• [prof. oliver davies'i saygıyla anıyorum, bu entiri de onun isminin bahanesiyle aslında bir klasik filoloji yazısı olmuş durumda, bilesiniz.]

    1940'lara gidiyoruz, türkiye cumhuriyeti'nin kuruluşundan hemen sonraya. artık bu topraklarda filoloji ve felsefe çalışmalarının tıpkı batıdaki gibi olabilmesi için ilk adımların atıldığı senelerde can yücel'in canından çok sevdiği babası *, dönemin milli eğitim bakanı hasan ali yücel'in cumhuriyet'in ikinci adamı ismet inönü'nün emriyle, -aydınlanma refleksiyle- dünya edebiyatından çeviriler çalışmasının başında bulunduğu ve söz konusu baskılara bir sunuş yazdığı o günlerde irlanda'dan ülkemize gelmiş olan bir prof. de bu taze ülkenin ilim neferlerinden biri oluyordu: oliver davies'ten bahsediyorum; antikçağ'ın en mühim biyografi yazarlarından olan plutarkhos'un paralel yaşamlar'ından perikles - fabius maximusunkini (plutarkhos, hayatlar vi. perikles - fabius maximus, milli eğitim basımevi yunan klasikleri:68, ankara 1945) türkçemize kazandıran o güzel adamdan.

    türkiye'de bazı şeyleri çok kolay harcıyoruz bugünlerde; çok kolay tüketiyoruz birikimlerimizi, birbirimize olan düşmanlıklarımız bir kenarda dursun, hep beraber başardıklarımızı da yiyip bitiriyoruz. elin irlandalısının bile aydınlanmamızda (bülent tanör hocanın deyimiyle "kuruluş") bir beyin emeği var. suat sinanoğlu hocanın türk humanizması, müzehher erim hocanın klâsik filolojinin önemi ve türkiye'de kuruluşu başlıklı makalesi (http://jimithekewl.blogspot.com/…jinin-nemi-ve.html), bedia demiriş hocamın klasik filoloji tanımı ve sınırları başlıklı makalesi (#8142025), çiğdem dürüşken hocamın kabalcı'nın humanitas serisi için kaleme aldığı doğarken başlıklı yazı (#9397135 ), tansu açık hocanın "türkiye'de hümanizma tartışmalarına bir bakış" başlıklı makalesi (toplum ve bilim, sayı:98, güz 2003; s. 111-151.), suat yakup baydur'un dil ve kültür adlı kitabı gibi çalışmalardan o dönemde yaşanmış binbir güçlüğü irdeleyebilirsiniz. bugün gelinen noktada eksikleriyle, gedikleriyle de olsa farklı bir türkiye'yi yaşıyoruz doğal olarak. dile kolay, 60 küsür sene geçmiş; farklı sahalardaki birikim depolarıyla fakültelerin kütüphanelerinde kitap isteme fişlerinin raflarında yüzlerce binlerce ismin çalışmaları, tezleri bugünün bizleri tarafından geleceğin nitelik ve nicelik olarak başka "biz"lerine miras taşınacak; çekilen zorlukları bilmemek, zorlukların neticesinde elde edilen birikimin yok yere, günlük ideolojik ve maddi saplantılardan ötürü bir çırpıda yok edilmesine göz yummak oluyor aynı zamanda. okumadan da çekilen güçlükleri bilmenin yolu yok. oturduğunuz yerden kalelere domatesler fırlatmadan evvel bunu kavramanız gerekiyor, lafımın muhatabının kimler olduğunu kendileri bilir; facebook'ta şurada burada "okuduk da ne oldu" temalı gruplar açan üç beş çocuk değil. gözü para hırsı bürümüş, antikçağ klasiklerini orjinal dilden çevirdiğini iddia edip piyasaya sunan (aslında eski çevirilerin günümüz türkçesine uydurulup yeniden basılmasından fazlası değildir, dahası metot bilmezlik de var. ekşi sözlük'te detaylı arama yaparsanız, kimleri kastettiğimi bulursunuz) zibidilerin kendileri de değil; onlara yol açan, arkadan itekleyen paragöz yayınevi sahipleridir elin irlandalısının bile emeğini çalınıp çırpılmasına göz yuman ve bu yüzden gecenin üçünde bana entiri girdiren kadın; yandım yandım diye devam etmeyeceğim tabi. misyon yanmak değil, yakmak. elimizde çekiçle, doğru metodun bilinciyle kalıpları kırıp, yeniden inşa etmek. rafları doldurmak, aydınlanma'nın neferlerinden olmak... en azından hasan ali yücel'in de sunuşlardan birinde (2 mart 1944 tarihli) dediği gibi "türk aydınlarının şunu bilmesini candan isterim ki, bize bu geniş programı gerçekleştirme direktif ve cesaretin veren tercüme serisinin baş okuyucusu" ismet inönü (söz konusu çevirilerin başında şu yazısı bulunur: "eski yunanlılardan beri milletlerin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheserleri dilimize çevirmek, türk milletinin kültüründe yer tutmak ve hizmet etmek isteyenlere en kıymetli vasıtayı hazırlamaktır. edebiyatımızda, sanatlarımızda ve fikirlerimizde istediğimiz yüksekliği ve genişliği bol yardımcı vasıtalar içinde yetişmiş olanlardan beklemek, tabii yoldur. bu sebeple tercüme külliyatının kültürümüze büyük hizmetler yapacağına inanıyoruz.") ile ondan 60 sene sonra günümüzün pek modern cumhurbaşkanını karşılaştırabilme yetisine haiz olmak... işe buradan başlayarak, kendi sahamızda alınterimizi dökmenin azmini kendimizde bulmamız gerekiyor, aksi durumda gökkubede başıboş dolaşan ("errantes") toz yığınlarından ötesi olmaz bizden.

