• osmanlı tedrisatından geçmiş, ulema bakiyesi bir âlim. hemen anlaşılır zaten biri eski devrin adamıysa; o vakar, o ilim vesaire, ilahiyat fakültelerinden çıkamaz; çıksa çıksa yaşar nuri öztürk çıkar ilahiyatlardan.

    kendisinin ''eshâbı-ı kiram hakkında müslümanların nezih itikadları'' adında harikulâde bir eseri vardır ki; hazret-i muaviye'ye vesaire dil uzatan cahillere, mezhepsizlere verdiği yanıtlarla doludur. maalesef ki, çok eski bir baskısı vardır ve hadisler/ayetler arapça asıllarıyla verilmiştir; yani arapça bilmeyenler için okunması son derece zordur. ben de sağa sola çevirtmek zorunda kalmıştım.

    ömer nasuhi bilmen'in enteresan bir noktası da şudur ki, ''muvazzah ilm-i kelam'' adlı iman esaslarını anlattığı kitabında da ''allah'ın yarattıklarını bir anda yaratması mümkün olduğu gibi; onları safha safha yaratmasına da aklen, ilmen ve dinen bir mâni yoktur'' diyerek, evrim teorisine selam çakmıştır.
  • kaleme aldığı "büyük islam ilmihali " eseri şu bölümlerden oluşmaktadır :

    1- akaide dair
    2- taharetlere , sulara dair
    3- namazlara dair
    4- oruçlara, yiyenlere, adaklara ve keffaretlere dair
    5- zekat, sadaka-i fıtra dair
    6- haclara dair
    7- kurbana vesair kesilen hayvanlara , avlara dair
    8- kerahiyet ve istihsana, yani helal , haram, mübah ve mekruh olan şeylere dair
    9- islam ahlakına dair
    10- isimleri kuran-ı kerim'de zikredilen büyük peygamberlerin mübarek siyretlerine, tarihçelerine dair.
  • yetimdir. aslen erzurumludur. amcası ebduurezzak hilmi efendi'den ilk ilmi erzurumda alır. sonra istanbula gelir fatih medreseinde ders alır. tokatlı şakir efendinin derslerine devam eder. iki yıl ders takibinden sonra icazet alır. hukuk mektebinden birincilikle mezun olur. 28 yaşında hukuk müderrisi olur. çanakkale savaşına gönüllü katılmak ister. fakat alınmaz. kardeşi çanakkalede şehit olmuştur.
    darüşşafak lisesinde, imam hatip lisesinde görev yapmıştır. iyi dercede fransızca, farsça, arapça bilmekteydi. istanbul müftülüğü yapmıştır.
    çok bilinmese de iyi bir şairdir.
  • 1883'te erzurum'un salasar köyünde doğdu. babası hacı ahmet efendi, annesi muhibe hanım'dır. küçük yaştayken babasının vefat etmesi üzerine, erzurum ahmediyye medresesi müderrisi ve nakibüleşraf kaymakamı olan amcası abdürrezzak ilmi efendi'nin himayesine girdi. amcasının ve erzurum müftüsü narmanlı hüseyin efendi'nin rahle-i tedrisinden geçti.
    iki hocası da yakın aralıklarla ölünce, 1908'de istanbul'a giderek derslerine devam ettiği fatih dersiamlarından tokatlı şakir efendi'den icazet aldı. ders vekâleti'nce açılan imtihanı kazanarak 1912'de dersiâmlık şahadetnâmesi aldı. bu arada okumakta olduğu medresetü'l kudat'ı da bitirdi. 1912 yılının eylül ayında bayezid medresesi dersiâmı olarak göreve başladı. 1913'te fetvahane-i ali müsevvid mülazımlığına tayin edildi. bir yıl sonra başmülazımlığa terfi edildi. 1915'te heyet-i te'liffiyye üyesi oldu, 1922'de bu dairenin kaldırılması üzerine dersiamlığa devam etti.
    1943'te istanbul müftülüğüne getirildi. 30 haziran 1960 tarihinde türkiye cumhuriyeti'nin beşinci diyanet işleri başkanı olarak atandı ve daha bir yılını bile doldurmadan emekliye ayrıldı. on ay gibi kısa bir sürede görevinden ayrılmasının nedeni, dönemin yöneticilerinin türkçe ezan ve daha birçok konuda diyanet işleri başkanlığı'nı politik amaçlarına alet etmek istemesiydi. ömer nasuhi bilmen de, selefleri gibi dini meseleler konusunda asla taviz vermeyen bir yapıya sahipti. nitekim, 1960'lı yıllarda dinde reform gerekliliğini savunan ve bunun için çabalayanlara: "bozulmayan bir dinde reform mu olur" diyor ve islam'ın ortaya koyduğu iman, ahlak ve hukuk ilkelerinin orijinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunuyordu.
    uzun memuriyet hayatı boyunca öğretmenlik hizmetinde de bulunan ömer nasuhi bilmen, darüşşafaka lisesi'nde yirmi yıla yakın bir süre ahlak ve yurttaşlık dersi okuttu. istanbul imam hatip okulu'nda ve yüksek islam enstitüsü'nde usul-i fıkıh ve kelam dersleri verdi. hayatının sonuna kadar ilmi çalışmalarını sürdürdü ve sekiz ciltlik tefsirini emekli olduktan sonra yazdı. 12 ekim 1971'de istanbul'da vefat eden ömer nasuhi bilmen edirnekapı sakızağacı şehitliğine defnedildi.
    ömer nasuhi bilmen, istanbul müftülüğüne tayin edildiği tarihten itibaren vefat edinceye kadar gerek ilmi ve ahlaki otoritesi, gerekse sâmimi dindarlığı ve tevazuu ile dini konularda ülke insanının başlıca güven kaynağı olmuştu. ehl-i sünnet mezhebini şahsında tam bir liyakatle temsil ettiği için herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. bunda şüphesiz, yaşadığı sürece aktif politikanın dışında kalmasının da önemli bir rolü vardır. arapça ve farsça'yı da çok iyi bilen, türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazabilen ömer nasuhi bilmen, bir ara fransızca'ya da merak sarınış ve bu dili de tercüme yapabilecek kadar öğrenmişti. kendisi erzurum ağzı ile konuştuğu halde eserlerinde kullandığı üslup ağdalı fakat mükemmel denebilecek kadar sağlamdır. gençliğinde yazdığı türkçe ve farsça şiirlerinde de duygu, düşünce ve ölçü açısından oldukça başarılıdır.
    hayatının büyük bir kısmını telifle geçiren ve temel islami ilimler alanında çok sayıda eser veren ömer nasuhi bilmen'in başlıca eserleri şunlardır:

