• bankta oturup simit yemeği de bilir, çırağan sarayı'nda ki bir davette nasıl davranacağını da...
  • muz alırken hala etikete iki kere bakma eğilimi yaratır. muz alabilmek lükstü geçmişte, öyle de saplanıp kalmış beynimize.
  • mutluluktur. başaracak, başarmaya çalışılacak çok şey vardır çünkü. başarmayı geçtim, insanın istediklerine sahip olmasının ne kadar büyük bir şey, sevindirici bir şey olduğunu öğreten başka bir durum bilmiyorum.

    çocukken abinin eskileri giyilir. öyle büyük bir şey ki bu. biraz solmuş olan tişörtler, pantolonlar bayram ettirir. abinin giysileridir onlar; atılmamışlardır ve artık size aittirler. yenileri alınabilir tabii, fakat aileye ufak da olsa o yükün bindirilmemesi gerektiği bir şekilde anlaşılıyor o zamanlardan. nasıl olduğunu bilemiyorum, fakat yeni kıyafetin, abimin eskileri varken lükse kaçtığını düşündüğümü anımsıyorum.

    durumu daha iyi olanların evinde oynanan oyunlar mesela. amiga veya atari, fark etmez. birkaç saat için bambaşka bir dünyanın kapıları aralanmış olur. cip-helikopter olma savaşları, street fighter'da tokatlanan arkadaşın ensesine patlatmak, daha neler neler. üzülmez o çocuk akşam evine giderken. tekrar o eve gidene kadar bir önceki oyun gününü düşünür, beklemeyi bilir.

    beslenme çantasıyla okula götürülen peynirli poğaçalar vardır, bir döneme damga vururlar. annenin kendi elleriyle yaptığı poğaçalar, tadı hâlâ damakta gizlidir. fazla gelen poğaçalar arkadaşlarla paylaşılır. çook uzun zaman geçti, hâlâ o poğaçalardan bahseder arkadaşlarım. küçük, peynirli.

    muz, sarelle, çilek, baklava ve özellikle pastırma bayram demektir. öyle hemen hapur hupur girişmeli bayram değil. bayram ne demekse, tam anlamıyla öyle bir şey. bağımsızlığımızı kazanmışız gibi. pastırmaya şöyle bir bakılır önce. çemeni, kokusu, her şeyi tamam. küçük küçük yenir, bir anda ağza atılmaz. bir daha kim bilir ne zaman yenecektir çünkü. baklava biraz daha iyi durumda; her üç ayda bir, anneanne üç aylığını alınca yarım kilo baklava alınır eve. dört kişi, kişi başı üç baklava. sırayla yenir: üst kat ve fıstığın asıl bulunduğu alt kat. fıstığın tadı beyne iyice nakşedilir, güzel bir yemekten sonra hatırlamak için. abimin evlenmesiyle baklava sayısı dörde çıktı, fakat fazladan gelen bir baklava yerine eskinin üç baklavasını tercih ederim. çok özlüyorum yan yana duran o üç baklavayı.

    yaz tatilleri... denkleştirilen parayla haftada bir, iki haftada bir wonderland'e gidilir. "kayarken dikkat et, bir yerini vurma," diye uyarır abi. bir ara boruların bağlantı yerlerine jilet koyduklarını söylemişti, hiç kaymadan sırf yüzmüştük. paranoyak diyemeyeceğim, sadece her şeye karşı çok dikkatliydi, kardeşiyle sürekli uğraşsa da onu korumaya çalışırdı. ilkokulda teneffüste leblebi tozu satarken tezgâhını devirmişler, belki o zamanlardan temkinli yaklaşıyordu hayata. neyse, wonderland, evet. sonra laborant olan anne vasıtasıyla bazı seneler sağlık bakanlığı tesislerindeki haftalık tatiller, avşa'daki pansiyonlarda haftalık bir tatil, durumların biraz daha iyi olduğu bir yaz ayvalık'ta geçirilen bir ay. rüya gibidir.

    kazanılan ilk para, dünyanın en değerli parası o. emek harcanır, saatler harcanır. kuş kadar bir para geçer ele, gerçekten kuş kadar. ama o para aileden gelmemiştir. o para kazanılmıştır. çok büyük bir olay, gerçekten.

