlaksızca bir girişim olduğu bugün artık tartışılmıyor bile. hatta eşikötesi algı yöntemleri uluslararası halkla ilişkiler derneği’nin (ıpra) ünlü atina yasası’nın (ıpra uluslararası ahlak yasası) son maddesinde şöyle tanımlanarak yasaklanıyor: “ve bireylerde kontrol edemeyecekleri ve sorumlu tutulamayacakları bilinçaltı güdüleri geliştirecek aldatıcı yöntem ve tekniklere başvurmaktan sakınacaklardır.”

    bu çalışmaların toplumsal düzeyde karar mekanizmalarını ne kadar belirlediği konusunda bilimsel veri yok, yapıldığını biliyoruz ama etkisini bilmiyoruz. fakat şu bir gerçek: ister gerçek deneyler olsun ister kurmaca, ister vicary’ninki gibi meşhur olsun ister gizli bir hükümet operasyonu, bu tür girişimlerin bir tekinde bile hümanist mesajlarla karşılaşmayız çünkü bu çalışmaların hedefi insanları iktidarın hedef ve çıkarlarına uygun biçimde yönlendirmektir.

    eşikötesi algı açıkça bir iktidar aygıtıdır. bunun somut örneklerinden biri 1960’lı yıllarda abd televizyonlarının kapanış sırasında yayımladığı milli marş filmiydi. fonda, marş eşliğinde abraham lincoln heykeli, jefferson anıtı, özgürlük anıtı, new york silueti gibi abd’nin sembolü olmuş görüntüler akarken altyazıyla marşın sözleri ekranda beliriyordu. buraya kadar her şey normal, ama filmi kare kare durdurarak izlediğinizde marşın bir dizesi gidip diğeri gelirken araya bambaşka sözcükler sıkıştırıldığını görebiliyorsunuz -youtube’da ‘1960s us national anthem’ yazarak bulabilirsiniz.

    https://www.youtube.com/watch?v=x1g9ncfgrfw (ben bulup koydum sizler için)

    “söyle, görebiliyor musun seherin ilk ışıklarında / alacakaranlıkta gururla selamladığımız bayrağımızı?” şeklinde başlayan marşın ikinci dizesinden itibaren, yazılar kaybolurken altta şu mesajlar hızla geçiyor: trust the government (hükümete güven), god is real god is watching (tanrı gerçek, tanrı gözetliyor), believe in govt god (hükümet ve tanrıya inan), rebellion is not tolerated (isyana asla göz yumulmayacak), trust the us government (birleşik devletler hükümetine güven), god is real (tanrı gerçek), believe in government god (hükümet ve tanrıya inan), rebellion is not tolerated (isyana asla göz yumulmayacak), obey consume obey consume (itaat et, tüket, itaat et, tüket), buy believe (satın al, inan), worship consume believe (tap, tüket, inan), do not question government god (hükümet ve tanrıyı sorgulama)...

    abd halkının özellikle 1970lerdeki ‘sağa kayma’sında eşikötesi algı oyunlarının etkisi var mıdır, bugün seçmenlerin trump karşısındaki tutumunu belirlemek için böyle şeyler yapılmakta mıdır bilemiyoruz tabii, ama bu mesajlara bakınca insanın aklına kuşku düşmüyor değil.

    lakin şimdi beni asıl düşündüren kendi ülkemin içler acısı durumu… acaba 1950lerden bu yana türkiye’de yaşanan sıkıntıların ne kadarında eşiğimizin ötesi berisi kurcalanmıştır? bir halkın bu kadar doğa düşmanı, çocuk düşmanı, gençlik düşmanı, kadın düşmanı, değişim düşmanı, farklılık düşmanı, düşünce düşmanı, bilim düşmanı, demokrasi düşmanı olabilmesi bilinçdışıyla oynamaya gerek kalmadan sağlanabilir mi?

    daha fenası, sağlanabiliyorsa o halk hakkında ne düşünmek gerekir?

