• zeynep sayın'ın metis'ten çıkan yeni kitabı.
    buradan bakabilirsiniz
  • başsız olmayı babailer isyanı, 68 olayları, gezi parkı vs. gibi toplumda yankı uyandıran olayları farklı bi boyutta değerlendiren kitap.
    zamansal olarak bize yakın ve henüz taze diyebileceğimiz gezi parkı direnişi eksenine baktığımızda direnişin kısa bi zamanda nasıl böylesine büyüdüğü bu olaylarda başı çeken kişilerin kim olduğu hangi dış mihrak(lar)dan destek aldıkları hususunda bazı yakıştırmalar yapılmıştı. burada aslolan aslında gezi direnişi kıvamında olan olayları farklı kılan tanımlanamamış, bi kalıba dökülememiş, kategorize edip kararlar alıp uygulanabilecek imkanları yaratmaya fırsat vermemesiydi. peki bu nasıl sağlanıyordu? elbette başsız olmakla.. bu işi yapan eden ön ayak olan olmaya çabalayan illaki birileri oldu ama başlangıç belirli reçetelerle yola çıkılmamıştı. başsız olmanın iki yönünü irdelediğimizde vaziyetin "iyi" kanadı olarak bakabileceğimiz muktedirin/cellatın kelle alacağı vakit geldiğinde belirli/mevcutta olan başın/başkanın olmayışı işlemi guclestirecektir(mesela herkesin hayatında bir kez temsiline rastladığı şu malum örnek vardır; hoca sorar bu haltı kim yedi bu işin yapan bi adım öne çıksın diye söylediğinde topluluğun sanki ağız birliği etmiscesine hep birlikte öne çıkması gibi..). "kötü" olarak addedebileceğimiz nokta nedir diye düşündüğümüzde başarıya erişildiğinde ne gibi şeyler yapılacak? amaç nedir?(sanki bi amacı varmış gibi(!)) "ne yapmalı?" vb. sorulara bi cevabının olmayışı ve bununda yegane sebebinin başsız olması diyeceğiz.. çünkü baş demek iktidar demek.
    gezi direnişi kimilerince başarılı kimileri içinse başarısız olarak değerlendirildi.. her şeyin dışında bize kalan baş olma gibi haslete sahip olmayan ve böyle de sürmeyeceğini hatırlatma gayretinde olacak insanların var olduğu -vakti geldiğinde yine varolacağıdır..
  • zeynep sayın kitabı. hoca’nın tam alanını bilmiyorum ama kitabı genel olarak değerlendirmek gerekirse vehmin nasıl gerçek olarak kurgulanıp süsülü ifadelerle okura sunulmasına güzel örnek.

    arapça bilmeden ibn arabi’yi anlamış maşallah. farsça bilmeden tasavvufu çözmüş. iki cümle de lacan’dan yapıştırdım mı tamamdır. ha benjamin’i ve eşik alegorisini de unutmamak lazım. zaten ideoloji çöplüğü olmuş ülkede takdir edilmemesi mümkün değil.

    bir yerde “tenzih” kavramının köküne inerken kelimenin “nezehhe” den geldiğini söylemiş, yazım hatası değilse vahim.

    muktediri simgeselleştirmekle suçlarken zatı alileri başka bir muktedir olarak simgeleştirmeye devam ediyor, kendisinden böyle bir talep olmamasına rağmen dervişlerin sözcülüğünü üstleniyor.

    abdest almayı bilmeyenin namazın mahiyetini anlatmasına benzer. ama devir öyle devir ki alkışlanacaktır.

