• diyebiliriz ki, fotoğraf çekmenin herhangi belirli günü veya saati yoktur; ama fotoğraf çekmek için bazı önerilen vakitler vardır. bakın bu öneriler:

    - dışarıda, gün ışığında fotoğraf çekmek en kolay yoldur.

    - sabahları güneş doğduktan biraz sonra ile öğleden biraz önceki saatler arası, öğleden sonra da saat 14 ile güneşin batışından iki saat öncesine kadar olan aralıklarda fotoğraf çekin.

    - dışarıda, gün ışığında resim çekileceği zaman güneş'i sol ya da sağ arkamıza almamız gerekir. bu yolla ışık, yan yukarıdan gelmesi sağlanır.

    - geneş'e karşı fotoğraf çekimi ise en zorudur. burada özen gösterilecek en önemli nokta, objektife doğrudan doğruya güneş ışığı girmemesini sağlamaktır. bunu, makinenin önünü güneş ışığından koruyarak yapabilirsiniz.

    mevsimlere göre de çekeceğimiz fotoğrafın kalitesi değişir. meselam:

    ışık bakımından bakarsak, sonbahar ve ilkbahar mevsimlerinde güneş ışıkları genellikle daha yumuşak olur. çünkü güneş ışığı bu mevsimlerde daha eğik açıyla gelmektedir. bu bakımdan fotoğraflarınız, ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde daha güzel görünür. yaz ve kış mevsimlerinde bunun aksi görülür. yazın güneş ışıkları dikey geldikleri için çok sert ve güçlüdür; bu yüzdendir.

    ayrıca, her mevsimin kendine özgü güzellikleri vardır. eğer mevsimlerin karakterini belirten fotoğraflar çekmek isterseniz; örneğin çiçekli bahçeler, yakından çekilmiş çiçekli dallar, yeni doğmuş kuzular ve papatyalar ilkbaharı anlatan tipik anlardır. buna karşılık olgun meyveler, sararmış başaklar ve plaj fotoğrafları yaz mevsimini; dökülen yapraklar, sürülen tarlalar sonbaharı; kar içerikli güzel resimler kışın tipik örneğidir.

    kardan kıştan bahsetmişken:

    kış mevsiminde fotoğraf çekerseniz, kağıt gibi bembeyaz bir fotoğraf çıkar ortaya. o güzelim damlar, kardaki izler ve kardan adamlarımız kaybolmuştur o beyazlığın içinde. ama öyle hemen üzülmeyin. bu durumdan kurtulmak için kar temalı fotoğraflar çekerken konunun içine ağaçlar, koyu renkli evler, bahçe duvarları, bir çit, oynayan afacan çocuklar gibi manzaranın lekesiz beyazlığını giderecek figürler koyun.

    bir başka zorluk: kapalı yerde fotoğraf çekmek. malum gün ışığında fotoğraf çekmek, kapalı yerlerde fotoğraf çekmekten daha zorludur. ama bu kapalı bir yerde fotoğraf çekemeyeceğimiz anlamına gelmez. birkaç tüyoyu aklımızda bulundursak, bu olumsuz durumu giderebiliriz, işte :

    - perdelerinizi açınız, çekeceğiniz modeli pencere yakınına getiriniz. ışığın sizin arkanızdan ve modelinize karşı gelmesini sağlayınız.

    - beyaz bir karton, çarşaf v.b kullanarak gölgeli yerlere ışık yansıtılabilir(reflektör).
  • yazmak hevesi olup da sabirsiz olan veya yarida birakan yazarlari havaya sokacak ve belki de onlara kaybettikleri ilhami kazanmalarini saglayacak bir hatirlatma;
    victor hugo, sefiller'i 17 yilda tamamladi.

    (bkz: les miserables)
  • duştan çıkarken ayakları soğuk su ile yıkamak
  • dondurmanın tarihi, m.ö. 4. yüzyıla dayanır. işte büyük küçük herkesin çok sevdiği dondurmanın hikâyesi:

    boğazına düşkünlüğü ile tanınan roma imparatoru neron, gladyatör dövüşlerini seyrederken, kendisine lezzetli yiyecekler sunan çeşni başlarını ödüllendirirmiş. çeşni başlarından biri, bir gün dağın zirvesinden topladığı karları bir kaba doldurmuş, üzerine bal ve çeşitli meyve parçaları dökerek, imparatora sunmuş. neron, o güne kadar hiç tatmadığı bu yiyeceği çok sevmiş. ertesi gün de köle ordusunu kar toplamaya göndermiş. karın üzerine bal ve ezilmiş meyve döktürerek, tarihin ilk dondurmasını hazırlatmış.

    dondurmanın tarih içinde tüm dünyaya yayılması da şöyledir:

    13. yüzyılda marco polo çinlilerin buz ve süt karışımını öğrenerek bu metodu avrupa’ya götürmüştür. zaman içinde buzlu tarifler ortaya çıkmış fransız ve italyan restoranlarında çok ünlenmiştir.

