• çeşit çeşit olay geliyor insanın başına. öldürmek de öyle, hiç öldüresin yokken, öldürebiliyorsun, engelleyemiyorsun.

    yine böylesine hiç öldüresimin olmadığı bir gün, başımı kaşıyarak odama girdiğimde gördüm onu, yerimde oturmuş, hatta iyice yayılmış, beni beklemiş gibi durmaktaydı ve bir şeyler yemeye hazırlanıyordu.

    uzun zamandır lazanya yemediğim için gayet sıkkındım ve çatacak birini arıyordum; o da piyangosu oldu. biraz sadece durdum, öylece izledim, ne yapacak diye bekledim. hiç tınmadı, bu kadar tepkisiz olmamalıydı, en azından bana... kımıldamadı bile. sabahın seherinden beri içiyordum, ağzımı açtığım anda sarhoş olması gerekirdi, hafiften üfledim yüzüne doğru, farketmemiş gibi davrandı, belki, o da durum gereği benim yerimdeydi ve bana bulaşmak istemiyordu. bu umursamaz tavrı iyice morallerimi bozdu. aslında umursamaz olması gereken bendim, sarhoştum, hiç bir şeyi takmayacak kadar sarhoştum, ama yokmuşum gibi davrandı. ayağımı yere vurdum, dönüp bakmadı bile. "nesin lan sen, derdin ne" diye seslendim kafamı tam yüzüne doğru çevirip, kafasının seviyesine inerek cevap vermeye zahmet etmedi.

    "bak" dedim ona, uçuyormakta olan bir sineğe patlattım tokadı, sendeledi yere düştü. "gördün mü" diyerek tekrar ona döndüm, halen umursamıyor ve kımıldamıyordu. içmek üzere yanıma aldığım çayın içinden, çay kaşığına doldurabildiğim kadarını onun önüne doğru attım, arkadaş bu kadar mı tepkisiz olunur, hareket bile etmedi, ölü desem ölü değil, biliyorum, umursamaz bir duruş bu, tanırım. ve ama canlı desem, böyle canlılık olmaz olsun.

    sıçradım, hopladım, gitar çaldım, tükürdüm, kımıldamadı, bakmadı, gitmedi. yerden terliğimi aldım, vurdum kafasına, sabaha karşı 04:23 falandı, vurdum bir daha, giderek daha hızlandım, kanı her tarafa bulaştı, bir zagor çığlığı ile rahatladım.

    ben sevinirken bir arkadaşım geldi içeriye, "n'ooldu olm, niye bağırdın" dedi, "ben bağırmadım, sen rüya falan görmüşsün" diye cevapladım, "elindeki terlik ne" diye sordu "saat gecenin bilmem kaçı", "umarsız bir örümcek vardı da, onu öldürdüm, ondan bu suskunluğum" dedim, gitmeye niyetlendi, "çay içer misin" dedim, "yok, uyuyorum" diyerek burun kıvırdı, "mutfağa bırak o zaman şu bardağı, boşa gelmiş olma" dedim, aldı, götürdü sağolsun.

    kolonya sıktım kanının bulaştığı yerelere, peçeteyle sildim, temizlendi, sevindim buna. kendime kolonya sıktım, peçeteyle sildim, temizlenemedim. katil olmaya zorlanmıştım ama eninde sonunda katildim ve kolonya bile temizlemiyorsa beni, neyle temizlenecektim. temizlenmeme gerek olmadığını düşünüp rahatlandım, temizlenmek yoktu, yaşanılan her şey kirletiyordu ve çok yaşamış biriyle yaşayabilmek için en az onun kadar kirlenmiş olmak gerekiyordu. yoksa çıldırırdın. herkesi tüm kirlilikleriyle kabul ediyordum da, kendime neden böyle insafsızdım? tamam dedim, kirletiyorum kendimi bile bile ve kendimi tüm kirliliğimle kabul ediyorum. katilim ben. kapattım ışığı, yattım, "ayıp mı ettik lan yoksa" diye düşündüm, bayağı içli düşündüm, "yok lan onların olayı bu" dedim sonra kendime, bir yastığa sarıldım, diğerini yalarken uyumuşum zaten.
  • sübyanlık zamanlarımda apartmanın bahçesinde oynarken yeşil, ince, içi boş otları kopartır, ağzımda bir sağa bir sola atar, dişlerimin arasında çiğnerdim. o otların garip, acımtrak bir suyu olur; tadı hala damağımdadır. yine bir gün elimi otun boynuna dolamış, gövdesini kökünden ayırmak üzereyken aklıma otların da canlı oldukları geldi. bir yerlerini kopartınca kan akmıyordu, ağlayıp çığlık atmıyorlardı, sadece rüzgarla salınıyorlardı - ama canlıydılar.

    ilkokul yıllarında herhalde, bizi hasta eden mikropların da canlı olduklarını öğrendim. kullandığımız ilaçlar onların çoğalmalarını önlüyormuş, sonra akyuvar denen hücrelerimiz mikropları yutup yok ediyorlarmış. doğrusu mikroplardan güçlü oldugumu, vucudumun onlarla savaştığını duyduğuma sevinmiştim.