    latin harflerinin kabulünden sonra türkiye'de islam hukuku alanında kaleme alınmış ilk ve en muhtevalı eser olan ve o dönemde akademik çevrelerde büyük yankı uyandıran hukuk-ı islamiyye ve islahat-ı fıkhıyye kâmûsu; mezhepler arası mukayeseli sistematik bir islam hukuku kitabıdır. onun türkiye çapında tanınmasını sağlayan diğer önemli bir eseri de, büyük islam ilmihali' dir. günümüz gençliğinin anlayabilmesi için sadeleştirilmiştir. diğerleri ise;

    1-kur'an-ı kerim'in türkçe meali alisi
    2-kur'an-ı kerim'in türkçe tefsiri,
    3-büyük tefsir tarihi,
    4-kur'an-ı kerim'den dersler ve öğütler,
    5-sure-i fethin türkçe tefsiri
    6-i'tilâ-yı islam ile istanbul tarihçesi,
    7-hikmet goncaları,
    8-muvazzah-ı ilm-i kelâm,
    9-mülahhas ilm-i tevhid
    10-akaid-i-islamiye,
    11-yüksek islam ahlakı,
    12-dini bilgiler'dir.

    ömer nasuhi bilmen'in ayrıca gençlik yıllarında farsça olarak yazıp türkçe'ye çevirdiği nüzhetü'l ervah adlı bir divançesiyle,iki şükûfe- i taaşşuk adlı bir de, romanı vardır.
    (t.d.v. islam ans.)
  • okunması basit, anlaşılması kolay bir ilmihal yazarak ölümünden yıllar sonra bile hayırla yad edilen ilim insanı.
  • rıza çöllü hoca bir röportajında nasuhi hoca ile olan bir hatırasını anlatır:

    "size bir hatıramı anlatayım efendim. 54'de genç, yeni vazife aldığımız zamanlarda ömer nasuhi bilmen hocaefendi'yi ziyarete gelmiştik istanbul'a. o zaman demokrat parti kahir bir ekseriyetle iktidara gelmiş, halk partisi 33 mebusa düşmüştü. başbakan adnan menderes'in baş müsteşarı ve daha sonra onun başını yiyen adam ahmet salih korur istanbul müftülüğünü teftişe gelecek, dediler. herkesin eli ayağı dolaştı, ne yapacaklarını şaşırdılar. fikri aksoy "ne korkuyorsunuz yahu, dünyaya bâki misiniz, geleceği varsa göreceği de var" dedi. cesaretli bir arkadaştı.