    1676 senesinde paris’te 250’ye yakın dondurmacı olduğu bilinir.

    1851’de jacob fussel, abd’de dondurma yapıp satmaya başlamıştır.

    değişik maddelerle hazırlanan dondurmanın italyanlara özel ‘semi-freddo’ adında bir çeşidi vardır. dondurma yapılırken karışım dondurulmadan önce içine kremalı bir bisküvi katılarak bu ünlü dondurma hazırlanır.

    1900’dan sonra soğutucu makinelerin geliştirilmesiyle dondurma daha da yaygınlaşmıştır. dondurmaya çıtır çıtır lezzet katan külah da ilk kez 1904’te missouri louis’de düzenlenen dünya fuarı’nda ortaya çıkmıştır.

    maraş dondurmasının öyküsü ise:

    halep’te suçlu konumunda olan hacı mehmet 1923 yılında maraş’a kaçar. burada bir dondurma dükkanı açıp, salepli dondurma yapmaya başlar. kendisinin farkında olmadığı bir gerçek vardır: aslında maraşlılar daha önce ne salepli dondurma yemişlerdir, ne de dondurma. ama bir kez deneyen hiçbir maraşlı dondurmadan vazgeçemez. hacı mehmet’in açtığı dondurma dükkanından kazandığı para da hiç fena sayılmaz hani. bunu göz önünde bulunduran kel ali de hacı mehmet’e defalarca kendisini çırak olarak yanına alması konusunda başvurur. ama dondurma ustası bu talebi ancak birkaç girişimden sonra kabul eder. birkaç yıl ikisi birlikte çalıştıktan sonraysa hacı mehmet, dondurmacı ali’yi bırakarak halep’e gider.
    maraş’ın dondurmacısı olarak kalan kel ali ise dondurma yapmayı sürdürür. evde yaptığı dondurmayı dükkanda satar. işte bu tarihten itibaren de maraş’ın ilk türk dondurma dükkanı olma unvanını alır. bu unvan kel ali’nin sahip olduğu tek unvan da değildir üstelik. belki tesadüfen, belki de bilinçli olarak, yaptığı dondurmayı dövme demirden yapılmış kaşıkla karıştırır. dövme demir kaşığın dondurmaya yaptığı etkiyse yiyenler tarafından pek beğenilir.
  • özellikle son dönemlerde kıyafetlerde, aksesuarlarda ve bunun gibi birçok şeyin içinde gördüğümüz "flamingo"ların ülkemizdeki adıyla "allı turna" olması.
  • oraj, çoğunlukla şimşek ve gök gürültüsü ile yağmur veya dolu eşliğinde görülen bir hava olayıdır. kümülonimbüs bulutlarının meydana getirdiği bu muhteşem doğa olayının gerçekleşmesi için yoğun kararsızlık, yüksek nem oranı ve çeşitli tetikliyici etkenler gerekmektedir.

    ilgili video ve görseller:
    1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13
  • anneanne evindeki 30 kiloluk beton yorganın mutlulukla ilişkisi.

    bilim adamlarının iddiasına göre ağır bir yorganla yatmak, yer çekiminin etkisiyle vücudun belli noktalarında baskı oluşturarak stres ve endişenin azalmasına yardımcı oluyor. ağırlığı dengelenmiş şekilde geliştirilen yorganlarla uyunduğunda, vücuttaki kortizol seviyeleri azalırken serotonin ve melatonin seviyeleri yükselerek sinir sistemi rahatlatılıyor. bu yorganlar sayesinde uyku problemlerinin azaltılması hedefleniyor.