    tahmin ediyorum aynı zamanlarda, bir kurban bayramı vesilesiyle, akşam yemeklerinde pür neşe gövdeye indirdiğimiz bifteklerin, pirzolaların, antrikotların da hep öyle et olmadıklarını, onların da bir zamanlar canlı bir ineğin, koçun, kuzunun biricik kolu, bacağı, sırtı olduklarını farkettim. ben de dahil çoğu kimse kurban edilen hayvanların boğazları kesilince yırtılan atardamarlarından fışkıran kana bakamıyor, kesik soluk borusunun hırıltısına tahammül edemiyordu ama ne zaman ki koyunlar derileri yüzülüp koyun olmaktan çıkıyorlar o zaman mahallede bir et trafiği başlıyor, buzluklar misafirlere ikram edilmek üzre parçalanmış kollarla, bacaklarla, iç organlarla dolduruluyordu.

    kendi ellerimle öldürdüğüm ilk hayvan zannediyorum bir kertenkeledir. oyun oynadığımız parkın yanındaki duvarın taşlarının arasından çıkmış, ılık bahar güneşinin altında bedenini ısıtmakla meşguldü herhalde; korkutmak için fırlattığım taş karnına denk geldi, ezilen organları duvara yapıştı, dili, artık duvarın üzerinde durmakta olan akciğerlerine nefes yetiştirmeye çalışır gibi dışarı sarktı, gövdesinden geriye kalanlar ile arka ayakları istemsiz kasılmaya başladı. taşı sadece korkutmak için mi attım yoksa öldürmek de istemiş miydim kestiremiyorum.

    solucanları karınca yuvasına atıp karıncaların bu hantal yaratıkları, gövdelerinden parçalar kopartarak canlı canlı yemelerini seyrettim. karıncalar solucanın üzerine çıkıyor, geri indiklerinde arkalarında pembe derinin üzerinde parıldayan kırmızı bir leke bırakıyorlardı. yine aynı solucanları balık tutmak için canlı canlı iğneme taktım, midyelerin kabuklarını kırdım, böceklerin, örümceklerin üzerlerine bastım. kimi zaman üzüldüm, kimi zaman umursamadım, ama kimi zaman da gücümün, benim yanımda küçük ve önemsiz görünen bu yaratıkları yokedebilmenin tadını çıkarttım.

    ölen canlılar için bir kaç sebeple üzülüyorum sanırım. en temelde kendi ölümümü düşünüyorum; annemin ne kadar üzüleceğini, kardeşimin benim için ağlayacağını, arkadaşlarımı vesaire. örümceklerin, böceklerin aileleri olmadığı düşüncesi rahatlatıyor. sonra ölmenin değil de ölümü beklemenin ürkütücülüğü geliyor aklıma. ne azap! cenehhem, her dakika öldüğümüz ve sonra bir dakikalığına yine ölmek üzere tekrar dirildiğimiz bir yer olmalı. ama balıkların, kertenkelelerin bizler gibi gelişkin bir ölüm anlayışları yoktur herhalde. bir de acı meselesi var tabi. virüsler, bakteriler, çiçekler, ağaçlar, kelebekler, solucanlar, böcekler, örümcekler, kertenkeleler, kuşlar, kediler, inekler, atlar da bizim gibi acı çekerler mi acaba. acı, beynimiz tarafından algılandığında acı anlamını kazanan bir elektrik sinyali ise, bunu yapıyorsun yapma anlamında bir geribesleme, düşmanlardan kaçmak için bir sebep, zayıflığın ve ölümün habercisi ise tüm yaratıkların da acı çektiğini, acıyı hissettiklerini, acıyı bildiklerini düşünebiliriz. peki ama bakterilerin çoğalmasına konjugasyon, balıklarınkine üreme, atlarınkine çiftleşme diyor ve onların sevişmekten bizim gibi keyif almadıklarına inanıyorken, kollarının bacaklarının kopması, iç organlarının etrafa saçılması ile bizler gibi acı duyduklarını da nereden çıkartıyoruz. yemekten alınan keyfin tadını çıkarmak, seksi uzatıp renklendirmek, işerken çişi tuvaletteki lekelere denk getirmek gibi cinslikleri insani gördüğümüz halde acıyı neredeyse evrensel algılayışımız neden. diğer canlıların biz insanlar gibi acı çekmediklerini iddia etmiyorum, ama hazza, mutluluğa, şehvete toz kondurmayan bizler acıyı neden evrenselleştiriyoruz onu merak ediyorum.
    (bkz: acı)

