• jelibon'nun amerikalıların türk lokumunu taklit etmeye çalışırken kazara buldukları bir şekerleme çeşidi olması.
  • selin kandiyoti'nin evrenin sırları başlıklı yazı dizisine şurdan ulaşabilirsiniz.

    burda da tüm yazıları var. umarım faydalı olur.
  • siz’ olma özelliğinizi kaybetmeden bedeninizin ne kadarını değiştirebilirsiniz?
    iç organlarınızın, kollarınızın ve bacaklarınızın, vücudunuzu (ve tabii sizi) oluşturan parçaların ne kadarı sizden ayrıldığında siz, artık siz olmazsınız?

    üstteki sorular mantıksız mı geliyor? o zaman okumaya devam. :)

    siz, ne kadar bedeninizsiniz?

    fiziksel olarak her canlı, aslında sadece ‘hücre’lerden oluşur. trilyonlarcasından. öyle ki; samanyolu galaksisini oluşturan yıldızların en az on katı kadar hücre, sadece bir insan bedenini oluşturmak için bir araya gelir. hücre dediğimiz şey de yaşayan bir canlıdır. 50.000 farklı proteinden oluşan, ‘canlı bir makine’. bu makinenin bir bilinci, iradesi ya da amacı yoktur ama bu, onu bir ‘birey’ olmaktan uzaklaştırmaz. hücreleriniz bir araya gelerek en basit anlamda yiyecek hazırlamak (tüketim ve sindirim), bunun için kaynak bulmak (avcılık ve üretime yönelmek) amacıyla kas ve düşünme gücü üreten devasa yapılar meydana getirirler.
    eğer hücrelerimizden bir miktarını alıp -uygun koşullarda- saklarsak, bir süre daha yaşamaya devam ederler. demek ki hücrelerimiz biz olmadan da yaşayabilir ama biz onlar olmadan yaşayamayız. yani, sizi oluşturan hücreler yoksa ‘siz’ diye bir şeyin varlığından söz edilemez.

    peki bir yığın hücrenizin, ‘siz’ olmayı bıraktığı bir nokta var mıdır? mesela organ bağışını düşünelim. milyarlarca hücreniz, siz yaşarken başka bir insanın bedenine giriyor ve orada yaşamaya devam ediyor. bu durum, sizin bir parçanızın başka bir insanın parçasına dönüşmesi midir, yoksa bu diğer insanın vücudu, sadece sizin bir parçanızı hayatta mı tutar?
    gelin, oldukça uçuk bir deney yaptığımızı düşünelim. bir makine yardımıyla, sizin ve yoldan geçen x kişisinin hücrelerini teker teker yer değiştirelim. vücudunuzda bulunan her bir hücreyi tek tek alalım ve anında yerine o x kişisinin hücrelerini yerleştirelim. bu verdiğiniz hücreler hangi noktada artık ‘siz’ olurlar? ya da gerçekten olurlar mı? veya bu deney, ışınlanmanın çok yavaş (ve iğrenç) bir yolu mudur?

    bu noktada olayları çok daha karmaşık bir hale sokacağım. varlığımızın statik ve kalıcı bir şey olmadığını biliyoruz. aynı şekilde hücrelerimiz de kalıcı değil. bilindiği kadarıyla her saniye 3 ila 5 milyon hücremizi kaybediyoruz. hem de her saniye. ölen hücreler de yerini yenilerine bırakıyor. yani -tahminen- 7 yıllık bir süre içinde vücudunuzda bulunan her bir hücre ölmüş, yerine yeni bir hücre gelmiş oluyor. tüm bu hücre yenilenmesi sırasında vücudumuz aynı şekilde kalmıyor. bebeklikten çocukluğa, ergenlikten yetişkinliğe ve yaşlılığa hepimiz sürekli değişiyoruz. yaşlanacak kadar şanslı olanlarımız ömrü boyunca yaklaşık olarak 1 katrilyon hücre değiştiriyor.
    istisnalar yok mu dersiniz? ‘kendimiz’ olarak saydığımız ama aslında anlık fotoğraf karelerinden oluşan benliğimizi ve bedenimizi oluşturan hücrelerden bazıları -bazı özel durumlarda- bozulur ve ölmeyi reddeder. vücudumuzun temel birliğini sorgular ve doğal döngüsünü bozar. biz böyle hücrelere ‘kanser’ diyoruz. kanser, dışarıdan gelen bir işgalci değildir. bedeninizin bir parçasının kendi hayatta kalışını sizinkinden önemli tutmasıdır. yani özetle -sert bir yaklaşım gibi görülebilir ama- kanser hücresini ‘bizi öldürmeye programlanmış bir katil’ gibi değil, sadece içimizde gelişip yaşamak isteyen bir varlık olarak görebiliriz. bu gelişim, bizi ölüme sürüklese bile.