    müsteşar, ömer nasuhi hocanın oraya çıktı. o zaman müsteşar bakanlığa bağlı değil, direk başbakanlığa bağlı idi. biz de hocaefendinin etrafındayız. ömer nasuhi hocanın odasında namaz kılınan perdeli bir bölüm vardı. paravan. müsteşar salih korur'un gözüne o ilişti. "bu ne?" dedi. ömer nasuhi hoca, efendim öğle, ikindiyi burda kılmak durumunda kalıyorum, dedi. müsteşar "burası cami değil, burda namaz kılamazsın" diye bağırdı, hatta hakaret etti. hoca, "efendim vazifeyi aksatmayalım diye oluyor" diye aşağıdan aldı. bu sefer müsteşar perdeyi daha da yükseltti. bağırdı, bağırdı. baktı ki müftü efendi bu adama idare-i kelam etmeye gerek yok, geçinmek mümkün değil. birden hocaefendi celâdete geldi. "bana bak cahil, ahmak herif, sen beni anlamaktan bile aciz bir zavallısın" dedi. böyle denilince astığı astık, kestiği kestik adam neye uğradığını şaşırdı. "burada kahramanlık yaparsın, yarın ankara'dan kolundan tutup atılınca yalvarırsın" dedi. hocaefendi "ben hayatımda bugüne kadar hiç talip olmadım, hep matlup oldum. sen kendini ne zannediyorsun, ben kendimle iftihar etmem ama bütün ilim camiası beni bilir. sen bunu anlamaktan bile acizsin" dedi. müsteşar "seni vazifeden atarım" dedi. hocaefendi, "bir kaide-i külliyye vardır, başkasının rızkı ile oynayanın allah rızkını keser, sen de belânı bulursun" dedi. müsteşar "senden daha iyisini bulurum" deyince hocaefendi tekrar: "tabii bu millet, benden ve siz gibi zalimlerden daha iyisine lâyıktır" diye cevap verdi. bütün müftülük personeli de bu konuşmalara şahit oluyor. adam perişan oldu kaçtı, gitti. o gittikten sonra hocaefendi "getirin bir kâğıt, böyle zalimlerin emrinde vazife zillettir, istifa edeceğim" dedi. fikri aksoy, "hocam bizim davamızda gâvura kızıp oruç bozmak var mıdır? sen burdan hiç bir yere gidemezsin" dedi ve istifa etmesi engellendi."
  • türkçe ezana karşı çıkanların başında gelmektedir.
  • yazdığı ilmihalin orijinal halini, bugünün gençleri okusa da pek anlayamaz. bu sebeple günümüz türkçesiyle yazılmış basımını okumalarında yarar var. orijinalini anlamak için epey osmanlıca sözcüğü bilmek gerek.
  • böyle diyanet işleri başkanları da vardı...

    demokrasi ve hukukun askıda olduğu, muhalif her görüş ve düşünceden insanın derdest edilip zindanlara tıkıldığı o ortamda ‘dinde reform yapalım’ taleplerini ‘bozulmayan dinde reform olmaz’ diyerek reddetti. ömer nasuhi bilmen’in hikâyesi...

    "bir varmış bir yokmuş. evvel zaman içinde bir ülkede haramiler bir gece baskını ile yönetimi ele geçirmiş. devletin hazinelerine konmuşlar. bürokrasiye kendi adamlarını getirmişler. dinde reform adı altında bazı planları hayata geçirmek istemişler. diyanet işleri başkanlığı’na da bir atama yapmışlar. asrın tefsirine savaş açmasını istemişler ondan. demokrasi ve hukukun askıda olduğu, muhalif her düşünceden insanın derdest edildiği, zindanlara tıkıldığı o ortamda diyanet’e gelen bütün talepler reddedilmiş. reis, sultan sofralarına oturmamış. olanları belki masal gibi anlattık ancak hepsi gerçek. peki, ‘böyle diyanet işleri başkanımız da mı varmış’ dedirten bu kişi kim? işte onun, ömer nasuhi bilmen’in hikâyesi…

    diyanet işleri başkanlığı 3 mart 1924 tarihinde şeriye ve evkaf vekaleti’nin yerine islam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek için kuruldu. anayasa’nın 136. maddesine göre bütün siyasi düşünce ve görüşlerin dışında kalması gerekiyordu. müftüler, vaizler ve imamların hepsi o günden bu yana bu kurum tarafından atanıyor. ilk başkan mehmet rıfat börekçi’ydi (1924-1941). bugüne kadar 17 başkan görev yaptı. ahmet hamdi aksekili (1947-1951) ve ömer nasuhi bilmen (1960-61) bu isimler içindeki en önemli din âlimleriydi.

    tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra devlet, din işlerini diyanet eliyle yürütmek istiyordu. diyanet işleri başkanlığı’na atananlar bu doğrultuda görev yapmak zorundaydı. iktidarlar diyanet’e diğer teşkilatlar gibi çok dokunmadılar ancak her olağanüstü dönemde toplum ve siyaset mühendisliği yapanların kullandığı teşkilatların başında diyanet geldi.