    bufaloları öldürüp kalın kürklerinden elbise yapmasaydık, bol proteinli inekleri yemeyip fosfor deposu balıkları avlamasaydık, bugün yine burada, herbirimiz yirmi milyon kadar transistörden imal bilgisayarların başında oturmuş, tüm dünyayı dolanan kablolardan ve uzayda salınmakta olan uydulardan kurulu bir ağdan faydalanarak birbirimize saygıdan, sevgiden, hayatın kutsallığından bahsediyor olabilir miydik. ölü hayvanların cesetleri üzerine kurulu varlığımız ve medeniyetimiz ne zaman başladı hayatı kutsal saymaya. ne zaman öldürmek bizler için tahammulü zor bir vicdan azabına dönüştü. ceylan avlayan, geyik kanı içen insandan vejetaryen insana uzanan yolu gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz. insanlık tarihinin hangi aşamasında karıncaları incitmemeyi meziyet saymaya başladık. bebekken alınıp ıssız bir adaya bırakılsak on bin sene önce atalarımız nasıl yaşamışsa yine öyle yaşayacak olan bizler; üç milyar yıldır devam eden acımasız ölüm kalım savaşının son ürünü bizler, neyin yanılsaması içerisinde kendimizi ne sanıyor, neye dayanarak doğaya vahşi, gaddar gibi sıfatlar yükleyebiliyoruz. hayatı verilmiş bir armağan mı sanıyorsunuz ki ölmekten, öldürmekten bunca çekinmektesiniz. bu günlere öldürerek geldik, hatırlamıyor musunuz.

    öldürdüğüm zaman üzüldüğüm, pişman oldugum çok oldu ama öldürmek hiç bir zaman "katil gibi" hissetmeme yol açmadı benim. bedenimi tam olarak anlamadan ondan uzaklaşmak da istemiyorum, kendime sırça köşkler kurup sonra da "yahu insan insanı siker mi hiç" diyenlerin durumuna düşmek de. önce şu beynimize enjekte edilmiş neye hizmet ettiği belirsiz değerlerden kurtulup öldürmenin ne oldugunu öğrenmemiz gerek. gerek ki ondan sonra neden öldürmeyeceğimizi daha sağlıklı bir şekilde düşünebilelim.
  • ölen insan öldüren insansa cinayet, ölen insan öldüren hayvansa bir üçüncü sayfa haberi;
    ölen hayvan öldüren insansa yerine göre vahşilik, ölen hayvan öldüren hayvansa belgesel.
  • öldürmek

    dikkat ettiniz mi?
    hepimiz öldürüyoruz.
    birilerini öldürüyoruz.
    birşeyleri öldürüyoruz.
    ama öldürüyoruz.
    başkası değil.
    illa öldürmek.
    türkçemiz zengin.
    dağarcığımız geniş.
    kelimemiz çok.
    ama yok.
    illa öldürmek.

    öldürenler kim?
    biz kimiz?
    biz öldürenler miyiz?
    yoksa öldürülenler miyiz?
    ikisi de değiliz.
    biz şehirliyiz.
    beyaz yakalıyız.
    orta sınıfız.
    durumumuz ortada.
    olayımız belli.
    şeklimiz bu.
    biz öldürmüyoruz.
    biz öldürülmüyoruz.
    hayatımız 'ölüm'süz.
    ölümlerimiz isimli.
    isimlerimiz belirli.
    mezarlarımız belirli.
    ölümlerimiz belirli.
    ölümlerimiz gelirli.
    ölümlerimiz sınırlı.
    ölümlerimiz serinli.
    ölümümüz bu.
    çapı bu.
    toplamı bu
    ederi belli.

    peki niye?
    niye öldürüyoruz?
    insanları dinliyorum.
    sözlerini dinliyorum.
    hep aynı.
    aynı kelime.
    öldürmek fiili.
    hep öldürüyorlar.
    birine kızıyor.
    onu öldürüyor.
    birini seviyor.
    kendini öldürüyor.
    işi bozuluyor
    herkesi öldürüyor.
    yemek yiyor.
    bayılıp, ölüyor.
    acıktığı geliyor.
    acından ölüyor.
    öldürüyor da öldürüyor.
    ölüyor da ölüyor.
    öldürerek ölüyor.
    ölerek öldürüyor.
    hep ölüyor.

    nasıl oluyor?
    ne anlıyor?
    nesini biliyor?
    nesini seviyor?
    nesini kullanıyor?
    yine de kullanıyor.
    ölümü bilmiyor.
    kelimesini biliyor.
    ölümü görmüyor.
    kelimesini seviyor.
    kendisine aymıyor.
    kelimesine yayıyor.
    ölümden habersiz.
    öldürmekten haberli.
    öldürmekten korkmuyor.
    korkutarak öldürüyor.
    öldürdüğünü söylüyor.
    öldüreceğini söylüyor.
    öldürüldüğünü söylüyor.
    söyleyebildikçe öldürüyor.
    öldürdükçe söyleyebiliyor.
    söyledikçe söylüyor.
    söyleyerek yaşıyor.
    söyleyerek korkuyor.
    söyleyerek öldürüyor.
    öldürerek söylüyor.
    söyleyerek öldürüyor.

    kimse dinlemiyor.