    kaynak
  • başlıkta ara diye bir fonksiyon var diyecektim ama "eşek hoşaftan ne anlar".
  • bitkiler, hayvanlar ve insanlar, daha doğrusu canlı cansız tüm varlıkları içeren bir morfik alan bulunuyor. ve bu morfik alan sayesinde "şeyler" etkileşimde bulunabiliyor. konu hakkında detaylı bir video: bitkiler konuşur mu?
  • insan insanla savaşır mı hiç diye düşünürken "insan bir hayvanla savaşır mı"ya geldi kafamdaki sorular.
    evet savaşmış ve kaybetmiş.
    hem de uçmayı dahi beceremeyen bir kuşa, devekuşuna karşı kaybetmiş savaşı.
    gelin yine gündemden uzaklaşalım biraz, "banane lan hangi adam hangi bakan oldu" , "akşam gassaray elenir mi?", "ne olacak bu venezuellanın hali" boşverin. canı sıkılan okusun derim, o nedenle özet filan kasmayacağım.
    savaş demiştik.
    insanoğlu ve hayvanlar arasındaki bir savaş.
    "emu yani devekuşları ile yaşamayan onların verdiği zararı anlayamaz" demişti avustralya savunma bakanı george pearce. haksız da sayılmazdı hani, emular bir çok insanın hayatını zehir ediyordu bir zamanlar.
    30larda büyük buhran zamanı tarım ürünleri ile durumu kurtarmaya çalışan avustralya, bunda çok başarılı olamadı çünkü emular vardı bölgede.
    nasıl?
    öyle sevimli durduğuna bakmayın, büyük sürüler halinde göç eden emular(koşucu devekuşları da deniyor. bu özelliklerine ileride değineceğiz), bölgedeki ekinlere saldırıyor, büyük kısmını yiyor yemedikleri alanları ise bozuyor çitlerde büyük delikler açıyor böylece diğer vahşi hayvanlara kapı açılıyordu. yani resmen "siz yohken biz burdaydık ulen!" diyorlardı.
    çiftçiler baş edemedi emularla. bir çoğu bölgeden göç etti insanların.
    üstelik bu çiftçilerin tamamına yakını eski asker, savaş gazisi idi, düşünün emuların gücünü.
    şikayetler ve milyonlarca dolarlık zarardan sonra savunma bakanı emulara savaş ilan eder. makineli tüfeklere sahip birlikler gönderir. ha unutmadan ayrıca olayları filme çekmeleri için bir film ekibi de yollar, böylece savaşı ve zaferi propaganda olarak kullanacak, seçmenlerinin gözünde çiftçileri ve halkı kurtaran kahraman olacaktır.
    askerlerine emirlerinden birisi de zaferin bir anısı olarak 100 tane emu derisi getirmeleri ve savaşan askerlerin şapkalarına emu tüyleri takmaları ve bu gururu hep yaşamaları idi.
    kıtanın batısında savaş başlayınca doğudaki şehirlerde olaya isyanlar başladı. bunun bir hayvan katliamı olduğundan tutun daha neler. ancak kimseyi dinlemedi kahraman.
    ve savaş.
    doğudaki gazeteler "ne yapacağı belli olmayan tehlikeli bir düşman" olarak tanımlıyordu bu hayvancağızları.
    ama komutanlara göre tam tersiydi. emu lan bu!tüylü bir hayvan altı üstü. makineli tüfeklerle dakikada 300 mermi ile ne olduğunu anlamadan emular geberecekti. çok kolay lan!
    öyle olmadı.
    ilk taarruzda yüzlerce metre uzaktan yaylım ateşi açıldı emulara. aptallık!
    emular korkunca kaçmaya ve saatte 50km hızla sağa sola koşmaya başlayınca askerlerin herhangi bir hedefe ateş etmeyi bırak nişan almayua dahi fırsatları olmuyordu.
    ilk günün fiyaskosundan sonra bir yazar şöyle diyecekti "belli ki emu komutanı gerilla taktiğine geçmelerini emretmiş emulara"
    ordu yetkilileri ise aptal hayvan dedikleri emuların aslında biraz zeki olabileceğini kabul ettiler. av sezonu açılmıştı ve hayvanlar duruma adapte olmuşlardı çoktan.
    bir askerin raporuna göre " küçük gruplara böünen emularda her manganın bir lideri vardı. diğerleri ekinleri talan ederken o etrafı gözlüyor herhangi bir tehlike anında saniyeler içinde yüzlerce metre etrafa saçılıyorlardı"