    şeyhi ekber hayatta olsa kendisini “ehli hicap” olarak nitelendirdi. ama o perdenin ardındaymış gibi konuşuyor.

    konuşsun ama onunki “ölüm terbiyesi” değil, vehim kalesi.

    son olarak “var olsun” bağzı şeyler.
  • okuduğum en muhteşem kitap desem yeridir. akıcı ve didaktik. samimi ve gerçek. yazarına (bkz: zeynep sayın) hayranlıkla okuduğum bir ‘anlama kılavuzu ‘.
  • çok kişinin kendisine ulaşamadığını düşündüğüm kitap. çünkü çok az biliniyor. kitabın genel konusu ve dikkat çektiği hususlar takdire şayan. bu hususlar; baş-başsızlık söylemi altında iktidar sorgulaması, ceset-beden-leş sorgulaması (burada lacan'ın ayna evresine atıfta bulunmuştu ölümle bir benzerlik kurmaya çalışarak onu anlamlandıramadım), gezi direnişini kalenderliğe bağlaması ve bu olaylar üzerine lacan, benjamin, şeriati'den alıntılar-tek tük ucu kaçmış da olsa-. felsefesini, siyasetini, edebiyatını yalnız kendi lisanında ve kültüründe yani avrupalı olarak siyasi alman dilinde, romantik fransız dilinde görebildiğimiz ve konuşabildiğimiz bu adamların ideolojilerini bu kitapla zeynep hanımın kültüre duyarlı hale getirdiğine inanıyorum.en önemli noktada bu kanımca. hıtaylılar meseli, ve çokça üstünde durulan kalenderler şimdiki dünyanın ötekiliğinin yani marjinalliğin başsız ve sonlu cemaatliliğin temeli kabul edilmiş kitapta. bu, ideolojileri bizim coğrafyamıza çöpleştirmeden taşımanın ve anlamanın tek yolu olabilir; onu kültüre duyarlamak. bizde olanı unutmadan ona yüz çevirip burun kıvırmadan dünyayı anlamak.
    eksiklikleri de mevcut pek tabii. konudan konuya sıçrayışlar-bilemiyorum bir teknik mi deneniyordu- bir konuyu çok uzun uzun ve tekrar tekrar dile getirme, hac-hacer meseli, ölüm ahlakı üzerinde yeterince durulmaması ana temaya oturması gerekirken rastgele geçiştirilmiş tadı vermesi, anne imgesi bunlar da beğenmediğim kısımları.
  • kitabı dün aldım ve hızlı bir şekilde yarısına geldim. zeynep sayın'ın eline sağlık. teşekkürler. çok güzel bir emek, akıcılık ve doluluk. metis yayınları türkçe bildiğime şükretme sebeplerimden. saffet murat tura, engin geçtan, bülent somay( tüm kitapları değil) ve nurdan gülbilek ile beraber yeni favori bir yazarım oldu.
  • aydınlanmacılığın bir mitos, mitosun da bir aydınlanmacılık olduğunu, diğer canlılarla karşılaştırılınca insanın başına bela olan dikilme cinneti yüzünden aydınlanmacılığın da mitosun da doğal mekân karşısında duyulan korkudan kaynaklandığını yazıyor adorno ve horkheimer. aydınlanmacılık mekânı ele geçirmeye çalışırken, mitos onunla uyum sağlamaya, ona benzemeye, ona dönüşmeye çalışıyor. korkudan, korktuğuna egemen olmak isteyen bir başkanlık, bir temellendirme, bir zemin, bir köken, iktidar, erk, arche mitosu oluşturmak yerine tam da ürktüğü için ürktüğüne öykünen, kendini aradan çekmeye, ölmeden önce ölmeye, ürktüğüne benzemeye, onun mekânına dönüşmeye çalışan bir baş-sızlık, bir temel-sizlik, bir zemin-sizlik, bir iktidar-sızlık, bir erk-sizlik, bir an-arche mitosunu canlandırmayı ve onun sayesinde aydınlanmayı arzuluyor bataille. korktuğu mekâna, örneğin ormanı keserek yok etmeye, ormanı ortadan kaldırmaya benzeyen bir egemen-oluş yerine, mekânın koordinatlarına dönüşmeyi isteyen, kendi korkusunu, kendi direncini kırmaktan, kendisi orman olmaktan geçen bir mitos arzusu bu. doğa bilgeliklerine, artı-değer üretmeyen, bu nedenle üretim fazlalığını savaş sayesinde tüketmeye çalışmayan öğretilere benziyor biraz da. ölüm mekanizmasına dönüşmeyen enerji fazlası… her türlü aidiyeti ve kimlik koşulunu, kendine bile ait olmayı reddeden bu türden bir başsızlığın, tanınma savaşı vereceği yerde kendini barışçıl bir talepsizlik içerisinde kamusal alanda, sokakta ve basında görünür kıldığı anda, sahneye tankların da gireceği aşikâr. artı-ürün sonucu olan ekonomi motoru silah sanayii geri durmayacak böyle bir tehdit karşısında: işte örneğin 1982 senesinde seher ile alacakaranlık renklerinde ömer uluç -hangisi olduğu tartışıldığı üzere- ister körfez savaşı’nı, ister 12 eylül darbesini kastetmiş olsun, savaş ile darbe, dünya açma ile dünya kapama, silah ile insan arasındaki ayrımları açığa çıkaran tablonun arka planında ağaran savaş tanı, önünde tankın ezdiği canlı, tuval üzerine yağlıboya… sonlu ve tekbaşlı/tekbaşkanlı bir kemikleşmeye/savaşa hizmet eden bir buyurganlık yerine sonsuz ve başsız bir dalgalanma…