    *https://www.cia.gov/…2no2/html/v02i2a07p_0001.htm''

    uğur kutay

    http://www.birgun.net/…berisinde-ne-var-133416.html
  • ampul kelimesinin latincede sürahi anlamına gelmesi. baktığımız zaman sürahiler de bir nebze şu anki ampullere benziyor. dolayısıyla yazarken tekrar aydınlandım.
  • sene 1949'da wisconsin üniversitende görev yapan harry f. harlow ve arkadaşları, insanları motive eden üçüncü bir güdü keşfediyorlar.

    sekiz adet rhesus türü maymunu 2 haftalık deney için bir araya getiren harlow ve arkadaşları, maymunlar için mekanik bir bulmaca hazırlıyorlar. bu bulmacanın çözülmesi için de 2 haftalık bir süre veriyorlar. garip bir şekilde maymunlar, bulmacayı iki haftalık süreden çok daha az bir sürede çözüyorlar.

    bulmacaların kısa sürede çözülüyor olması harlow ve arkadaşlarına çok garip geliyor. çünkü motivasyon için birinci güdü olan ihtiyacı gidermek güdüsü bulmacanın hiçbir yerinde devreye girmiyor. bulmacayı çözen maymunlar, bulmacayı çözerek ne susuzluğunu gideriyorlar, ne cinsel olarak tatmin oluyorlar ne de başka bir şey.

    motivasyon için ikinci güdü olan ödül sistemi de uygulanmıyor. iş tam olarak burada garipleşiyor işte. harlow ve arkadaşları, bulmacayı daha çabuk çözeceklerini düşündükleri bir sistem uygulamaya çalışıyorlar. bu sisteme göre, maymunlar bulmacayı çözdüklerinde ödül olarak yiyecek alacaklar. fakat harlow ve arkadaşları bu sistemi uyguladıklarında, garip bir şekilde maymunların bulmacaya olan ilgilerinin azaldığını keşfediyor. bu sistem uygulandığında, maymunlar bulmacayı çok daha geç bitiriyorlar ve daha fazla hata yapıyorlar.

    harlow ve arkadaşlarının keşfi oldukça şaşırtıyor ve dünyada üçüncü bir motivasyon kaynağı olduğunu keşfediyorlar. fakat o dönemde bilim dünyası çok karışık olduğu için, ilk başta buldukları bu keşfi bilim dünyasına kabul ettirmeye çalışsalar da sonradan pes ederek aşk üzerine araştırmalar yapmaya başlıyorlar.

    daha sonra 1969 yılında edward deci isimli bir psikoloji öğrencisi, bu deneyden yola çıkarak insanı motive eden üçüncü güdüyü keşfediyor. fakat bu da başka bir günün konusu. şimdilik bu kadar.

    edit: bu entry'nin devamı için (bkz: #63765142)
  • bu entry (bkz: #63762318) numaralı entrynin devamıdır. kusura bakmayın, bilgisayar sahibi olmadığım için mobil'den yazması oldukça zor oldu. anca bilgisayar bulabildim, şimdi devamını getiriyorum.

    1969 yılında edward deci isimli carnegie mellon üniversitesinde psikoloji bölümünün son sınıfında okuyan bir öğrencinin bitirme tezi yazması gerekiyordu. harlow'un peşinden gitmeye karar veren edward deci, farklı bir bulmaca ile bu deneyi insanlar üzerinde yapmak istiyordu. bu isteği onu soma küpü kullanmaya itti.

    deci, deneyini "erkek ve kız öğrenciler grubu" ve "kontrol grubu" olmak üzere 2 grup olarak planladı. her iki grubun üyeleri de 3 gün boyunca, günde birer saatlik seanslara katılacaklardı.

    seanslar odalarında masalar bulunmaktaydı. masaların üzerindeyse o zamanın günlük gazeteleri ve playboy dergisi, soma küpleriyle çizilmiş bulmaca konfigürasyonları ve 7 adet soma küpü bulunmaktaydı. her insan, masanın başına oturuyordu ve edward deci gelip onlara talimatları açıklayarak zaman tutuyordu.

    ilk seanslarda herkes, soma parçalarını önlerinde bulunan küplere göre birleştirmek zorundaydı.

    ikinci seanstaysa insanlar aynı şeyleri farklı çizimlerle yapacaklardı. fakat edward deci, ikinci seans için "erkek ve kız öğrenciler grubu"nda bulunan insanlara yapabildikleri her şekil için bir dolar vereceğini söylemişti. kontrol grubu ise aynı şeyleri farklı çizimlerle yapacak fakat karşılığında hiçbir şey almayacaklardı.