    27 mayıs, 12 eylül ve 28 şubat’ta da diyanet işleri başkanlığı öne çıkan kurumlardan biri oldu. kurum, psikolojik harekâtın parçası yapıldı. bazı başkanlar baskılara direndi ve dinin emirlerini muktedirlerin talimatlarından üstün tuttu. makam ve mercedes gibi iltifatlara itibar etmediler. şu partiye bu partiye oy verin diye hutbe okutmadılar. kitap fuarlarında ayrımcılık yapmadılar. ömer nasuhi bilmen o başkanlardandı ve adı tarihe geçti.

    bilmen, 27 mayıs 1960 darbesinden bir ay sonra (30 haziran) göreve getirildi. 27 mayısçıların gündemindeki en önemli konulardan biri ‘dinde reform’du. türkçe ezan, kuran-ı kerim’in türkçe okunması, camilerin folklorik amaçlı yeniden düzenlenmesi gibi dinin özüne aykırı ehl-i sünnet çizgisini dışlayan birçok tahripkâr anlayış bu dönemde güçlü bir zemin bulmuştu. 15 temmuz’da (1960) yapılan dil kurultayında ezanın türkçe okunmasına ilişkin karar alındı ve teklifin diyanet işleri’ne duyurulmasına karar verildi. önergeyi hazırlayan delegeler, 27 mayıs inkılabından sonra ezanın hâlâ arapça okunmasının devrimlere aykırı bulunduğunu belirtmişti. diyanet’e gelen 2.7.1960 tarih ve 4240 sayılı yazıda, “milletten gelen çok büyük bir talep var. ezan yeniden değiştirilsin, türkçeleştirilsin ve camide de ibadetler yeniden türkçe yapılsın.” deniliyordu. buna karşı ömer nasuhi bilmen tarafından verilen cevap aynen şöyleydi:

    “ezan sadece bir ilan değil, peygamberimiz tarafından takrir buyurulmuş olan hususi lafızlarla namaz vakitlerinin girdiğini bildiren kitap, sünnet ve icma ile sabit dinî bir ilan ve ilamdır. peygamberimiz devrinden itibaren her devirde ve her yerde bütün müslümanlar tarafından aynı lafızlarla okunagelmiş olan ezanı hususi lafızlarından başkasıyla okutmaya kalkışmak, peygamberimizden, ashabından ve 400 milyonluk islam camiasından ayrılmak demektir ki kalbinde uhrevi mesuliyet hissi taşıyan hiçbir müslümanın buna cüret ve cesaret edebileceğine ihtimal verilemez.”

    büyük islam âlimi bediüzzaman said nursi, 23 mart 1960’ta vefat etmişti. 27 mayısçıların ilk işlerinden biri bediüzzaman’ın naaşını urfa’dan bilinmeyen bir yere taşımak oldu. kuran tefsiri olan risale i nurlara teveccühün de kırılması gerekiyordu. devlet başkanı cemal gürsel’in başkanlığında toplanan bakanlar kurulunda nasıl bir yol izleneceği ile ilgili kararlar alındı. millî birlik komitesi ve gürsel bizzat konunun takipçisi oldu. ‘nurculuk’ aleyhine beyanatlar verdi. türkiye’nin çeşitli illerinde nur talebelerine baskınlar düzenlendi. ömer nasuhi bilmen’in 27 mayısçılara karşı direndiği konulardan bir diğeri, “diyanet işleri başkanlığı tarafından, nur risaleleri aleyhinde yayın yapılması” isteği idi. bilmen, samimi kanaatlerine zıt ve ters olan böyle bir yayını kabul etmedi. ömer nasuhi bilmen’in nur risaleleri ve müellifi bediüzzaman said nursi hakkındaki kanaatleri olumlu bir yönde idi. bediüzzaman’ın eserlerinin kendi yazdıklarından daha fazla insanlara te’sir ettiğini söyleyen bir talebesine “o ilhamla yazıyor” anlamında şeyler söylemişti.