    çocuk büyür. orta halli bir anadolu lisesini kazanmıştır, notları ortalamadır, kendisi ortalama bir çocuktur. hayalleri büyüktür ama. üniversite seçiminde ailesinin isteklerine ilk kez karşı çıkar, mutluluğun değerini anlamıştır çünkü. herkes anlamıştır, aynı durumdaki herkes yaşamıştır bunu. bankacı olma fikirleri, bilmem ne olma fikirleri... elin tersiyle bir köşeye itilir. istenen okul olmasa da bölüm kazanılmıştır. bitmez ki, asla bitmez. iş bakılır bir yandan, kuş kadar paraya çalışılır.

    sonu gelmeyen sahaflar vardır daha sonra. kadıköy'ün, taksim'in sokaklarında sahaflar keşfedilir. tane 3 tl raflarında çıkarılacak hazineler vardır, iyice gömülmüştür o kitaplar. aranırlar, bulunurlar ve çocuk gibi sevilirler.

    karşılaştırdığım zaman böyle gözüküyor açıkçası. ortadirek bir ailenin çocuğu olmak, yoksulluk çekmek değildir. kanaat etmek, yetinmek demektir. en yakın karşılık bu. her şeyin daha iyisi alınabilir, fakat genel bir çıkış yolu aramak, daha iyi bir yaşam standardına ulaşmak için pek harcama yapmamak tercih edilir. kişiselleştirirsem, ortada maddi ve manevi hiçbir katkısı olmayan bir baba varken, daha doğrusu yokken, hayata karşı kaybettiğini hisseden bir anne varken, çıkış yolu aramak için çırpınan bir abi varken, yapacak başka bir şey yoktur. böyle bir ailede çocuk olmak, benzerleriyle büyüyen bir çocuk olmak bir yandan kötü, fakat çok da kötü değil. kötü değil hatta.
  • aslında benim anlatacaklarım daha çok dar gelirli bir ailenin çocuğu olmakla ilgili. okul zorunlu yakacak yardımı istediği zaman, neden zorunluymuş diye öfkelenirdi babam. babam memurdu, memur demek dar gelirli vatandaş demek derdi. bu nedenle ortadirek yerine dar gelirli olarak kazındı bu da benim zihnime.

    dar gelirli bir ailenin çocuğu olmak hatırlandığında iç burkan anlardan oluşur. ev kirası, giyecek, yakacak derken ancak geçinirdik. ayın 15’inde maaşlar yatınca çarşı pazar alışverişi yapılırdı. muz yemek büyük lükstü o zaman. annem hepsini birden yeme derdi, çünkü yiyebilme ihtimalim vardı. iyice tadını çıkara çıkara yerdim sevdiğim meyveyi. bazen hepsini birden ağzıma atardım. halen bu sahneyi hatırlayınca gözleri dolar bilenlerin.

    ben genelde annemden harçlık isterdim. o da genelde param yok derdi. ortaokul yıllarımda ergenlikten midir nedir, daha çok harçlık vermeye çalıştı ailem. arkadaşlarımın yanında utanmamı istemediler galiba. o anlarda bu bana çok şaşırtıcı gelmişti.

    normalde dışarda yemek yemeye karşı çıkardı bizimkiler. evde yemek pişerken dışarda ne işimiz vardı, hamburger mi yiyecektik! fakat bir istisna vardı, “baba, arkadaşlar birlikte yemeğe gideceklermiş yarın öğle arasında, ben de gideyim diyorum” dediğim zaman, o an akan sular dururdu. “git oğlum tabii git” derdi, çocuğumuz arkadaşlarından geri kalmasın diye düşünürlerdi. paran var mı derdi, var desem de yenecek yemeğin iki üç katı para verirdi babam, cebindekinin yarısı kadar. baba bu çok desem de, olsun lazım olur derdi. okul gezi düzenliyor ama ben gitmek istemiyorum dediğimde dahi “bak oğlum gitmek istiyorsan söyle para sorun değil, git arkadaşlarınla gez” derdi annem babam. paramız yoktu, ama gerektiğinde taşın suyu sıkılırdı.
    dar gelirli bir ailenin çocuğu olmak işte böyle bir şeydi. pazardan alınan 2 sakızı 3 kardeşe bölüştürmekti.
  • okumak zorunda olduğunuzu her defasında nedenleriyle anlatan bir babaya sahip olmaktır.
  • kabul etmek gerekir ki, isimden** de çıkarılabileceği üzere, hayatta her zaman averaj olmak demektir. eğer ki kişi hayatta yapmaktan zevk aldığı işi bulmadıysa.

    evet toplumun büyük bir kesiminden daha çalışkan ve zeki olabilirsiniz fakat asla anadolu'nun bağrından kopmuş fakirlik, yokluk görmüş bir çocuk kadar olamazsınız.