    üçüncü seans geldiğindeyse her iki gruba da yeni çizimler verildi. fakat bu seferki farklılık şuydu: edward deci, bu sefer "erkek ve kız öğrenciler grubu"na da para verilmeyeceğini söyledi. yani her şey ilk seanstaki gibi, herkesin hiçbir şey elde edemeyeceği şekle döndü.

    burayı tam olarak anlamayanlar için şöyle bir özet geçmek isterim: her seansta yeni bir "soma küpü" çizimi veriliyor. toplam 3 adet seans var.

    1. seansta ilk gruba para verilmiyor. ikinci gruba da verilmiyor.
    2. seansta ilk gruba para veriliyor. ikinci gruba verilmiyor.
    3. seansta ilk gruba "para bitti" denilip para verilmiyor. ikinci gruba yine verilmiyor.

    peki edward deci bu deneyde hangi sonuçları çıkardı? şöyle ki deney ile ilgili henüz anlatmadığım bir şey var. edward deci, denekler şekillerin 3'te 2'sini çizdikten sonra deneyi durduruyor ve deneklere "şekilleri yapma sürelerinizi bilgisayara geçireceğim ve 4. şekilleri ona göre çıkaracağım" diyordu. sene 1969 diyorum, yani o zamanlar edward deci'nin bilgisayara gitmek için yan odaya gitmesi gayet normaldi. fakat deci, aslında hemen yan odada bulunan ve aynayla kapatılmış yere gidiyor, aynanın arkasından 8 dakika boyunca insanların tepkilerini izliyordu. acaba insanlar ne yapacaktı? playboy dergilerine mi odaklanacak, bulmacayı çözmeye mi odaklanacak ya da boşboş oturacaklar mıydı? deci bunun cevabını merak ediyordu.

    izlemenin sonuçları şöyleydi:

    1. seans sonunda deci, tahmin ettiği gibi iki grubun davranışlarında da pek bir farklılık görememişti. çünkü iki gruba da aynı şeyler verilmiş ve hiçbir şey vaat edilmemişti. deci, iki grubun üyelerinin de ortalama 4 dakika bulmacalarla uğraştığını ve ilgi çekici bulduklarını görmüştü.

    2. seans sonucundaysa yine her şey tahmin ettiği gibi olmuştu. para vaat ettiği ilk "erkek ve kız öğrenciler grubu", bulmacaya daha fazla ilgi göstermişlerdi. ilk grup, deci odadan çıktıktan sonra bulmacayla daha fazla ilgilenmişler, belki de fazladan bi kaç dolar alabilirim diye antrenman yapmaya başlamışlardı. ikinci grup olan "kontrol grubu"ndaysa herhangi bir değişiklik yoktu. aslında bu gayet normaldi. bu, şu an bildiğimiz motivasyonun bir örneği; parasını verirsen, daha çok uğraşırım. çünkü bir ödülüm var.

    deci'yi en çok şaşırtan şey 3. seansta yakaladığı izlenimlerdi. hatırlarsanız deci, 3. seansta ilk gruba "ödeme yapılamayacağını, paranın bittiğini" söylemişti. durum böyle olunca ilk grup, bulmacaya olan ilgisini tamamen kaybetmişti. bulmaca üzerinde sadece 2 dakika durdular. (-ki bu süreç, 2. seansın sonunda ortalama 5 dakikaydı) aslında burası da gayet normaldi. deci'yi en çok şaşırtan şey, ikinci grubun hareketleriydi. istatistiksel olarak ikinci grup, ilk iki seansa göre bulmacalara daha fazla odaklanmış, daha fazla çözme isteği kazanmışlardı.

    oysaki bunun böyle olmaması gerekiyordu çünkü b grubu için hiçbir şey değişmemişti. ilk 2 seansta ne aldıysalar -ki hiçbi şey alamadılar-, üçüncü seansta da aynısını almışlardı.

    deci, yaptığı bu deney ile harlow'un deneyini doğrulamış olmuştu. motivasyon denilen şey aslında, bilinen kanunların tam tersi şeklinde de ilerleyebiliyordu.

