• 33. uluslararası istanbul film festivali 'de gösterilen filmlerden.
    kelimenin tam anlamıyla şiir gibi film bu.
    hani bir çingene kadın şairini anlatıyor ama film denen güzellik şiir olmak zorunda değil ki.
    ama olmuş. yani bence olmuş.

    şiirleri resmi olarak yayınlanan ve lehçeye çevrilen ilk roman şairinin hikayesinin anlatıldığı bu filmin yönetmeni demiş ki; "şaire, şiire sadık kalmak için, uygun olsun diye siyah-beyaz çektik" bizde olsa neler derlerdi adama, neyse.
    bir klişe gibi görülse de bu yaklaşım, yapılan işin karşısında diyorsun ki "e hakkını vermiş ama yönetmen"
    o yüzden dedim şiir gibi film diye. her kare bir fotoğraf, her sahne bir kısa hikaye.

    uzun zamandır karın, yağmurun bu kadar güzel yağdığı görüntüler izlememiştim.
    ve uzun zamandır, müziği ön plana çıkarılmadan (genelde çingenelerle ilgili filmlerde yapılan hatadır o iş ya) ama yine de müziğin göze-kulağa sokulmadan büyük iş yaptığı filmlerden oldu bu benim için. hikayedeki çok şeye üzüldüm benim başıma gelmiş gibi. sevindiğim, gülümsediğim de çok sahne oldu.

    sözlükteki şu spoiler dangalaklığı olmasa birkaç bahsetmek istediğim sahne vardı. sanki bilmem ne dizisinin yeni bölümünden bahsedeceğim. o yüzden kısa kesiyorum kelimelerimi. allahtan iksv kendi sayfasında güzel bir yazı ve fragmanla buluşturmuş herkesi. şimdi vereceğim linkin en altındaki 3;57 dakikalık fragmanla baş başa bırakayım sizleri. işte o canım filmin güzelim kareleri;http://film.iksv.org/tr/film/2631
    şiir sadece kelimelerle yazılmıyormuş.
    ve şiir sadece yazılan bir şey değilmiş.

    not; link bakım onarım
  • papusza lakaplı bronislawa wajs’ın yaşamını konu alan trajik bir hikaye, film. yönetmen joanna kos-krauze. yavaş ilerleyen etkileyici bir hikaye, resimler kamera açıları nuri bilge ceylan çarpı iki. siyah beyaz tercih edilmiş dönemi fotoğraflardaki gibi yansıtmak adına ki başarılı da olmuş baya.
  • çok sevdiğim bir film oldu.
    bir şeyler söylemek isterim zaman sonra.
    filmin söylediklerinden birini, zamana bırakmadan:

    "bana şair deme lütfen.
    yoksa ya gururdan ya kederden ölür giderim."

    ve filmin başlarında söylendiği gibi, ricaya ihanetle:

    "papusza sen şairsin."
  • oyuncak bebek
    çingene şarkıcı,şair
  • hikayesinin güzelliği bir yana (gerçek yaşam öyküsü) muazzam görüntülerden örülü, seyirlik bir kartpostal gibi dingin... birçok sahnesini tek başına duraklatıp izleseniz bile keyif verir, öyle başarılı bir görüntü yönetmenliği eseri.
  • filmin anlatım tonu sıra dışı: hassasiyet ve aynı zamanda da saygı dolu...

    --- spoiler ---

    papusza, yerli roman dilinin ilk şairi bronislawa wajs ’in hayat hikayesini konu alıyor. krauze çifti, sanatçının yaşam öyküsünün yanı sıra, polonyalı şair jerzy ficowski ile arkadaşlığını anlatan hikaye ile savaş sonrası roman dünyası için bir ağıt yaratmış adeta.joanna kos-krauze ve krzysztof krauze artık var olmayan bir dünyanın resmini çizerek, yanlış anlaşılmaya ve tümüyle yalnızlığa mahkum edilmiş bir sanatçının kaderini anlatıyor.