    evet hayatınızı bir şekilde idare ettirecek kadar kazanabilirsiniz, fakat asla varlıklı bir ailenin çocuğu gibi her istediğinize sahip olamazsınız.

    bu durumda yapacak 2 şey kalıyor. ya hayata daha bir 4 elle sarılıp agresifleşmek yada chuck palahniuk’un dediği gibi bunları siktir edip arkanıza yaslanıp bir quarter pounder ve marlboro’nun keyfini çıkartmak.

    bir de olayın psikolojik / felsefi bir yanı var ki hiç giresim yok. örnek olarak kişinin hiç yokluk görmediğinden, tembelliğe eğilim göstermesinden tutun da fazla aile sevgisine kadar geniş bir yelpaze oluşturulabilir.
  • isyan edememektir. her zaman yetinmeyi bilmektir.
    çünkü küçük yaştan beri buna alışmışsınızdır.
    en basit örneğiyle sizde atari vardır, bilgisayarı olanlara özenirsiniz. ama diğer tarafta atarisi bile olmayanların olduğunu bilirsiniz. 1-1,1-2,1-3... öle devam eder hayatınız.
  • marketlerin yeni yeni peyda olduğu ve kredi kartının hiç bilinmediği dönemlerde, aylık alışveriş yapılırken babanın, alınan her şeyin fiyatını bir kağıdı yazması ve toplam rakamı gördükten sonra kasaya yönelmesini, "kasiyerin yapabileceği hesap hatasını önlemeye" yormaktır. çok sonra anlarsınız ki bu hareket cepteki sınırlı parayla ilgilidir. çocuk aklı işte.
  • bizimki gibi geri bırakılmış diyarlarda, dar gelirli ve orta-alt gelir grubu arasında bir noktaya mahkum edilen ailelerin çocuğu olmakla karıştırılır.

    yüzyıllardır "çalış ve/veya öl" cümlesini slogan edinmiş bir yoksulluk sorunuyla boğuşan çaresiz anadolu algısının keder verici noksanlıklara tevazu göstererek uyum sağlaması, çalışan dürüst bir aileye hiç yakışmayacak eksikleri "orta sınıf" olmakla izah etmesi iyimserlikten ziyade kaderciliğin ve imkansızlığın getirisi olmalı diye düşünüyorum. gerçekten şanssız olanlarımız o kadar fazla ki, daha az şanssız olanlarımız nispeten iyi bir konumda olduğumuzu düşünüyoruz. "neden hem onlar hem de biz bu kadar dipteyiz yahu?" diye soramıyor, ola ki sorsak da yanıt alamıyoruz.

    bu başlıkta yazılan hemen her şeyi bir memur çocuğu olarak ben de yaşadım ve şu "mükkemmel" düzenle idare edilen gezegende genel geçer olarak kabul edilebilecek orta sınıf tanımının bu olmadığına inanıyorum. orta sınıf aile, kira da olsa doğru dürüst bir evi olan, ihtiyaçlarını görecek mütevazi bir araca sahip, bakkala yollanan çocuğun getireceği 1 liralık para üstünü sorun etmeyen, senede bir defa ailecek mütevazi de olsa bir tatil yapabilen ailedir. bizim tamahkarlıktan dolayı "orta sınıf" saymak zorunda bırakıldığımız şeylerse, şimdinin yoksul bırakılan insanların yaşamlarının tarifi olabilir olsa olsa. ben bunları söyleyince "imagine all the peopleee..." diye başlanıyorsa şarkıya, alay ediliyorsa o da balığın ıslaklığıdır, ne diyeyim.

    bu memlekette orta sınıf falan da yok, mitolojideki efsaneler var yalnızca. günde 10+ saat çalışmak, ay sonunda biten tüpü değiştirememek, köhne evlere fahiş kiralar ödemek, bir ceketle üç nesli okula yollamak, belediye otobüslerinde fenalaşmak, heves edilip istenen bir elektronik cihazı 24 taksitle alıp onu da zar zor ödemek orta sınıflık alameti değildir. bildiğimiz anlamıyla adaletsizliktir, imkansızlıktır. şanssız insanların çok daha şanssız insanları görerek "buna da şükür" demek zorunda bırakıldıkları bir ortamdır. yoksa orta sınıf aileyi kim kaybetmiş de biz bulup çocuğu olalım.
  • ilkokula giderken pantolonun altından ablanın külotlu çorabını giymek olasıdır.
hesabın var mı? giriş yap