    şimdi hızla konuyu farklı bir noktaya taşıyıp bir örnek vermek istiyorum. henrietta lacks. bu ismi belki hayatınız boyunca hiç duymadınız. gayet normal. fakat bu isme sahip olan kadının şu an dünyanın çeşitli ülkelerinde 20 tonluk bir hücre kütlesi olduğunu söylesem?

    henrietta, 4 kasım 1951’de kanserden ölen genç bir kadın. onu özel yapan ve yıllardır dünyanın her yerindeki laboratuvarlarda ‘yaşamasını’ sağlayan durumu ise, sıradan kanser hücrelerinden farklı olarak, laboratuvar ortamında dahi sadece birkaç gün yaşayabilen kanser hücrelerine değil, ölümsüz olan kanser hücrelerine sahip olması.

    nasıl yani? şimdi bu kadın ölümsüz mü?
    henrietta’nın (sonradan ‘hela cells’ olarak adlandırılan) kanserli hücreleri, laboratuvar koşullarına hazır olduğu için henrietta’yı öldürdükten sonra yaşamaya devam etti ve on yıllar boyunca yüzlerce kez çoğaltıldı. sayısız projede kullanıldı ve belki de binlerce kanser hastasına derman olacak çözümler üretilmesine önayak oldu. şu an bile hala hayatta olan bu hücreler, dünyanın birçok ülkesindeki kanser araştırma laboratuvarında bulunuyor ve toplam kütlelerinin 20 tonu aştığı tahmin ediliyor. yani şu an dünyanın çeşitli yerlerinde ‘ölü sayılan’ birinin canlı hücreleri var. peki, henrietta’nın ne kadarı bu hücrelerde?

    başa dönecek olursak, bir hücreyi ‘siz’ yapan nedir? belki her hücrenin içindeki genetik şifre? dna’nız? yakın zamana kadar bilim insanları, bir insan vücudundaki tüm hücrelerin aynı genetik kodu içerdiğini düşünüyordu. bir hücre sizin bedeninizdeyse, genetik kodu da sizinkiyle aynıdır. ya da şöyle söyleyeyim, sizi oluşturan hücrelerin dna’sı, sizinkidir. ama bunun yanlış olduğu ortaya çıktı. her canlının genomu ‘mobil’dir. yani zaman içinde mutasyon ve çevresel faktörlere bağlı olarak değişir. bu mutasyon özellikle beyinde daha baskın olarak görülür. yapılan araştırmalara göre yetişkin bir bireyin beynindeki tek bir nöronun genetik kodunda, etrafındaki hücrelerde bulunmayan binden fazla mutasyon vardır. peki, bir de böyle sorayım. bunların ne kadarı sizi ‘siz’ yapan dna?
    genomumuzun %8’i atalarımıza bulaşmış ve bizimle bütünleşmiş virüslerden oluşur. mesela hücrenin enerji kaynağı olarak tanıdığımız ‘mitokondri’, bundan çok uzun zaman önce (yaklaşık olarak 1.5 milyar yıl) yaşamış atalarımızın hücrelerine bulaşmış bir bakteriydi. bu milyar yıllık mitokondrilerin hâlâ kendi dna’ları vardır. ayrıca ortalama bir hücrede de bunların yüzlercesi bulunur. yani aslında insan olmayan ama ‘insan sayılan’ yüzlerce mitokondri bizim her hücremizde bulunmaktadır.