    bilim insanları, insanları neyin harekete geçireceğini bildiklerini zannediyorlardı. insanlara para verirseydiniz, daha çok çalışırlardı. yüzleri gülerdi. hızları artardı falan fişman. fakat deci, bunun tam tersi bir şeyi ispatlamış ve insanları harekete geçiren başka şeyler olduğunu da keşfetmişti.

    deci deneyin sonucunda şöyle demişti: "insanların yenilik ve mücadele konusu arama, becerilerini uygulama ve geliştirme, keşfetme ve öğrenme yetenekleri doğuştan gelir." fakat bu üçüncü güdü, oldukça nadir görülüyordu ve çalışması için doğru ortama ihtiyacı vardı.

    peki bunca şeyi anlattıktan sonra, bu üçüncü güdünün şu an nerede olduğunu görebilir miyiz? evet, bunu görmek çok basit.

    aslında ekşi sözlük'te bir şeyler paylaşmak bile bu üçüncü güdünün ürünü. burada bunu yazarken beni motive eden şey, kanzuk'un bana para ödeyecek olması değil. benim kazandığım bir şey yok. aksine, zaman da kaybediyorum fakat bunu yazmak için içten gelen bir güdüye sahibim.

    peki başka? evet, başka örnekler de verebilirim. okuduğum kitapta bu olayı şöyle açıklıyordu: "sene 1995'te size, bundan 15 sene sonra microsoft'un bir ansiklopedi oluşturacağını söyleseydim... ve aynı zamanda, sadece insanların oluşturduğu ve yazarların hiçbir şey kazanmadığı bir ansiklopedi oluşturacağını söyleseydim hangisinin var olabileceğine inanırdınız? microsoft, kütüphanesini kurdu ve sene 2009'da kapatmak zorunda kaldı. sadece insanların katkılarıyla oluşan wikipedia ise hala ayakta."

    peki bir başka daha? evet, örnek verebilirim. bugün çoğu internet sitesinde kullanılan neredeyse bütün açık kaynaklı kodlar, yukarıda bahsettiğim güdünün bir sonucudur. dünyanın dört bir tarafından insanların yardımcı olduğu ve hiç kimsenin bir şey kazanmadığı linux, bu güdünün ürünüdür. mozilla firefox ve daha bir çok şey, bu güdünün bir ürünüdür.

    umarım anlatabilmişimdir. iyi günler dilerim.

    ekleme: iki parçayı birleştirerek https://medium.com/…ivasyon-a61c5e660e3d#.5ovfil4xf adresinde paylaştım. medium blogumu da takibe alırsanız şüphesiz ki sevinirim. *
  • kritik ve analitik yapma
  • öncelikle daha önce yazılmış mı diye epey aradım ama bulamadım. yazıldıysa uyarırsanız entry silebilirim. yazacaklarım (bkz: incognito) adlı kitaptan alıntıdır.

    " nasıl biri olacağınızla ilgili ihtimaller bile çocukluğunuzdan çok öncesine, varoluş anınıza dayanır. insan davranışlarında genlerin önemli olmadığı düşüncesindeyseniz, şu inanılması güç gerçeği bir düşünün: eğer belirli bir gen grubuna sahipseniz, bir şiddet suçu işlemeniz olasılığı yüzde sekiz yüz seksen iki oranında artar. abd adalet bakanlığı' nın bu konudaki istatistiklerini aşağıda 2 grup halinde verdim: bu özel gen grubunu taşıyanlar ve taşımayanlar tarafından işlenen suçlar. "

    (kitaptaki tabloyu aşağıdaki şekilde uyarlayabilirim.)