    imkânsız olduğunu bile bile, fani olurken, ölmeden önce ölürken, yere kapaklanırken, can çekişirken, gassalın elinde cesede dönüşürken, yine aynı iktidara talip olmak ve muhalefet yapmak yerine sırtını sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe, bir başlangıcın, bir olayın, ayniyet ve anlam bahşeden herhangi bir kökene yaslayacağına ve bu kökene biar edeceğine baş-sız ve başkan-sız, hüküm-süz ve hükümran-sız bir sarsılmaya teslim olanların, başsızların bir araya geldiğinde oluşturduğu bir cemaat mitosu… yolda buda ile karşılaşırsan, buda’yı öldür diyen öğreti gibi hiçbir tanrıya, hiçbir öndere, hiçbir akla, hiçbir puta tapmayan, bu dünyayı bir yukarıdakine, bir ötesine teslim ederek varoluşu kendi içinde değersiz kılmayan bir mitos… kişinin kendi buradalığının, kendi yetersizliğinin, ölümlülüğünün, bedenselliğinin ve sonluluğunun bilincinde olan, kendi olabilmek için bir ötekine ihtiyaç duyan, ancak bu muhtaçlığı ne kendisiyle ne bir başkasıyla doldurmaya kalkışmayan, içindeki yetersizlik ilkesine kâfi gelecek bir şey olamayacağının farkında olan insanların biat ettikleri, tutundukları hiç kimse ve hiçbir cemaatleri olmadığının ve olamayacağının ayırdında olanların bir aradalığından oluşan bir cemaat mitosu… feci olan yoksunluk ya da yetersizlik değil baudrillard’ın dediği gibi; öldürücü olan doygunluk arzusu, yetersizliği doldurma arzusu her zaman…(2) hiçbir şeyin önderi, özgürlüğün bile önderi olmak istemeyen bir mitos arzusu acéphale’inki… zaaflı, zaafiyetli, başarısızlığa uğramaya mahkûm bir mitos, alfred rosenberg’in alman başlangıcı mitosuna karşı, (3) dikeylik sıtmasından ve başın egemenliğinden sıyrılmış antifaşist bir direniş stratejisi olarak konumlandı… konum ve pozisyon almaktan, kimlik ve kanaat sahibi olmaktan imtina ettiği için ise, konumlandırmayan, konumlandırılamayan bir mitos olarak kaldı: kesik baş mitosu.”

    (2) jean baudrillard, kötülüğün şeffaflığı, çev. ışık ergüden, istanbul: ayrıntı, 1995, s. 34.
    (3) alfred rosenberg, der mythus des 20. jahrhundrets, münih: hoheneichen, 1930.

    zeynep sayın, ölüm terbiyesi, metis yayınları, s. 30-2.
hesabın var mı? giriş yap