    şimdi konuyu genel hatlarıyla toparlayacak olursak, sürekli yenileriyle yer değiştiren trilyonlarca minik canlının bir araya gelmesiyle oluştuğumuzu biliyoruz. kendi başlarına ayrı, birleştiklerinde ayrı olarak sürekli hareket ve üretim halinde olan ve aynı zamanda birleşimleri ve koşulları sürekli değişen, yani aslında sadece kendi varlığını sürdüren, net sınırlara sahip olmayan, belli aşamalardan geçtikten sonra varlığının bilincine varmış ve zamanla kendisi ve çevresi hakkında düşünme yeteneği kazanmış ama aslında sadece tam olarak şu anda var olan bir şablon olabiliriz. bu olaylar zincirinin tam olarak neyle ve nasıl başladığını ise bilemiyoruz. biz ana rahmine düştüğümüzde mi? ya da ilk insan ortaya çıktığında mı? yoksa yaşam küçük gezegenimizi fethetmeye başladığında mı? belki de bizleri meydana getiren elementlerin asıl kaynağı olan yıldızlarda oluştuğu ilk andadır, kim bilir?
    beyinlerimiz ‘kesin olanlar’la karşılaşmak ve en net cevapları aramak için evrildi. gerçekliği oluşturan belirsiz sınırları anlamak (ve tabii anlatmak da :) ) zor. belki ‘başlangıç ve son’, ‘yaşam ve ölüm’, ‘sen ve ben’ gibi kavramlar mutlak değil, yalnızca bu tuhaf ve güzel evrende kaybolmuş bir modele ait fikirlerdir.

    şimdilik bu karmaşık yazının sonuna geldim. ama bu ‘aslında kim olduğumuz’ sorusu, yalnızca bizim fiziksel varlığımızla ilgili değil. aynı zamanda aklımızın da bir sorgulamasıdır. hücrelerimiz bizden bölünüp ayrılabileceği gibi hala kafatasımızın içindeyken, ‘beyinlerimiz’ bile birbirinden ayrılabilir. fakat bu paragrafta bahsettiğim konuyu farklı bir gün daha detaylıca irdelemek üzere, yazımı bitiriyorum. sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim. :)
  • (bkz: aşk) öğrenildiğinde ve yaşandığında ufku bi hayli ufuklara çıkarır. acısı ayrı olgunlaştırır yaşantısı ayrı, bütün uzuvlarının çalıştığını hissedersin. bi zamandan sonra mantıklı kararlar vermeye başlarsın, hep duygularının esiri olmamayı öğrenirsin.

    ekleme: aşık veysel de zamanında konuya şöyle bir yorum getirmiş
    "kavuşamazsın, aşk olur"

    2.ekleme: bugün bişey hissettim sanırım kavuşamayınca aşk olucak beklemedeyim. çünkü birşeyi kendim tecrübe etmeyince anlamıyorum.
  • gündüz kılınan namazların sessiz, gece kılınanların sesli kılınmasının sebebi.

    bilindiği üzere gündüz kılınan namazlarda hoca kıraatini sessiz yaparken; gece kılınan akşam, yatsı ve sabah namazlarında sesli yapar.

    bu bir sünnettir. peki niye sünnettir? bu konuda bazı görüşler:

    1) peygamberimiz zamanında mekkeli müşrikler gündüz bizimkilerin namaz kıldığını görünce şaklabanlık yapıp şaşırtmaya çalışırmış. bizimkiler de sessiz namaz kılmaya karar vermiş.

    2) namaz kılan cemaat gündüzleri rahat bir şekilde görülmektedir ama gece cemaat farkedilemez . tabi o zamanlar mescit de çok yok gerek de yok. o yüzden geceleri bir yerde namaz kılındığı bilinsin diye namaz sesli kılınırmış.

    3) yeryüzünde herşey allah'ın büyüklüğüne işaret eder. o yüzden gündüzleri onlara saygıdan sessiz, gece onların şanını yüceltmek için sesli kılınır.
  • sizde yüklü olanın üstü bir versiyon adobe illustrator dosyasını (.ai ve/veya .eps) kendi versiyonunuzda açabilmek için;

    1) bu dosyayı önce acrobat pro'da açın, (açınca, çalışmada sadece bir sürü yazı varmış gibi görünecektir, aldırış etmeyin)
    2) .pdf olarak kaydedin,
    3) şimdi bu pdf'i kendi illustrator'ınızda açmaya çalıştığınızda dosya çalışacaktır.

    edit: canabag uyardı, üst versiyon olan .ai/eps dosyasının uzantısını .pdf olarak değiştirip de açabiliyormuşsunuz.
  • kökenbilimsel bilgilere devam... diğerlerini başlıkta arama yaparsanız bulabilirsiniz.

    arapça ve türkçe ''iblis'' kelimesi; ''önüne (engel) atan'' anlamında eski yunanca ''diavolos'' tan gelmiş ve ingilizce'ye de ''devil'' şeklinde böyle geçmiş...
    yani, diller arasındaki ilişki yine gösterdi ki, ''insanlığın mânen gelişmesi yönünde engel olan'' her şey iblisten ve doğru her yerde doğru.
    doğru'nun özelliklerinden biri de bu: evrensellik. diğerleri: bölünemezlik ve süreklilik.
  • turşu ve thirsty kelimelerinin aynı kökenden gelmiş olması.