    "abd' de yılda işlenen şiddet suçlarının ortalama sayısı:

    suç
    ağır cezayı gerektiren saldırı: genleri taşıyanlar - 3.419.000 / taşımayanlar- 435.000

    adam öldürme: taşıyanlar- 14.196/ taşımayanlar- 1.468

    silahlı soygun: taşıyanlar- 2.051.000/ taşımayanlar- 157.000

    cinsel saldırı: taşıyanlar- 442.000/ taşımayanlar- 10.000

    özetle bu genleri taşıyorsanız, ağır saldırı suçu işleme olasılığınız diğerlerine göre sekiz kat, cinayet işleme olasılığınız on kat, silahlı soygun yapma olasılığınız on üç kat ve cinsel saldırı suçu işleme olasılığınız da kırk dört kat fazladır.

    insan popülasyonunun yarısı bu genlere sahipken diğer yarısının sahip olmaması, ilk grubu, diğeriyle kıyaslanamayacak ölçüde tehlikeli kılar. mahkumların endişe verici ölçüde büyük bir çoğunluğu, ölüm cezası alanlarınsa % 98,4' ü bu genleri taşımaktadır. geni taşıyanların farklı bir davranış türüne güçlü bir eğilim gösterdiği yeterince açıktır ve tek başına bu istatistikler bile, güdüler ve davranışlar bakımından herkesin masaya eşit koşullarda oturduğunu varsayamayacağımızı gösterir.

    ....."

    bu tehlikeli gen grubunun adı topluca y kromozomudur ve eğer siz de bir taşıyıcıysanız " erkek" olarak isimlendirilirsiniz.
  • açken ben ben değilim...
  • akü denen şey doldurulmuyomuş, yenisini alıyomuşuz. bugün sağolsun aküm zayıfladı ve aydınlandım.
  • (bkz: sesin yüzleri)
    (bkz: yabancı oyuncularla özdeşleşen dublaj sanatçıları)
    (bkz: dublajcısıyla bütünleşen ünlüler)

    dizilerde, filmlerde, reklamlarda, tv programlarında, hatta bazen de dışarıda duyduğunuz o sesler var ya, hani "ulan ben bu sesi bir yerden tanıyorum" veya "bu x kişisini seslendiren kişinin sesi değil mi" diye sorduğunuz. evet evet onların gerçekten de bir yüzü, bedeni var ve bazen oyuncuyla o kadar özleşirler ki gerçekte o sesin o kişiden çıktığına inanamazsınız. trt garip bir biçimde bunun programını yapmış ve youtube'da kazık gibi duruyor. bana da tanıyabileceğiniz ünlüleriyle birlikte düzenlemesi düşüyor.

    uğur taşdemir: woody harrelson, michael keaton
    sezai aydın: dustin hoffman, bill cosby, fred çakmaktaş
    zeynep özden ayyıldız: uma thurman, ice age'deki ellie
    müge oruçkaptan: wilma çakmaktaş, roket takımı'ndan jessie
    tülay bursa
    mazlum kiper: saruman, bay yengeç
    levent dönmez
    umut tabak: polat alemdar, christian bale, brad pitt
    murat şen: johnny depp
    berna başer: julia roberts, nicole kidman
    toprak sergen: ratatouille
    gülen karaman: nebahat çehre, angelina jolie
    sungun babacan: her yerden ama her yerden duymuş olabilirsiniz, ne kadar çok karakteri seslendirdiği hakkında hiçbir fikrim yok. en tanıdık gelen seslerden biri olduğuna eminim ama.
    birtanem coşkun candaner: keira knightley
    nüvit candaner
    nur subaşı: adventure time'daki ice king, şirin baba
    ali gül: karayip korsanları'ndan kaptan davy jones
    kerem koranbay: lol'deki ezreal
    fulya ergüneş
    aydoğan temel: robert downey jr ve sayısız bir sürü oyuncunun yanında başka bir sürü programda duyabileceğiniz seslerden biri daha
    günyol bakoğlu: yorumlarda da herkesin yazdığı üzere iron man serisindeki robert downey jr*
    barış özgenç

    tabii ki ülkemizin yetiştirdiği dublaj sanatçıları bu kadar değil, oyuncu olarak da tanıdıklarımız var lakin ben sadece sesin yüzleri programını konu aldım. yoksa haluk bilginer, hakan vanlı, yekta kopan, ayhan kahya, okan bayülgen, fatih özacun vs. diye uzayıp gidiyor liste. bu seslendirme işlerinde hakikaten aşmış bir konumdayız ister inanın ister inanmayın.

    edit: @nickiyle oynadan adam uyardı, linkler tazelendi. trt hepsini kendi himayesi altına almış. daha toplu olmuş.
hesabın var mı? giriş yap