    --- spoiler ---

    siyah beyaz görüntülerle hoş bir anlatım sunan film polonya sinemasında 2013 yılının en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. film, 2014 yılında polish eagle film ödülleri’nde dört ödül ve pune’de (hindistan) gerçekleştirilen 12. uluslararası film festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı.
  • bittiği anda yeniden izlemek istediğim film. bir de *filminde böyle olmuştu. iki film de manzaralarla, aradaki şarkılarla sakinleştiren bir etki oluşturdu. ikisi de şiir gibi. filmde geçen bir şiiri de bırakmak istiyorum buraya.
    "kimse anlamaz beni
    ağaçlardan ve sulardan gayri
    dile geliyor düşüncelerim
    her şeyi, her şeyi nasıl kaybettiğim
    her şeyin nasıl benden alındığı
    gençlik yıllarımla birlikte"
  • bittiğinde gerçek bir sanat eseriyle iki saat geçirmiş olmanın tatlı mahurluğunu yaşatan, abartısız her bir sahnesi "tablo olsun duvara asılsın" dercesine özenilmiş görüntü yönetimiyle ve hüzünlü hikayesiyle iz bırakan, vier minuten'den sonra bu yıl bünyemi en çok çarpan film.

    siyah beyaz çekilen 2013 yapımı film, polonya çingenelerinin içinden çıkan bir kadın şairin hikayesini anlatıyor. aynı zamanda dünyaya sığdırılmayan, yersiz, yurtsuz, vatansız bir çingene klanının hikayesini işliyor. bir arp, birkaç keman, gitar ve zilli tef gibi enstrümanlardan oluşan orkestraları ile gittikleri yerlerde müziklerini icra ederek, fal bakarak geçinen, biraz da tavuk çalan bir çingene kafilesi.

    at arabalarına yükledikleri eşyalarıyla diyar diyar gezen, uygun gördükleri yerlere çadırlarını açıp kamp ateşini kurarak orayı bir süre mesken eyleyen bu çingenelerin uzaktan bakıldığında imrenilecek bir yaşamları vardır. muhteşem doğanın içinde bir tarafı göl diğer tarafı ormanlık alan olan bölgede kamp ateşinin başında sabahlamak ruhları çürüten kent yaşamının içinden bakıldığında romantik duyguları okşayan bir etki yapar fakat her zaman bahar veya yaz ayları yaşamazlar. bunun bir de kara kışı, yağmuru çamuru, karı, tipisi, tufanı vardır. o şartlarda çingene olmak zordur fakat onlar bu yaşama alışmışlardır, böyle mutludurlar.

    çingenelerin hayatlarını zorlaştıran sadece zorlu doğa koşulları değildir. devletler ve gittikleri yerlerin halkları doğadan daha kıyıcıdır. her gittikleri yerde hor görülür, dışlanır, dövülür, nezarete tıkılırlar. müzik çalmaları yasaklanan, yalnız yakalandıklarında suratlarına kırbacı yiyen, doğaya kamp kurmaları ve hatta ev kiralamaları bile yasaklanan bu insanların konakladıkları kimi bölgelerde çadırları ateşe verilir, hayatları zehir edilir.

    yüzlerce yıl oradan oraya sürülmüşler, insan yerine konulmamışlardır ama gördükleri tüm insanlık dışı muameleye rağmen çingeneler asildirler. gururlarına düşkün, kültürlerine güvenleri ve bağlılıkları yüksek bir halktır. hitler'in çingenelere olan nefretini ve onları katletme nedenini çingeneleri kıskanmasına bağlarlar. hitler çingenelerin hayal gücünü ve zekasını kıskanmıştır. ama okuma yazma bilmezler, öğrenmek de istemezler. cahildirler, ilkel inanışları vardır ama mutludurlar. çingene olmayanları gadjo olarak tanımlarlar ve gadjoların sırlarını öğreneceklerinden ve ifşa edeceklerinden endişe duyarlar.

