• cemaatten perişan baba; “destur pir’im, dil istiyorum” der. hamza baba; “dilli başlısın perişan baba, hakkını hak sahibinden iste."diyerek söz verir. * *
  • sınıf hareketidir.

    her zaman delice "ben akşam çalıştım ki, ben çok akıllıyım olum" tipi, tendinit olmak istercesine elini kolunu savuran kuzular,

    "dur çalıştığımı hoca anlasın ama karizmayı da örttmenimm örtmenimm diye keriz gibi parmak sallayarak bozmayayım, en iyisi cool bir şekilde parmağımı kaldırıp sıkılır gibi bekleyeyim" tipi koyunlar,

    "parmak kaldırmaya utanıyorum anasını. neyse dur kaldırayım da rezil olmayayım, aman şimdi de utandım elimi indireyim, öff ya indirince de sanki dravdan kaldırmışım gibi oldu, dur azıcık daha kaldırayım" tipi devekuşları,

    "çalıştım ama parmak kaldırıp yaltaklanmayı kendime yediremiyorum, hocanın sessizleri kaldırmasını fırsat bilip, beni kaldırınca cevabı karizmatik bir şekilde hocanın alnına yapıştırayım da efendi ve akıllı öğrenci tribinden saygı, kanaat falan koparayım" tipi çakallar,

    "soru mu, ne sorusu lan?" tipi öküzler ve

    kantinde köşede sigara içip kağıt oynayan ve tüm bu durumlardan alakasız olan kurtlar

    sınıf mevcudunu oluşturur.

    ne kadar demografik değil mi? aynı dünya... küçük bir dünya profili...
  • ingiltere'de de aynı sistem aynı düzen varmış arkadaş. merak ettim ingiliz'e sordum. sizde de ilkokulda böyle parmak kaldırılıyo mu diye. elbette dedi. bütün dünyada aynıdır ilkokulda öğretmen soru sordumu öğrenciler böyle söz ister dedi. ilgincime gitti açıkçası.
  • sınıflarda kimin söz alacağını belirlemek için yapılan eylem. konuşmak isteyen öğrenci parmağını kaldırır. öğretmen de birine seslenir o da söyler söyleyeceğini. güzeldir. "sınıf kalabalık çocuklar, hepiniz birden konuşamazsınız, o yüzden söz istemelisiniz". arada bir alırsınız sözü. konuşursunuz. ama bir çok çocuk ilkokuldan sonra parmakları havada hala söz istemektedir. yirmi yaşına gelir hala söz ister, kırk yaşına gelir yine söz ister. sanır ki bir öğretmen çıkacak ve: "evet tarık sen söyle bakalım" diyecek. o bunları sanırken, bazı hınzırlar kaçak yapılar yapmış, içine yerleşmiştir. malzemeden çalmış, kağıttan ev yapmıştır.
    (bkz: sen uyu ben takiliyim inceden)
  • lisede ve üniversitede el kaldırma eylemine dönüşen söz isteme hareketi
  • söz isteme hareketi...
  • erkek çocuklarda, ilerde pipi kaldırmak olarak gerçekleşen asörtif bir çocukluk sanrısı.
    (bkz: orta parmağı kaldırmak)
  • değme parmaklara taş çıkaracak bir baş parmak kaldırmak vardır ki, kısaca v denir ona.
  • şuradaki yazıya konu olan eylem.
  • parmak kaldırmak

    taksim ilkyardım hastanesi'nin yıkıma konu olmadığı yıllardan bir geceydi. başım önde, ellerim cebimde hastanenin arka sokağı 'maç sokak'ta' yürüyor, yokuş yukarı çıkıyorum. gecenin o saatinde gençlik hayalleri ile dolu gezilere çok uygun olmayan bu belalı sokağın tepesinde fransız lisesi var. sainte pulcherie. lisenin karşısındaki yaşlı binalar, zengin liseli kızlara aşık, yoksul liseli erkekler gibi kapı önünden bahçeye uzanmak isteğiyle cumba bırakıvermiş. lise kapısının tam önündeki delikanlının, ikinci katı benim evim, oraya ulaşmaya çabalıyorum, çukurlu çeşme sokak, mitanni kafenin iki kat üstü.

    yokuş dik. çevredeki evler terk edilmiş. boş azınlık binası köşede, kararmış patinasıyla ürkütücü. incin top oynuyor. köpekler var.

    uyuşturucu satan, kadın kaçıran, yol kesen adamların sokağı, maç sokak, birden ürkütücü yüzünü gösteriyor. yokuşu tırmanmaya başladığımda orada olmayan üç insan ansızın belirdi. düşüncelerimden sıyrılıp fark etmemiş de olabilirim belki hep oradaydılar. otuz metre ilerde karanlığın içinde bağrışan iki kişi var. bir kişi de bir kaç adım arkamdan yangına benzinle gider halde efelenerek onlara doğru yokuşu çıkıyor.