    oliver davies ve diğer hocalarımızı anmak babında müzehher erim hocamızın yukarıda zikrettiğim makalesinden bir bölümü sizlerle paylaşıyorum:

    "istanbul'daki klâsik filoloji 1942-43 ders yılında, yalnızca lâtince olarak başladı. ben o sırada ingi­liz filolojisi'ne yazılmıştım. dillere karşı büyük bir sevgim olduğundan lâtince'yi yardımcı serti­fika dersi olarak almaya başladım. benden başka, felsefe'den ve ingiliz filolojisi'nden iki üç kişi da­ha vardı. hocamız, oxford üniversitesi'nden ün­lü roma tarihçisi (ki sonradan kendisine "sir" un­vanı verildi) prof. ronald syme idi. o sırada savaş olduğu için ingiliz üniversitelerinde pek öğrenci kalmamış, o da ülkemize gelmişti. o yıl ikinci sö­mestrde (yani 1943 başında) prof. syme bana "burası artık bağımsız bir bölüm oldu. ingiliz filolojisi'nden kaydını buraya nakletmek istemez mi­sin?" dedi. arnavutköy'deki amerikan kole­ji'nden gelmiş bir öğrenci olarak o zamanki ingiliz filolojisi'nin programı beni tatmin etmekten uzaktı. hocamız prof. halide edib'in karşı çıkma­sına ve "sömestr kaybedersin" şeklindeki uyarısı­na karşın, oradan ayrıldım. prof. syme'la dekana gittik ve konuştuk. hiç sömestr kaybetmeden bu bölüme geçtim ve yeni bölümün ilk öğrencisi ben oldum. prof. syme ben dördüncü sınıftayken, 1945 yılı sonunda ayrıldı. 1943-44 ders yılı başın­da irlandalı prof. oliver davies geldi, onunla eski yunanca'ya başladık. 1944'te cambridge'ten ge­len george ewart bean, hem eski yunanca hem de lâtince dersler vermeye başladı. sonradan üni­versitemizce "profesör" unvanına lâyık görülen george bean uzun yıllar bizimle kaldı -70 yaşına kadar. dünyaca ünlü bir epigrafist idi, batı ve gü­ney anadolu'yu karış karış taradı. türkçe'yi çok iyi öğrenmişti, derslerini türkçe verirdi. emekli olup ingiltere'ye döndükten birkaç yıl sonra, 1977'de vefat etti. bu arada, 1943'te faruk zeki perek* lâtince hocası olarak; ondan bir yıl kadar son­ra da zafer taşlıklıoğlu**, eski yunanca hocası ola­rak ankara dil-tarih'ten naklen aramıza katılıp ders vermeye başlamışlardı. taşlıklıoğlu ankara dil-tarih mezunuydu. perek'se, londra üniversi­tesi king's college'da lâtince öğrenimi görmüştü. 1945 yılında öğrenimimi bitirerek daha önceden prof. syme'ın önerdiği, fakültemiz dekanının da kabul ettiği gibi, bölümde asistan olarak kaldım. syme'dan sonra bir süre, aslında felsefe bölü­mü'nde görevli olan, antik felsefe ve eski yunan filolojisi uzmanı prof. dr. walther kranz bölümü­müzün başkanlığını yaptı. 1955'te belçikalı prof. paul moraux beş yıl için bölümümüze geldi."
    http://jimithekewl.blogspot.com/…jinin-nemi-ve.html

    * http://www.eren.com.tr/…cas=122551&sid=531453453802
    ** http://www.ideefixe.com/…p?sid=xfyz1b4xzt0tdt7ckf8w ; http://www.eren.com.tr/…cas=136943&sid=724958517672
  • (bkz: georg rohde)
hesabın var mı? giriş yap