    bu böyle midir?
    hep böyle midir?
    herkes böyle midir?
    elbette değil.
    başkaları var.
    başka insanlar.
    başka ülkeler.
    başka çevreler.
    'onlar'ı biliyorsunuz.

    allah gibiler.
    her yerdeler.
    göremiyorsunuz, varlar.
    konuşamıyorsunuz, dinliyorlar.
    kaçıyorsunuz, izliyorlar.
    yaşıyorsunuz, dikizliyorlar.
    sevmiyorsunuz, biliyorlar.
    istemiyorsunuz, görüyorlar.
    mesafelisiniz, susuyorlar.
    polisleyseniz, pısıyorlar.
    herşeyi tutuyorlar.
    çiğnemeden yutuyorlar.
    yuttuklarını kusuyorlar.
    hepinize kızıyorlar.
    içlerinden sızıyorlar.
    meydanlarda azıyorlar.
    heryeri kazıyorlar.
    isimlerini yazıyorlar.
    isimleri kazanmıyor.
    isimleri kazınıyor.
    unutulup gidiyorlar.
    öldürüp, ölüyorlar.

    onlar da yaşıyor.
    onlarınki de yaşam.
    onlar da özlüyor.
    onlar da seviyor.
    onlar da yaşıyor.
    onlar da ölüyor.
    ama nasıl?
    nasıl yaşıyorlar?
    ne ediyorlar?
    yaşamla savaşıyorlar.
    ölümle yaşıyorlar.
    acıyla tanışıyorlar.
    ölümle aşıyorlar.
    kendilerini yorduklarında.
    ölümle taşıyorlar.
    ölümle seviniyorlar.
    ölümle coşuyorlar.
    ölümle yaşıyorlar.
    peki bilir misiniz?
    nereden bileceksiniz.
    tahmin ettiniz mi?
    ne söyleyebilirim?
    ne anlatabilirim?
    ölüm konusunda.
    onlar da olan,
    sizde olmayan?

    onlar sevmiyor.
    ölüm demiyorlar.
    ölmek demiyorlar.
    öldürmek demiyorlar.
    kelimeyi kullanmıyorlar.
    söylemeyi sevmiyorlar.
    duymak istemiyorlar.
    söylemekten korkuyorlar.
    korkuları çeşitli.
    ama sıralı.
    hierarşisi var.
    başı var.
    kıçı var.
    gerçekler var.
    evhamlar var.
    korkular var.
    çekinceler var.
    ama bilinçliler.
    hemen söylüyorlar.
    çünkü biliyorlar.
    biliyorlar nedir:
    en çok
    en fazla
    en gerekli
    en gerçek
    korkuları da biliyorlar.
    korkularını da biliyorlar.
    korkularımızı da biliyorlar.
    korkmayı da biliyorlar.
    korkutmayı da biliyorlar.
    içbükeylikten değil.
    psikolojik değil.
    batıllıktan değil.
    evhamlılıktan değil.
    zorundalıktan korkuyorlar.
    korkmak da zorundalar.
    korkuları söylemiyorlar.
    korkuları yaşıyorlar.
    işte bundadır ki:
    söylemekten korkuyorlar.
    korkuları söylüyorlar.
    korkulanları söylüyorlar.
    korkutanları söylemiyorlar.
    korktuklarını söyleyemiyorlar.
    korktuklarından söyleyemiyorlar.
    söyleyemediklerinden korkuyorlar.
    korkularından da söyleyemiyorlar.
    söylenemeyenlerden korkuluyor.
    korkuları söylenemiyor
    korkuları söylenmiyor.
    korkuları yaşanıyor.
    yaşam korkutuyor.
    korku yaşanıyor.

    ve kullanmıyorlar.
    ölüm demiyorlar.
    ölmek demiyorlar.
    öldürmek demiyorlar.
    korkuyla bekliyorlar.
    ölümleri gerçek.
    ölümleri burada.
    ölümleri var.
    söyleyecekleri çok.
    söyleyesileri yok.

    kimse dinlemiyor.
  • ba$kasinin ya$ama hakkina son vermek.. gelecekte ya$ayabilecegi her turlu mutlulugu, aciyi kederi, sevinci, heyecani elinden bir anda sonsuza kadar almak..
  • biz kucukken karincalara kirinti atardik ama birileri yuvalarinin ustune basip toplu mezar yapardi. iste simdi o insanlar ve o insanlarin cocuklari, nasi oldugunu bir turlu anlamadigim bir psikolojiyle insanlarin yasama hakkini kendileri vermedikleri halde ellerinden aliyorlar. iste kesinlikle akli selim insanin anlayamayacagi bu psikolojiye oldurmek denir.
  • ellerini yıkarken bir yandan da aynada seğiren yanak kaslarına baktı. eskimiş sarı renkli flüoresandan gelen soluk ışık mavi gözlerini gölgeliyordu.