    turşu kelimesi farsça kökenli bir kelime turş "ekşi, tuzlu, ağız yakan" sözcüğünden kökenlidir.

    aynı zamanda iran'ın en eski dillerinden olan ve zerdüştlerin de dili olan avesta (zend) dilinde tarşna "kurumak, susamak" fiili ile eş kökenlidir. bu sözcük hintavrupa anadilinde her ne kadar yazılı örneği bulunmasa da trs ki anlamı kurumak olan kelime kökünden türetilmiştir.

    ayrıca murat bardakçı'nın iddiasına göre bu avesta (zend) dili şuanki zazaca ve pehlevice hatta kürtçe'nin de kökenlerini oluşturmaktadır.
  • bu entrynin konusu nazi almanyası yöneticileri. ve onların iq'ları.

    bu naziler tüm dünyayı titretti. hem de senelerce, açık açık yaptılar bunu. peki bunlar nasıl becerdi bunu. ya da abd açısından düşünelim bunu. bizi yıllarca tabiri caizse korkudan altımıza sıçtıracak bu adamların özellikleri neydi ? evet cesurlar ve çılgınlar ama onları üstün yapan ne ? çok mu zekiler ?
    evet soru bu. bu adamlar çok mu zeki ?

    abd 2. dünya savaşı sonrası yargılamalar başlarken bizi yıllarca siken bu adamlar çok mu zeki ki diye merak edip yargılamalarda çok ilginç bir yaklaşımda bulunmuşlar. bu da nazi yöneticilerini ıq testine sokmak. evet evet ıq testi. çok mantıklı geliyor bana, düşmanının ıq'suna bakmak, aferin lan diyorum buradan abd'ye.

    neyse kendisi aslen yahudi olan abd'li psikolog gustave gilbert yargılanma sürecinde nazi yöneticilerle beraber olmuş, yeri gelmiş dertleşmiş, tabi kendisinin yahudi asıllı olduğunu söylemeden. ilginç kısım sonradan yahudi olduğunu söylediğinde dertleşmeler devam etmiş, yöneticilerden kimse iletişimi kesmek istememiş ya da küçümsememiş. neyse bu dertleşmeler sırasında hepsine ıq testi yapmış psikoloğumuz. sonuçlar çarpıcı.

    hjalmar schacht yani nazi almanyası'nın ekonomi bakanının ıq'su 143. yani kendisi deha.

    hermann göring ki kendisi meşhur gestapo'nun kurucusudur, aynı zamanda yıllarca zamanının en güçlü filosunu oluşturacak olan ve avrupada terör estiren luftwaffe yani alman hava kuvvetlerini kurmuştur, kendisinin iq'su 138.

    arthur seyss-ınquart nazi almanyası reich bakanı iq'su 141.

    liste şöyle :

    1 hjalmar schacht 143
    2 arthur seyss-ınquart 141
    3 hermann goering 138
    4 karl doenitz 138
    5 franz von papen 134
    6 eric raeder 134
    7 dr. hans frank 130
    8 hans fritsche 130
    9 baldur von schirach 130
    10 joachim von ribbentrop 129
    11 wilhelm keitel 129
    12 albert speer 128
    13 alfred jodl 127
    14 alfred rosenberg 127
    15 constantin von neuran 125
    16 walther funk 124
    17 wilhelm frick 124
    18 rudolf hess 120

    hitler bombardıman sırasında öldüğü için ve hiç yargılanmadığı için ( şimdi cesedi bulunmadı belki kaçtı ölmedi edebiyatına hiç girmeyeceğim) o teste tabi tutulmadı ama tutulsaydı sonuç ne olurdu merak etmiyor değilim.

    kısacası bu adamlar dünyayı titretti, birden tüm dünyayı yönetmeye kalktılar ama boş adam değillerdi, iq ortalamaları yaklaşık olarak 130-135 civarı. öyle tesadüfi hareket eden çılgınlar değil, birer cani olan zeki adamlardı naziler, bu yüzden bu kadar yıkıcı oldular.
  • ınternete bağlı değilken gelen cevrimdisi yazısında çıkan dinazorcuga tıklayınca aniden kendinizi oyunun içinde buluvermenizdir. ben biraz önce öğrendim baya saskinim ya benim cehaletim ya da teknoloji çok ilerlemis azizim.

    bu da görseli
hesabın var mı? giriş yap