    1949 yılı itibariyle iç işleri bakanlığı emriyle artık oradan oraya seyahat edemeyecek, yerleşik hayata geçip çocuklarını okula göndermek zorunda kalacaklardır. çingene kadınları göçebeliğe devam etmekten yanadırlar, çocuklarını okula göndermektense nehirde boğmayı yeğleyeceklerini söylerler. ilimsiz, belleksiz yaşamlarında mutludurlar. belleksiz yaşamı tercih ederler çünkü belleksiz olmaları onları endişelerden korumaktadır.
    yeryüzündeki tüm tekerler yanıp kül olmadığı sürece göçebe kalmaya devam etme kararındadırlar. zira onlar toprağın çocuğudurlar, toprakta uyumak isterler. ormanda rahat bırakılmalıdırlar. bütün ormanlar, yollar onlarındır. kendilerine sorarsan krallar gibi özgürce yaşamaktadırlar. özgür olmak, kutsadıkları doğayla iç içe olmaktır onları mutlu kılan.

    fakat devlet zoru, her türlü inadı kıracak güçtedir. onun emri demiri kestiği gibi çingenelerin inadını da kıracak kudrete sahiptir. karşılarında herkesi yerleşik görmek isteyen, kontrol etmek, vergi almak, eğitim sisteminden geçirip yontmak isteyen bir ulus devlet vardır ve bu devletin öyle ilkel alt kültürlerin serseri, kontrol edilemez özgürlüklerine gösterebileceği bir tahammülü yoktur. herkes yerini ve haddini bilecek, yasaların gücüne boyun eğecektir, yoktur öyle yağma...

    işte kahramanımız şair papuzsa, 1910 yılında bir tarlada, annesinin acı feryatları eşliğinde böyle bir çingene klanının içine doğar. zorlu bir hayat papuzsa'yı beklemektedir, ya halkı için büyük bir övünç kaynağı olacaktır ya da büyük bir utanç kaynağı. aslında film bittiğinde bile anlayamayız övünç kaynağı mı oldu, yoksa utanç kaynağı mı? olduğu şey halkına sorarsan başka bir şey, sanat dünyasına sorarsan bambaşka bir şeydir papuzsa'nın. gücünü basitliğinden alan şiirler yazmıştır. ama günün birinde "okuma yazma öğrenmemiş olsam mutlu bir hayatım olurdu." diyecek olan papuzsa'ya sorarsan okuma yazmayı öğrenmiş olmanın laneti yakasını hiç bırakmamıştır, . ki papuzsa, bir lanet gibi yakasına yapıştığını düşündüğü şairliği hayatının hiçbir evresinde kabul etmeyecektir.

    "bu ne açlık! bu ne sefalet!
    dertlerimiz dağları aşar, yolları aşar.
    ayaklarımızın altında batan taşlar,
    başlarımızın yanından uçuşan kurşunlar.
    gelin, dünyanın dört bir yanındaki çingeneler, gelin yanıma!
    gelin ormana, büyük ateşimizin başına,
    gelin ormana güneşin ışıkları altına.
    duyun türkümü dünyanın dört bir yanındaki çingeneler
    duyun beni, karşılık verin yakarışlarıma..."
  • -ne yazıyorsun buraya ?
    şiirlerimi yazıyorum.
    -şiir ne demek ?
    şiir, yarın olduğunda, dün hissettiğin duyguları sana anımsatan bir şeydir.
    -başını ağrıtmıyor mu ? ben dayanamazdım buna.
  • biçimle içerik uyumsuzluğunun iyi bir örneği.

    o steril estetik, zorlu yaşam koşullarıyla tezat oluştursun ve bu çatışma filme katkı sağlasın diye düşünüldüyse bile bu konuda fikrim değişmiyor, zira sanat yönetimi, kostüm, mekan çalışması, görüntü yönetimi el birliğiyle sadece estetiği öne çıkarıyor. geri plandaki trajediyi yalnızca şiirsel cümlelerle aktarma çabası boşa çıkıyor.

    elbette bu bir deneme ve her türlü anlatım çabası kıymetli. ancak karakteri soyutlayacak denli tepeden bakan bir görsel güç bazen dezavantaja dönüşüyor. siyah beyaz fotoğraf, izleyeni görüntünün anlamına daha fazla odaklıyor, daha derin fotoğraf okuması gerektiriyor. renklerden kaçınarak döneme ve şiire vurgu yapılmış, fakat nihayetinde biçim içeriğe epey baskın gelmiş.
hesabın var mı? giriş yap