    bileklerindeki kanları yıkamak için tekrar gözlerini lavaboya çevirdiğinde yavaş yavaş giden suyun iyice kırmızılaştığını gördü. suyu kısarak ellerini ovalamaya devam etti. ellerinden damlayan kanlar o anı getirdi gözlerinin önüne
    ...
    öldürmekle görevli olduğu adamın her gün geçtiği yolda ilerlerken planlarını kafasından tekrar geçirdi. john'un otobüsten indikten sonra eve gitmek için geçtiği ara sokaktaki eski binada bekleyecekti. yaklaşık iki haftadır gözetliyordu. müşterisi ismini öğrenmesini istemediği için bir kere bile merak edip apartman zilinde ve sokak kapısında yazan isme bakmadı. kafasında onu "john doe" olarak isimlendirmişti. kör noktada bekleyecek ve geçtiğinde kafasının arkasına levye ile vurup hızlıca binanın içine çekecekti. iki gündür aynı şeyi yapmaya çalışıyor ancak etrafın yeterince sakin olmamasından dolayı fırsatını bulamıyordu. birisinde ilerdeki içki dükkanından çıkan bir kadına diğerinde de içinde ot içen zencilerin olduğu arabadan gizlenmek için... bu sefer iyice kontrol etti etrafı önüne gelmesine 3-4 adım kalmıştı.

    ilk kez birisini öldürmek için para almıştı. onaltı yaşındayken küfür ettiği için öldürdüğü ablasının sevgilisi için kimse para vermemişti. daha sonra da bir kaç kişiyi öldürmüştü ancak onlar da kişisel hesaplaşmalardı. para karşılığı çok insan dövmüştü. hatta bir defasında bir kız özellikle eski erkek arkadaşının burnunu kırmasını istemişti. bu müşterininse neden ölecek birisi için silah kullanılmasını istemediğini anlamamıştı. “acı çeksin” demişti. gerçi onun için pek bir farkı yoktu. silahla olsa toplamda beş binden fazlasını koparamayacağını da biliyordu. on bin için biraz elini kana bulamakta sakınca yoktu.

    kalbi iyice hızlanmıştı, levyeyi sıkmaktan beyazlayan eklemleri biraz daha gerilmişti. son kez az ilerdeki yola göz attı. müsait, adım sesi geldi ve adam köşeden göründü, bir adım daha ve levyeyi süratle ense köküne doğru indirdi. kısa, çok yüksek olmayan bir "ah" sesi duyuldu sadece. yüzükoyun ellerini destek bile yapamadan kapaklanırken gözlüğü de gözünden fırladı. "john"u bacaklarından hızlıca binanın aralık duran kapısına doğru çekti. adamın yüzü yere sürtünüyordu. bunu da çekeceği acılardan birisi olarak düşündüğünden dert etmedi. nasıl olsa en fazla yarım saat sonra bu adam ölmüş olacaktı.
    ...
    suratına çarpan su ile ayıldığında karşısında gördüğü iri yapılı bir adamın bacaklarının siluetinden başka bir şey değildi. gözlüğü gözünde olmadığından çok net göremiyordu. bu arada gözlüğü nerdeydi. yanağındaki sızlamanın hemen arkasından doğrulmaya çalıştığında ensesindeki çok sert sızıyı hissetti. inledi. biraz zorlanarak başını kaldırıp karşısında duran adama baktı. gözlerindeki su iyice süzüldüğünden biraz daha net görebiliyordu. kaşlarının üstüne düşen kıvırcık siyah saçlı, dudaklarının kenarından sarkan ince bıyıkları ve keskin yüz hatları ile karşısında ızbandut gibi bir adam duruyordu. ellerini rahat bir yere almak istediğinde ellerinin de arkasından sıkıca bağlandığını fark etti. bir anlık telaşla ayaklarını da denedi ve onların da bağlı olduğunu anladı.

    bu uzun süredir karşı karşıya kalmadığı kadar zor bir durumdu. en son kendinden oldukça yüklü mal alan bir kenar mahalle uyuşturucu satıcısını tehdit ettirdiğinde başına gelmişti. onda da çıkmaz bir sokakta bıçaklı iki adamı bacaklarından vurarak kurtulmuştu. tekrar düşününce bu durum ondan kat kat kötü görünüyordu. ikna etmek zor olacaktı. belindeki tabancasını ilerideki sandalyenin üstünde görününce bundan daha da emin oldu. o ara sokaktan geçerken daha dikkatli olması gerektiğini de daha önce defalarca söylemişti kendine.

    - sert adamsın ha
    - ...
    - enseme elinle vurduysan tekrar vurmaman için dua ediyorum çünkü balyoz gibi vuruyorsun.

    ayakta duran adam sol çenesine çok da sert olmayan bir yumruk atarken kafasını anca hafifçe sağa çekebildi ki bu da kaçmasına yardımcı olamadı. bağlı olduğu sandalye hafifçe sağa doğru yatıp yerine oturdu.

    dönen odayı durdurmak biraz zamanını aldı.