    yokuşun tepesinde arkasından geçen arabaların yarattığı ters ışıkla karanlık bir gölge halinde görünen esas erkek, eli silahlı, tek kişi. silahını yokuş aşağı doğrultmuş, yirmi metre önümde duran bir adama küfürler savuruyor. arkamdan gelmekte olan adam onlara çoktan ulaşmış, silahı gördüğünden beri, benzini atmış, sus pus halde. gecenin karanlığında silah tutan adamın gözünde, zifir karanlıkta kendisine doğru gelen üç canavardan birisiyim. hedefte ben de varım. durdum. arkamı dönüp kaçmak hiç yaşamadığım bir duygu. beni terk eden kadınların arkasından bakarken, iyi öğrendim yerine mıhlanmayı. bir süre durdum. galatakulesi'nin ensesinden görünüp yolun ortasını hafifce yalayan ay ışığından kaldırımın karanlığına doğru, üzerime gelen insanlarla, çekildim. yokuşun başında duran eli silahlı adam ateş ederse iki arabanın arasına kendimi atmak planım.

    ama mıhlanmak böyle bir şey. plan dediğin hep kağıt üzerinde kalan akıl cinayeti. çoğunlukla. bir kaç saniye içinde tüm taşların yer değiştirdiği rubik küpü gibi destecinin kağıt tutan eli içinde karıştırılı vermişiz. daha bir dakika önce yirmi metre arkamda olan adam hemen önümde. sağ omuzu göğsüme değiyor. dibimde yani. biraz önce silahın kendisine doğrultulduğu adam ise nasıl oldu bu gün bile bilmiyorum tam arkama geçmiş, omuz başlarımı tutuyor. ve silahlı adam yaklaşmış, iki üç metre ötemde, silahın o derin karanlık kuyusunu iyice ezberlememiz için bir onlara bir bana gösteriyor.

    yokuşun tepesinde, kameranın göz hizasının altından çekerek kutsallaştırdığı bir kayıkçı gibi duruyor silahlı adam. yolu parlatan ay şu an adamın alnından boncuk boncuk düşen terleri yalıyor. görüyorum her bir boncuğu. o an terlerin tek hatırlattığı şey emekçiler değil kurşunlar. ben ve iki zavallı adam, dolunayın aydınlattığı yoldan, toprağa defnedilen bir tabut gibi karanlık kaldırıma doğru yavaşça kaçıyoruz. silahlı adam terlemesinden daha korkunç bir sesle bağırmakta. sırtıma ve gösüme yapışan iki kişinin kulakları yanaklarıma değecek kadar bir umut yapışmışlar bana. ses çıkarmak imkansız. adam bağırıyor ve bizden gelen en küçük bir yanıtta silahın tiradını başlatacak. o kadar net beden dili. bir anda, konuşmak için söz almak, 'parmak kaldırmak' geliyor aklıma. yavaşça kolumu arkamda beni tutan adamdan kurtarıp, ne bildiğini bilmeyen bir talebe gibi omuz hizasına kadar kaldırdım. işaret parmağım gölün ortasında, su içinde dikelen minare gibi doğal bir heykel gibi ışıldadı. gönül isterdi parmağımı arka sıralarda yaptığım gibi masayı yıkarcasına hocam ne olur ben, diyerek gökyüzüne değecek kadar kaldırıp, ben ben ben diye bilseydim. ben, önce ben, ne olur önce terkedilmişleri, onları değil beni vur. kıyma onlara! deme düşüncesi gelseydi aklıma. içimden geçmeyenler bunlarken, denize yalçın kayalık yerine kumsaldan girmeyi deneyen çekingen kimliğim el koymuş, susturmuştu ötekini. ne büyük bir kavga. her olağan insanın içinde üç maymuna kaybetmiş bir yiğit olmaz. ben gariplerden, bozuklardanım. içim bir tür yiğitlerin mamak koğuşu.

    parmağım ayın taşıdığı gün ışığı ile bir aydınlık yakalamış. önümdeki zavallı adam, terli, üç numara sakalıyla suratını yan çevirip parmağıma baktı. bir domino etkisi... arkamdaki adamda başını önünde duran parmağıma kafasını eğerek baktı. silah tutansa önce parmağıma elindeki kuyuyu, ölümcül borozanı gösterdi. silahın namlusu ile sözün namlusu farkını o an ayrıştırabilecek durumda değildim. tedirginlik aklımla birlikte bir çok şeyi götürmüş. gözlerimiz bir birini terk etmeye hazır iki aşık gibi buldu ilk defa. beni ben olarak ayrıştırabildi. karanlık çamurun içinde kıvrılan yılanların arasından seçilen bir su kuşu zerafeti kazandım adamın gözünde. ve bana söz verdiğini gösteren bir mimik olmadan söz verdiğini belirtti.