    30 haziran 1960’ta darbeden hemen sonra diyanet işleri başkanlığı’na getirilen ömer nasuhi bilmen, 9 ay sonra bu görevinden ayrıldı. bilmen’in yerine hasan hüsnü erden atandı. devlet bakanı hayri mumcuoğlu, “diyanet işleri’ne gayet uyanık ve devrimci bir şahıs getirdik.” dedi (milliyet, 9 nisan 1961). 3000’e yakın imam ve vaiz kursa çağrıldı. müftülüklere ilahiyat mezunlarının getirilmesi kararlaştırıldı. ankara ilâhiyat fakültesi öğretim üyelerinden neşet çağatay’a nurculuk aleyhine bir eser yazdırıldı. ödemiş müftüsü turan dursun da said nursi’yi karalayan bir kitapçık bastırdı. ankara’ya çağrılan müftülere brifing verildi. vaiz ve imamların cami kürsülerinde, vaazlarda ve konferanslarda ‘nurculuk’ aleyhine konuşmaları istendi.

    ehl-i sünnet âlimi

    türkiye’nin beşinci diyanet işleri başkanı, tefsir ve fıkıh âlimi ömer nasuhi bilmen, 1883 yılında erzurum’un salasar köyünde doğdu. küçük yaşta babasının vefat etmesi üzerine erzurum ahmediyye medresesi hocası ve nakıbüleşraf kaymakamı olan amcası abdürrezzak ilmi efendi’nin himayesinde eğitim görmeye başladı. amcasından ve erzurum müftüsü narmanlı hüseyin efendi’den ders aldı. iki hocası da yakın aralıklarla ölünce istanbul’a gitti (1908) ve fatih dersiamlarından (osmanlı döneminde camilerde ders vermeye yetkili kişi olan profesör) tokatlı şakir efendi’nin derslerine devam edip diplomasını aldı (1909). ayrıca, o sıralarda okumakta olduğu hukuk fakültesini de bitirdi (1913).

    arapça ve farsçayı çok iyi bilen, türkçe ile birlikte üç dilde yazabilen ömer nasuhi bilmen, temmuz 1913’te fetva dairesinde kâtipliğe başladı. 30 haziran 1960 tarihinde diyanet işleri başkanlığı’na tayin edilinceye kadar çok çeşitli görevlerde bulundu. henüz bir yılını doldurmadan 6 nisan 1961’de diyanet işleri başkanlığı’ndan emekliye ayrıldı. ömer nasuhi bilmen, dârüşşafaka lisesi’nde yirmi yıla yakın bir süre ahlak ve yurttaşlık dersleri okuttu. istanbul imam hatip okulu’nda ve yüksek islâm enstitüsü’nde usûl-i fıkıh ve kelâm dersleri verdi. hayatının sonuna kadar ilmî çalışmalarını sürdüren bilmen, inananlara ışık olan sekiz ciltlik ünlü tefsirini emekli olduktan sonra yazdı.

    bilmen’de, tahsil hayatına başladığı günden istanbul’da vefat ettiği ana kadar okuma, öğrenme ve öğretme aşkı hiç eksilmedi. kuran-ı kerim’i dört yaşında okumaya başlayan bilmen, kendi ifadesiyle kuran’a âşıktı. ilim öğrenme ve öğretme arzusuyla daima okudu yazdı ve talebe yetiştirdi. bilmen, siyasete asla yönelmemiş, daima siyasetten uzak kalmış, evlatlarına da siyasetten uzak kalmalarını vasiyet etmişti.

    bilmen, 1947-1948 yılları arasında yayımladığı büyük islam ilmihali, 3 milyonun üstünde baskı yaptı. türkiye’de uzun yıllar ele alınmayan pek çok konuyu açıklayarak, halkın dinî bilgilerle ilgili ihtiyacının giderilmesinde önemli bir boşluğu doldurdu. bilmen’in diğer eserleri şunlar: hukuk-i islâmiyye ve ıstılahat-ı fıkhiyye kamusu, kur’ân-ı kerîm’in türkçe meâl-i âlisi ve tefsiri, büyük tefsir tarihi (1955-1961), kur’ân-ı kerîm’den dersler ve öğütler (istanbul 1947), süre-i fethin türkçe tefsiri î’ülâ-yı islâm ile istanbul tarihçesi (1953, 1972), hikmet goncaları: 500 hadisin tercüme ve izahını ihtiva etmektedir (1963), muvazzah ilm-i kelâm’ (1955), mülehhas ilm-i tevhid akaid-i islâmiye (1962-1973), yüksek islâm ahlâkı (1949-1964). 12 ekim 1971’de istanbul’da hakk’ın rahmetine kavuştu.