    - neden bağladın beni? 'bu kadar hızlı bu soruyu sormaması gerekiyordu. yumruk tahmin ettiğinden de fazla canını yakmıştı. ısırdığı dilinden akan kanı tükürdü kenara
    - ne istiyorsun. 'pazarlığa başlamak için çok erken adam bir açık bile vermedi ki daha

    aynı şiddette diğer taraftan gelen yumruğu gördüğünde çok geçti. kulağının üstüne yedi yumruğu. sandalye aynı şekilde sallanıp geri yerine oturdu. yanağında acıyan yere bir de sızı eklenmişti.

    odanın dönmesi daha zor durdu bu sefer kulağı da çınlıyordu. adam sıkı birisi gerçekten.

    - anlaşabiliriz 'bu sefer kurtulmak çok zor olacak.
    ...
    adam çok iri değildi. 1,70 boyunda birisi için fazla bile ağırdı ama sürükleyip sandalyeye bağlamak çok sorun olmamıştı. bıçaklar ve kerpeten yerinde hazırdı. ustura ve testere görsel olarak etkilemek içindi ama adam sorun çıkartırsa kullanabilirdi. ıslahevinde yediği dayaklar yüzünden az duyan kulaklarını daha keskin yapan kulaklıkları çıkartıp hazırladığı tuzlu suyu adamın yüzüne çarptı. ayılmıştı. bir şeyler söylemeye çalıştı. adamın onu kandırmaya çalışacağını biliyordu. önce sertçe sağ kroşe patlattı çenesine. tekrar bir şeyler söylemeye çalışınca bir sol patlattı. ama adam hala bir şeyler söylemeye çalışıyordu. pek bir şey anlamadı. kendisi duyamasa da duyanlar olabilirdi. adamın ağzına bir yumruk daha atıp elindeki bezi adamın ağzına sıkıştırdıktan sonra kalan bez parçası ile ağzını bağladı.

    - duymuyor musun be adam sana anlaşabiliriz diyorum çok para ve… ‘cümlesini tamamlayamadan tam da ağzının üstüne bir yumruk geldi. saçlarından kavrayan odun gibi eller ağzına bir şeyler tıkıştırıverdi. dökülen dişlerini tükürmeye vakti bile kalmamıştı. toparladığında ise ağzının içinde yutkunmasını zorlayan bir bez parçası olduğunu anlayabildi dişleri tükürük olmadan yutmak çok zor olmuştu. kalbi çok hızlı atıyordu, buradan bir şekilde kurtulması gerekiyordu ama nasıl. bir iki kere inledi, konuşmaya çalıştı ama anlaşılabilecek bir şeyler çıkamadı ağzından.

    tam seçemese de az ileride duran parlak şeylerin ne olabileceğini düşündüğünde ise daha da kötü hissetmeye başladı. testere, ustura, kerpeten… “ne yapacak bu adam bana”

    - evet sinyor sen sormadan ben söyleyeyim ‘diyerek söze başladı.
    - ben hugo, en azından sen öyle bileceksin, seni öldürmem için bana para verdiler ancak kim olduğunu ben de bilmiyorum. sadece acı çekmeni istediler. ben de bunu sağlamak zorundayım. ‘diye devam ederken kerpeteni aldı. adamın arkasına dolaştı ve yavaşça eğilip adamın bağlı ellerinden bir parmağını tuttu. tırnağına hafifçe kerpeteni takmıştı ki adam anlayıp parmağını çeki verdi. hugo kerpetenle sertçe adamın parmak eklemlerine vurduğunda ise adamdan derinden bir inleme geldi. büyük ihtimalle işaret parmağı kırılmıştı. hugo hızlıca tutup orta parmak tırnağını çekti. john’un gözleri patlayacakmış gibi açıldı. tanrım ne acı… sonra hugo hızlıca diğer elinin serçe parmağını tuttu çevirerek kırdı ve kerpetenle ortasından bir yerden kesiverdi. john başını geriye atarak gözlerini patlatacakmış gibi çığlık atmaya çalıştı yerinde zıplıyordu. çok az da olsa sesi çıkmış gibiydi. hugo sert bir tokat çarptı tam da sol kulağının üstüne. çınlama o kadar yüksekti ki bir an başka bir şey duyamadı. hugo diğer malzemelere doğru yöneldiğinde bu işin iyi bitmeyeceğini kesin anlıyordu.

    yaklaşık bir saat sonunda john artık nabzını zor hissediyordu. parmaklarının yarısı kesik, bacağı kırık, burnu kırılmış, göz kapakları patlayacak gibi şiş yarı yarıya açtığı gözlerinden her yerde kendi kanını görüyordu. karşısındaki adamın üstü başı kan içindeydi. ne kadar süre geçmişti. aylardır bu loş ışıklı odadan çıkmamış gibi hissediyordu. kollarındaki yanıktan çıkan koku hala aklındaydı. bir iki kere kendinden geçmişti suratına çarpılan tuzlu suyla daha da fazla acı çekerek uyanmıştı. ne kadar daha dayanabileceğini bilmiyordu.