    zaman her şeyin, anlamın bile ilacı. hocam ben geçebilir miyim dedim? tahtayı gösteren geometrici gibi silahı yolun dışına doğru savurarak, geç... geç kardeşim biz halk için savaşıyoruz dedi. bana sarmalanmış adamlara selam vermeden sıyrıldım aralarından. sözün namlusu ile kanlı bir katil olarak vurdum onları. bakmadım hallerine. bakmak aklıma gelmedi. ben zaten vurulmuştum gönlümdeki yere fırlatılan bitmiş bir aşkın keskin ucuyla.

    benden bekledikleri yardımı bırakıp yoluma devam etmek için üç adım atmıştım ki olan oldu. kültür sahnesinde acılı bir requem çalan bir yaylı çalgı gibi, mermi mağrasından öğürerek çıkan bir canavar gibi vadilerin sessizliğini ve galata kulesinde uyuyan kuşların uykularını bozdu. sadece iki el ateş, bir parmak kaldırma ve üç adımda arkamda iki ceset bıraktım. yuvasından bir kaç kuş havalandı isyan edercesine. muhtemelen onlar da yerde yatanlara dönüp bakmadı. sözde barış güvercinleriydi, korkak ve zeytin sever. kafaları delindi. kanla birlikte tüm düşünceleri gökyüzüne karıştı. canlılık kalbin odalarını terk etti. hiç bir panik hissetmedim. o iki kişiyi kurtarmak için bir çift fazladan söz söyleyebilirdim. hiç birini yapmadan tüm kaybolmuş hislerimle, yavaşça evime kalan son elli adımı attım. aklımda beni terketmiş kadınların, kurşun gibi ağırlaştırdığı havayı bulmaya çalışan mezar soyguncuları var. gökyüzü bu kadar büyük olmasa, aldığımız nefesi, hiç vermek zorunda kalır mıydık geri? dizelerini tekrar ettim. elli mermi daha atıp evime ulaştım. salonumda dekor olarak yerde duran bozuk bir televizyon ve terkedilmeden önce cam kenarındaki yerinden, yere fırlatılmış saksının toprakları var. bu dekor içinde oturup, televizyona, uzun uzun bakarak düşündüm. saksının beynini dağıtmışlar, yerde pıhtılaşan izlere bakıyorum.

    gerçeği tamamen başka bir şeye dönüştürme öğüdünü çocukluğumda izlediğim ilk çizgi filmden bu yana bu ekrandan alıyorum. iki ceylanı bir oturuşta yutan aslan olmaya ayarlanmış bir yıkıntıyım. kimseyi kandırma lüksüm yok. hep yiyen tarafında oldum, açların karşısında yemenin. öleceklerin karşısında parmak kaldırıp yaşamak, benim dinimin gereği. mum ışığı yerine, ıraklı bebeklerin uyuduğu gecelere yağan bombalar duvarımda renk oyunu yaparken, seviştim. amerikan askerlerinin silah dipçiği ile hallendikleri ıraklı kadının çığlıklarında rahat uyuyan bir halkın kültürel genleri var bende. memleketlim ve ben hiç bir zaman acıyı içimizde tatmayacağız. çünkü biz, ateşin, sadece düştüğü bacayı yaktığı öğüdünü alarak yetişen bir milletin evlatlarıyız.

    penceremden gerinip dışarı bakıyorum. iyi bir karanlık arıyorum içimdeki akreplere. gündüz pencereye çıkıp gerindiğimde, aşkım baksana buraya diye bağırmalarından utandığım liseli kızlar etrafta geceleri yok. gerine gerine, boylu boyunca ve rahat, bir ırgat'ın şiirini bir istanbul'u dinliyorum. sokakta oynayan çocuklarını camdan kaygıyla gözetleyen bir anne gibiyim. cinayet, hırsızlık, açlık ve yalanı aranıyorum. gözlerim orada olduğunu anlayınca sevecenlikle yemeğin başına sebzeleri doğramaya geçen bir anne gibi rahatlıyorum. sevginin yokluğunda yere atılmış bir şilte gibi doğacak birazdan güneş. polis lambalarının mavi ışığının vurduğu köşeye gidip huzurla akrebimi kurup yatıyorum.
hesabın var mı? giriş yap