    büyük islam ilmihali’nden

    bir kimse bir eşya çalamaz, çalınmasına razı olamaz, ona yardım edemez bu haramdır, yasaktır. ferdlerin ve cemiyetlerin selametine, selamet ve mutluluğuna aykırı olan şeyler, islam dininde yasaktır, haramdır. bunların yapılması, hem dünyaca, hem de ahiretçe sorumluluğu gerektirir. bunlara “günah, masiyet, ism” denir. günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz olmadığı gibi, o gibi şeylere razı olmak ve bir zorlama olmadıkça yardım etmek de caiz değildir. misal: bir kimse, bir eşya çalamaz, bu haramdır, cezayı gerektirir. bir kimse bir şeyin çalınmasına razı da olamaz, ona yardım da edemez. bu da haramdır, yasaktır. günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek, yerine göre ya haram ya da mekruh olur. bu, dinde bir esastır. bunun üzerine çeşitli binlerce mesele bina edilebilir. misal: bir kimse, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak için bir kimseden bir mal alamaz. bu rüşvettir, haramdır. onun için bir haksızlığı geçerli kılmak için bir insan bir mal veremez ve böyle bir malın verilmesine aracı da olamaz. bunlar da haramdır, yasaktır. çünkü böyle alınması yasak olan bir şeyin, verilmesi de, verilmesine aracı olunması da haramdır, yasaktır. bir hadis-i şerifte buyurulmuştur: “yüce allah rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların arasında rüşvete aracı olana da lânet etsin.”"
  • ömer nasuhi bilmen hoca merhum (ö. 1971) saygın bir ilim adamı. erzurumlu. istanbul’da yaşamış, diyanet işleri başkanı olmuş.

    devrim sonrası, eski kültürümüzle irtibatı yeniden kurma çabaları sonucu büyük eserler vermiş. onun en yaygın bilinen eseri ise büyük islam ilmihali. bizim öğrencilik dönemlerimizin yegane sayılabilecek en temel baş ucu kitabımız. müftü olunca da elimizden düşürmediğimiz fetva kitabımız.

    sonraları galiba dili ağır geldi ve sadeleştirildi. ama hâlâ oluşturduğu karizması devam ediyor.

    işbu çok değerli başucu kitabımızı mehmed said hatiboğlu hoca tenkit ediyor.

    niye?

    çünkü onun penceresinden bakıldığında bu kitap islam’ın nezahetine leke olabilecek ifadeler içeriyor. söz gelimi o şeyle diyor:

    “çünkü bizim ulemamızın çoğu, kendi ihtisasları dışındakilerin dediklerini bilmeye ne lüzum görmüş, ne de zaman bulabilmiş, ancak nakille yetinmişlerdir. günümüz türkiye’sinde de bu durum pek değişmiş sayılmaz. mesela hanefi fıkhı allamesi erzurumlu ömer nasuhi bilmen merhumun, milyonlarca baskısı yapılan büyük islam ilmihali’nde, içine fare … düşmüş kuyuların temizlenmesiyle ilgili olarak hâlâ bin sene evvelinin, bugünün ilmine göre sağlığa mutlak aykırı fetvalarına yer verilmekte, ilgili uzmanların görüşlerine işaret etme ihtiyacı asla duyulmamış görülmektedir. bu kayıdsızlığın vehametini anlayabilmek için, işbu ilmihalin 1968 baskısının 54. sahifesi 63. maddesini misal olarak alıyorum:

    “bir kuyu, içine düşen deve, koyun, keçi, at, katır, merkeb, sığır, manda tersleriyle (kakalarıyla) –muhtar olan kavle göre (tercih edilen alim görüşüne göre) pis olmaz. bu terslerin yaş veya kırık olmasıyla, kuru ve sağlam olması arasında fark yoktur. çünkü bunlardan korunmak pek müşkildir”.

    bu satırları okuyan günümüz aydınının “aman ya rabbi!” diyerek utanca boğulduğunu görür gibiyim. anlaşılıyor ki, temizleme zorluğundan dolayı pis bir şeye temiz damgası vuran muhtar (!) kavilleri temizlenmedikçe, temiz islam’ı ortaya koyabilmenin imkanı yoktur. bu fetvaları halen geçerli sayıp tatbik etmeye kalkışacakların maruz kalacakları felaketlerde baş sorumlu acaba kim olacaktır dersiniz? (mehmed said hatiboğlu, islam’ın aktüel değeri üzerine 1, otto y. ankara 2009, s. 139)

    garibce diyor ki: sorumlu evvelemirde hatib hoca olacak.

    niye: çünkü gördü ama yazmadı.