    hugo adamın artık dayanamayacağını anladığında masada duran büyük aşçı bıçağına yöneldi. eline çok güzel oturuyordu. yetimhanede yemek yapmaya çalıştığı günleri hatırladı, aşçıyı. sıcak anılardı ama aşçının ona tecavüz etmeye kalktığı aklına gelince yüzü gerildi ve sağ kolunu geriye doğru gerip sol eli ile adamın kalan saçlarından kafasını geriye doğru tuttu. bıçağı yavaş yavaş karnına doğru getirdi ve bastırmaya başladı. adam gözleri donuk bir şekilde kıvranıyordu kalan son gücü ile. ittirmeye devam etti. deri dayanamayarak yırtıldı ve bıçağın ucu etine girdi. durmadı, dokuların yavaş yavaş kesildiğini hissediyordu ikisi de. belki bu akşam ilk kez aynı şeyi hissediyorlardı. yavaş yavaş devam etti hugo. john artık daha fazla canının acımaması için debelenmiyordu ancak bağırabilmek için ara ara burnundan alabildiği kadar nefes alıyordu. bu kadar gücünün kalmış olduğunu tahmin etmemişti hugo. biraz daha hızlı ittirmeye başladı. bıçak 4-5 santim kadar içeriye girmişti ki aniden bıcağı yarısına kadar ittirdi, hızla yukarı çekerken aşağıda kalan kesik kısımdan kan fışkırıyordu, sonra bıçağı kendi çevresinde kıvırdı sertçe. john artık nefes almıyordu. ancak hala kasılmıştı. bir süre daha kan boşandı derin yaradan. son bir nefes verdikten sonra zembereği boşalmış oyuncak gibi olduğu yere yığılıverdi. et parçası gibi. hugo birkaç saniye daha izledi eserini eli hala bıçağı tutarken. sonra bıçağı çekiverdi. john’un bacağı ve kolları bağlı oldukları halde hafifçe seğiriyordu. üzerinde parmak izi olan eşyaları topladı. lavaboya dönüp ellerini yıkamaya başladı.

    bir damla daha suya düştü ve lavabo hafif bir ses çıkartarak suyun kalanını da çekti. geriye hafif bir kızıllık kaldı sadece. üstü başı kan içindeydi. masanın yanındaki poşetten temiz giysilerini çıkarttı. üzerindekileri de çıkartarak bıçak ve kerpetenlerle birlikte bu poşete koydu. son bir kez ellerini yıkayarak kuruladı ve havlusunu da poşete tıktı. giyindi. her zamanki pantolonu ve gömleğiydi. başına şapkasını da geçirerek poşetini alıp çıktı. tıpkı sigara alıp marketten çıkar gibi. onun için sadece bir alış verişti öldürmek. bundan sonra böyle olacaktı en azından. tahmin ettiği kadar zor değildi herhangi bir kin beslemediği birisini öldürmek. şimdi gidip paranın kalanını alıp sağlam bir kafa çekecekti. iyi bir tekila günün yorgunluğunu alır.
  • sinek böcek bitki vs. saymazsak 4 defa yaptım bunu ben. hiç birininden de zevk almadım. merak edenler vardır öldürme hissini. kısaca anlatıvereyim.

    ilki ilkokul yıllarında oldu. 4 tane civciv almıştı babam. evin içinde karton kolide bekliyorduk. yumruk kadar bişey bunlar. doğru dürüst ötemiyor bile. korkağın tekiyim ben. parmağımı gagasına uzatsam ısırır mı diye endişeleniyorum haliyle. bırakın ısırmayı, nazikçe tutuyor parmağımı sadece. yine de yememiyorum korkumu. fotoğraflarım falan da vardır hatta, civcivi başımın üzerine koyup çekmişler fotoğrafı. benim yüzümde sanki başımda akrep varmışcasına bir ifade var. yenemiyorum korkumu. ama bir yandan da seviyorum. allah korkusu - allah sevgisi gibi bişey sanki bu. yok olmadı. neyse. her gün okuldan gelip civcivlerle uğraşıyorum, elime alıyorum falan. bir tanesi zayıf halka. hastalanıyor, ağır hareket ediyor. 1 haftayı tamamlamadan kaybediyoruz ilk yavruyu. evde en çok muhatap olan da ben olduğum için ihale bana kalıyor, "katil kayzer." allah allah, iyi bişey mi katil olmak acaba? övünmem mi lazım, üzülmem mi lazım bilmiyorum. neticede az buçuk üzülüyorum tabi. 4 taneden 1 tanesi gitti. tomurcuk çay kutusuna koyup gömüyorum bunu.