    ikinci gün avustralyalı komutan öyle 400 metreden salak salak ateş açılmasını yasakladı ve sinsice yaklaşıp öyle ateş edilmesini emretti. 1000 kişilik bir düşman ordusuna yaklaştı avustralya askerleri ve emir gelince şarjörlerini boşaltana kadar durmaksızın ateş ettiler. mermiler bitince ve toz duman kalkınca 12 tane düşman leşi ile karşılaştı askerler. fiyasko!
    "tüyleri o kadar ince ki yaylım ateşinde vurduğunuzu sandığınız düşman koşarak ve sinir bozucu şekilde zıplaya zıplaya uzaklaşıyor bir nevi kurşun geçirmez tank gibiler yeminle" diyordu binbaşı bahane olarak.
    artık emular mı güçlüydü yoksa askerler mi salaktı bilemiyorum. lan bir de bu adamlar teee gelibolu'ya gelip bizle aşık atmaya kalktılar hey hat!
    bir asker raporunda diyordu ki :
    "emuları öldürmenin sadece 2 yolu var. tam kafasının arkasına ağızları kapalıyken ateş etmek veya eğer ağızları açıkken tam önden kafalarına ateş etmek. bunun ne kadar zor olduğunu düşünün" oha!
    binbaşı düşmanın çetinliğini görünce "üfffff varya bu emulara makineli tüfek monte edilse dünyada yenemeyeceğiniz ordu yok ellaham" demiştir. şaka değil harbiden demiş bunu. sizin de aklınıza şu geldi değil mi.
    3. gün ise ilk günlerin tecrübesi ile yeni bir taktik denendi. kamyonetların üzerine takılmış makineli bataryalarla emu sürülerini kovalayıp onlar kaçsa da peşinden gidip öldürmek. işe yaradı mı dersiniz?
    elbette hayır. araçların sesini duyan emular onlar yaklaşmaya kalktıkça koşarak uzaklaşıyor menzilden çıkıyorlardı. arazide araçlarla bu hayvanları takip etmek oldukça güçtü. takla atanı mı dersin, vazgeçip geri döneni mi dersin.
    sıkılmayan varsa devam edelim canlar.
    savaşın bu şekilde fiyaskoya dönüşmesi sonrası basın ciddi ciddi olaya eleştirilerini getirmeye başladı. gazeteler koca birliğin binlerce mermi harcamasına rağmen sadece 20 tane emu öldürebildiğini yazıyordu. gerçi binbaşı "lan yok ne alakası var? ben kendim 300 tane öldürdüm lan! vallla bak!" dese de insanlar "say ulan!" diyor ve daha çok basına inanıyorlardı.
    savaşın kaybedildiği anlaşılınca ilk emri veren savunma bakanı, asla makineli tüfeklerle gidin emuları öldürün demedim diyecektir ve askerlere çekilme emri verir.
    basında çıkan şakalı manşet şöyle idi :
    "savaş bitti ama henüz karşı taraf ile bir barış anlaşması imzalanmadı. düşman, işgal ettiği topraklardaki iddiasını sürdürüyor".
    gel de gülme.
    ama binbaşı çekilme emrine uymaz ve bir kaç adamı ile kıtanın batısında savaşını sürdürür. askerlerin geri çekilmesi ile meydanı boş bulan binlerce emu resmen bölgeyi talan eder. en sonunda binbaşı adamları ile geri döner.
    çiftçiler devamlı yardım istemektedirler ancak duyan olmaz artık onları.
    3 yıl sonra dev bir emu sürüsü sefere çıkmıştır. çiftçiler 2.bir emu savaşı talep eder ancak zaten yeterince utanmış hükumet pek oralı olmaz. zaten dünyada daşşak malzemesi olmuşlardır, bir tane daha fiyaskoyu kaldıracak durumda değillerdir. dokunsan ağlayacak haldedirler lan öyle böyle değil.
    savaş yerine "gagaya ödül sistemi" uygular. her bir ölü emu gagasına para verilir.
    ilk 2 ayda 13.000 emu öldürülür. ilk yıl sonunda 30.000 emu telef edilmiştir. insanoğlunun en büyük açlığını kullanmıştır devlet, para!
    50'lerde devlet o bölgeye 200 km uzunluğunda çit çekmiştir ve sorun hallolmuştur.

    bu da böyle bir anekdot işte.
    şaka gibi ama hepsi gerçek.
    neyse.
    maç kaçta akşam? ösftrojyunkg eler mi lan bizi yoksa?
    çalışma bakanı da mı kadınmış? iyiii iyii o da olumlu bence.
    chavez gitti ıssız acun kaldı venezuella.
    karşıya geçsem trafik olur mu? köprüdeki bakım bitmedi mi lan daha?!

    edit: entariyi daha yazarken bir mesaj aldım. konuyla alakalı sanki, tevafuk oldu.
    gediz deltası hepimizindir kampanyasına destek istedi bir yazar arkadaş.
    insanevladı akıllanmamış olacak ki flamingoların yaşam alanına laaaps diye viyadükler yapıyoruz sanırım.
    tüm canlılar doğaya uyum gösterirken insan doğayı kendisine uydurmaya çabalayan tek canlı.
    emuların tarafını tutan?
hesabın var mı? giriş yap