    ömer nasuhi bilmen ancak elinden geleni yaptı. akran ve emsalleri içinde hiç kimsenin yapamadıklarını o yaptı.

    hem ilmihal yazdı hem o koskoca mukayeseli islam hukuku muhalled eserini.

    evvela şunu sormak lazım: bilmen hoca, hatib hocanın beklentisi doğrultusunda bir ilmihal yazabilir miydi?

    bence yazamazdı.

    neden?

    çünkü bilmen hocanın yaşadığı hayat ve içinde bulunduğu imkanlar onu çepeçevre kuşatıyor ve her yönden onu sınırlandırıyordu.

    hatib hocanın hayretle dikkatini çeken satırları garibce ve emsalleri defalarca okumuşlardı ama hiç de onların dikkatini çekmemişti.

    neden?

    çünkü garibce ve emsalleri köylü idi, kırsal hayatta doğmuşlar ve büyümüşlerdi. şehire geldiklerinde de beraberlerinde köylülüklerini de getirmişlerdi. bilmen hocanın anlattıkları, kırsal (yarı bedavet) hayatın bir parçasıydı. o yüzden de hatib hocanın büyük bir utanç meselesi olarak gördüğü şey hâlâ o hayatın içinde olan ya da olduğunu sanan kimselerin garibine gidecek bir durum değildi.

    henüz daha yürümesini pekleştirdiği andan itibaren annesiyle birlikte koyun sürüsünün eğleştiği yere koyunları sağmaya giderlerdi. garibce koyunun başını tutar, annesi de helkeye sütü sağardı. tabii bu arada hayvanın tabii ihtiyacı gelebilir ve utanacak ve de tutacak değil ya ihtiyacın görüverirdi. haliyle memelerinin altına konulan helkenin de ağzı açık olduğu için hayvanın dışkısı sütün içine düşüverir, sağım yapan kadıncağız da yüzünü biraz buruşturarak sütün üzerinde yüzen o boncuk boncuk nesneleri eliyle şöyle atıverir, geride hafif sarımtrak bir renk kalır, o da kaybolur giderdi.

    ha bir de köye dolu helkeler elde sütle dönülürken helkelerin içine kasdı mahsusla bir iki kığı atanlar da olurdu. nazara bire bir olduğuna inanılırdı.

    köy süt ve yoğurdunun neden lezzetli olduğunu şimdi ben daha iyi anlıyorum galiba.

    hatib hoca bunları bilmez.

    sonra diyelim bizim susuz yurda gittiniz. akşama kadar orda çalışmak zorundasınız. adı üstünde: susuz yurt. hiçbir yerde su yok. sadece bir kuyu var, hepsi o kadar.

    kırsal kesim demek tarım kadar hayvancılık da demektir. tarım da hayvan gücüyle yapılırdı. dolayısıyla sığır cinsinden hayvanların, taşımayı sağlayan at, eşek, katır gibi hayvanların kırsal kesimde vücudu zararat-ı hayatiyedendir. koyun keçi türünden davar ise zaten her yerde otlamak durumundadır. eee bunların dışkılama ihtiyaçlarını kontrol edemezsiniz. bunlar ihtiyaç duydukları yere bırakırlar. sonra güneş bunları kurutur ve hafifler, çıkan bir rüzgar da alır önüne savurur ve nerede bir kuytu yer varsa oralara doldurur. susuz yerlerde lütuf eseri bulunan kuyular geneli itibariyle özellikle sıcak yaz mevsimlerinde dolu olmaz, bazı hallerde ancak kova yardımıyla su çekilerek kullanılabilir. dolayısıyla rüzgarın önüne kattığı nesneleri savurduğu kuytu yerlerden biri de bu kuyulardır. arazide olan kuyuların yüzeyinde illa ki az ya da çok bu tür savruntular bulunur.

    orada bulunmak ve yaşamak zorundaysanız, sizin ille de o kuyudaki sudan yararlanabilmek için bir yolunu bulmanız lazım. o yüzünde yüzenlerin izahını yapmanız lazım.

    bunu bilmen hoca çok iyi bilir. garibce de bilir. ama hatib hoca bunu nereden bilsin.

    bilmen hoca tarım toplumunun bir temsilcisi. kendisi o hayatı yaşamamış bile olsa zihnî kodları tamamen o döneme ait. elindeki malzeme hep o hayatın ürettiği bir birikim. kendisi de çok ender bir paye ile –çünkü akranları içinde ikinci bir bilmen hoca yok- bu birikimin üzerinde oturan bir kişi olarak onları değerlendirmiş, kopan gelenekle irtibatı yeniden sağlamanın çabası içinde olmuş ve başarılı da olmuş.