    yavaş yavaş kanatlanmaya başlıyor bunlar. kolinin kenarlarından atlayabileceklerini bildikleri için bizimkiler üzerlerini tülbent ile örtüyorlar. 1 hafta falan da böyle geçiyor sanırsam. ama bir süre sonra bakıyoruz tülbent falan da çare etmiyor. onu da aşıp gezip dolaşıyorlar evin içinde. bok kokusu da cabası. hal böyle olunca mecburen karton koliyi tahta kasaya upgrade edip evin arka bahçesine bakan balkona koyuyoruz bunları. üzerlerine de artık tülbent değil sobaların altına konulan metal kaplı levhayı koyuyoruz. ağırca bişey. ancak kaldırabiliyorum. tabi hayvanlara ilgim devam ediyor. zırt bırt kapağı kaldırıp bakıyorum ben bunlara. piliç oldular artık. parmağını uzatırsan kanatıyor. yine bir bakışma esnasında kaldırılmış kapağı fırsat bilip firar etmeye çalışıyor biri. e dedim ya, ödleğim ben. kapağı bırakıp kaçıyorum. bir kaç saat sonra annem farkediyor durumu. ben kapağı bırakınca artık boynu mu kırılmış, boğulmuş mu ne olduysa ölmüş hayvan. tabii direk olağan şüpheli benim. itiraf ediyorum. kızıyorlar bana. "keşke söyleseydin de kesseydik, mundar etmeseydin hayvanı." üzülüyorum. aile malına zarar verdim çünkü. diğerlerini de bir süre daha besledikten sonra sofraya getiriyorlar artık. ne de olsa tavuk değil, yumurta vermiyor. taze taze yemek lazım.

    aradan yıllar geçiyor. lisenin sonları ya da üniversitenin ilk yılları. kurban bayramlarını bilirsiniz. çoluk çocuk merak eder izler. eski nesilde pek öyle dikkat etmezler yok psikoloji yok etkilenme ney. aksine, gelip izlemeni isterler öğrenesin diye. çocuklar da izler. şeref amca keserdi bizim kurbanları son zamanlarda. dedem de babam da bilmezdi bu işi açıkçası. utanılacak bişey. bizim kurbanımızı başkası kesiyor, buruk hissediyorsun. hala çocukmuşum o zamanlar demek ki, bi sefer de ben kescem diye kafaya koydum. biladere de söyledim. "tamam" dedi, birini ben birini o kesecekti kurbanların hesapta. gittim abdest aldım adam gibi. şeref amcaya da söyledim birini ben kesicem diye. kesmekten kasıt öldürmek işte. gerisini bilemem, beceremem de zaten, gücüm yetmez. yatırdı koyunu şeref amca, tarif etti. "bismillahi allahu ekber deyip, şurdan kesiceksin. tam yerine denk getiremezsen hayvana işkence edersin" diye. tekbirler bitti. besmeleyi çekip çaldım bıçağı koyunun boğazına. izlerken küt küt atar kalbin ama yaparken heyecan meyecan yok. tek korkum, hayvan işkence çekmesin ya da mundar olmasın. öyle bi komplikasyon olmadı. bıçak keskin. kolayca kavuşturdum hayvanı rabbine. gerisini de şeref amcaya havale ettim. üzüntü müzüntü de yok artık. aile malına zarar vermedim bu sefer ya işte, ondan. zevk vardı ama az buçuk. babamın dedemin yapamadığı birşeyi yaptım ne de olsa. emre mi? vazgeçti o, istemedi 2. yi kesmeyi. sattı beni. hep satarlar zaten beni.

    en son 2 yıl önce öldürdüm. kendimi öldürdüm bu sefer. hayallerimi umutlarımı hepsini kestim attım, katlettim. "doktor olcam" derdim küçükken. olmadı. üniversiteye girdiğimde, "burayı bitirip kendi işimi yapacağım." dedim, olmadı. "burayı bitirip düzgün bir iş sahibi olacağım, o insanı bulup evleneceğim. mutlu mesut yaşayacağım." diyordum en son. bunu da o insanın yardımıyla hallettim. ona dair ümitlerimi o bitirdi, geri kalanları da ben. hiç bir beklentim yok şimdi hayattan. hiç hayalim, amacım, idealim falan kalmadı. eh, bunlar olmadan da yaşama yaşam denmez ki zaten. undead gibi yaşıyorum şimdilerde. hani karazhan'da gördüğünüz undead'ler gibi. ne zaman giderseniz gidin, onlar hala aynı müzikler eşliğinde aynı dansları yapıyor olacaklar. öldüklerinin farkında değiller. tek farkım varsa onlardan, ben biliyorum ki 2 yıl önce öldüm zaten. yoksa ben de aynı şarkıları söyleyip, aynı dansları yapıyorum zaten. beni hortlatacak necromancer'i bekliyorum artık, dk olup dönerim belki.

    bgp anlatmış bir yazısında, "türkiye'de idealist olmak zor iki gözüm." demiş. hak verdim. keşke tren makinisti ya da tır şöförü olmayı isteseydim. tam benlik işlermiş.
  • yaşamın tanımı değiştikçe öldürmenin de tanımı değişir.
  • - sen hiç öldün mü olric?
    - defalarca ölü bulundum efendimiz.
    - peki hiç öldürdün mü olric?
    - annem bana öldürmeyi öğretmedi efendimiz...

    oğuz atay, "tutunamayanlar"
hesabın var mı? giriş yap