    bilmen hocayı bindiği at, eşek katır ilgilendiriyordu. onların yedikleri ve çıkardıkları haliyle bir sorun olarak onu çevreliyordu. o da haklı olarak çözdüğü sorunlar arasına eşeğin, atın, katırın battığı şeyin necis ya da temiz olduğunu, çıkardıkları şeyin keza necis ya da tahir olup olmadığını, haydi necaset-i hafife diyelim, bu kez içine karışmış olduğu şeyi necis edip etmeyeceğini haliyle sorun ediniyor ve cevabını ilmihale yazıyordu. ilmihal, yaşanılan hayatın rehber kitabı demekti. yazılanlar onun hayatına ya da öngördüğü hayata tıpatıp uyuyordu.

    haliyle ben de susuz yurt’ta çalışacağım zaman, oradaki kör kuyunun suyunu içmede bir sakınca görmeyecektim, çünkü bunun fetvası zaten verilmiş oluyordu. kaldı ki fetvası verilmese bile ben onu gene de içmek zorunda olacaktım.

    oysa hatib hoca yaşadığı hayatta eşeği, atı, katırı sadece seyirlik olarak görmüş, onları belgesellerde ancak izlemişti. o, biz onu bildik bileli mercedese binerdi. hiç kimsenin doğru dürüst arabasının olmadığı yıllarda bile bineği mercedesti. allah için hocaya da yakışırdı. hem hakkını da verirdi. “bizim mercedes ne güne duruyor ki!” diye daha yeni tanıştığı konyalı bir talebeyi ta otogara yetiştirmişti (bunu zekeriya güler anlatıyor ve bu sadece örneklerden biriydi). ilim talebelerine hizmeti kendine şiar edinmiş biri olarak terkisine talebelerini de bindirirdi ve bundan da büyük bir haz duyardı.

    mercedes su içmezdi, suya batmazdı. o yüzden onun böyle bir problemi yoktu.

    mercedes dışkılamazdı.

    ama bu kez mercedesin de çıkardığı şeyler vardı. hatib hoca işte yaşamının bir gereği olarak ancak bunları sorun edinebilirdi.

    dolayısıyla hatib hoca eğer ilmihal yazmış olsaydı, kuyulardaki necaset miktarının tahammül edilebilecek miktarıyla değil, havaya salınan karbonmonoksit gazının müsamaha edilebilir limitiyle ilgilenir ve ilmihaline onları yazardı.

    merkeplerin gördüğünde duracağı kırmızı ışık, geçeceği yeşil ışık yoktu.

    ama mercedes için yanıp sönen ışıklar, bir sürü işaretler vardı.

    hayvanların kendiliklerinden verdikleri zarar hederdi. ama sürücüsü varsa o zaman sorumlu olan sürücü olurdu.

    mercedes kendi gitmezdi, kendi durmazdı. ille ki onu yürüten, durduran hatib hocası vardı. hatib hoca ilmihal yazsaydı yolların genişliğinin yüklü iki deve karşılaştığı zaman kolaylıkla geçebileceği kadar olmalı diye yazmaz, iki taraflı araçların park ettiği yerin ortasından en azından itfaiye aracının geçebileceği genişlikte olması gerekir diye yazar, bilmen hocanın hilafına trafik ile ilgili çok önemli bir bölüm açar ve yazar da yazardı. ahkam-ı hamse (ya da seb’a) nın en güncel örneklerini trafik sorunlarından verirdi.

    hatib hoca maaş ile geçinen bir adamdı. zekatta nisabı yazacak olsaydı işe herhalde vaktiyle dağdaki göçebe hayat sürenlerin davarlarıyla söze başlamazdı. böyle bir şey onu bozardı. insanların yaşadıkları dünyada ve kıtada ve bölgede ve ülkede refah düzeyini ölçen genel geçer kıstasları esas alır ve kişinin ekonomik durumunu ona göre belirler, kimin varsıl kimin yoksul olduğunu ona göre ayarlardı.

    belki kimilerine göre saçmalamış olabilirdi. ama o emindi ki saçmalama hakkı sadece böyle bir isnadı kendisine yöneltenlerin tekelinde değildi.

    garbice diyor ki: ben bir uc tuttum. sarması artık okuyucu olarak sana kalmış gibi.

    sahi hatib hoca ilmihal yazsaydı, sizce neler yazardı?

    bilmen hocamıza rahmet diliyorum.

    (bkz: https://garibce.blogspot.com/…tiboglu.html?spref=fb)
hesabın var mı? giriş yap