• bir edip cansever siiri;
    ben denizin kumları üzerinde durdum
    bir heykel tadında olan ve bunu geçen
    bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
    durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
    diyordum. ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
    ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
    hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
    bir şey olsa gerek
    ben bunu duyuyordum.

    yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
    oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
    bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
    üstüme aktıkça benim
    ben kendimi koruyordum
    sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
    mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
    bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
    ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
    bir anlam
    sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
    ırtıcı bir hayvan gibi işte ben
    yapılması akla gelmedik
    daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
    pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
    sonra ben yoruluyordum.
    yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
    pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
    aşılır bir yer sanan o beton duvarları
    mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
    ben
    geri çekiliyordum biraz
    güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
    ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
    neresinden bozulur
    bilmiyordum ki
    bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
    diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
    ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
    duymuyordum ki
    olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
    düzlük
    ve gerçekten yaptırıyordu da
    mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
    uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
    uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
    bembeyaz taneciklerin üstüne
    artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
    geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
    ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
    ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
    biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
    bir bağışlanmamış dünyaydı
    artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
    gittikçe bizim olmayan bir
    dünyaydı
    ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
    bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
    gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
    diyemem
    çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
    ve bazı düşünceler.

    şöyle ki:
    martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
    dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
    ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
    ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
    bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
    çığlık çığlığa
    bu metalsi görünümler arasından
    sonra ben belki de gözlerimi yumdum
    her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
    etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
    ve hayallerimi
    yemeye
    demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
    - ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
    kimseler tanımayacak beni. deniz hayvanlarının
    kurumuş iskeletlerine döneceğim
    korktum
    yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
    öyle mi
    doğruldum işte yeniden
    bir insan tadında olan ve
    bunu geçen ben
    denizin kumları üzerinde durdum.

    ben denizin kumları üzerinde durdum
    ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
    değişen bir şey olarak ve değiştiren
    bir anlamım var
    peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
    neden
    gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
    ve onlar güçlüydüler, biliyorum
    ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
    onların istediği bir öfke oluyordu ki
    sonra ben susuyordum
    ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
    ben neydim.

    ii

    hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. bir ara
    hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
    tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
    her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
    bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
    geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
    bir çelişki gibi ölümsüz
    yaşamakta olurdum.

    ilkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir
    kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı
    şehirleri
    anlatır gibi
    bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler
    ilkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına
    yıllarca sonra getirirler ki
    tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin
    şimşekler, gökgürültüleri
    ve yırtıcı deniz hayvanlarından
    ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu
    bir sabah denizinde sütliman
    güneşli, durgun bir gökyüzünün altında
    dinlenen gemicilere unutturduğu zaman
    derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına
    onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman.

    yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
    her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
    bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
    ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle
    geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
    öyle bir çelişki gibi ölümsüz
    yaşamakta olurum.

    hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. işte ben
    hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
    bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
    her zaman bir kedi bulunur, onu ben
    bir imza gibi yazılarıma koyarım -
    ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
    ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
    terlerdim
    sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
    kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
    mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
    saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
    önündeki çiçek artıklarına
    bir bira çekme makinesine, ne bileyim
    yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
    ve yıllarca bir saplantıya
    giderek bakmanın tam kendisi olurdum. yani ben
    bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
    olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
    yapayalnız bir ben kurardım
    yapayalnız bir ben kurardım ve kedi
    salona girerdi birden, başlama saatini
    bir o somutlardı sanki.

    (hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da
    biraz eşyaları vardı
    bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında
    biraz da susuyorlardı. ve ağırca bir konsol
    tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber
    - küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak -
    onların aile resimleri gibiydiler
    ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum
    biri bir banka afişinde veznedar
    ben onu buluyordum
    biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı
    ve hastalıklı bir kadın
    onu da
    buluyordum ki
    olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de
    gündelikçi bir kadın
    tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice
    böylece üç kişiydiler. ben birdenbire buzdolabını gördüm
    yaşayan bir şey olarak
    diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının
    ve beyaz
    ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı
    bir seramik gibi onu dondurarak
    bir mine gibi
    şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden
    bir tanrı yere düşse parçalanacak
    ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye
    gökler kalıplı ve kalın
    duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde
    ve dolap buzlanıyordu durmadan. öyle ki
    önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla
    odalara giriyordu, sonra veznedarı
    heykeli, hasta kadını, giderek
    koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi -
    konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu
    bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu
    birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses
    incecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu
    örümcek
    ve ayna hep gösteriyordu. ben solgun
    yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
    ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
    iyiliği artık çağımıza uymayan
    bir kadın ki
    cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
    ellerim arasında
    ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
    anlamları hiç değişmeyen
    mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. anılar
    bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
    acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
    yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
    ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
    durmuştu ki, şöyleydi:
    sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
    bir soru, evet, hiç olmazsa
    biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
    bir insan müzesi gibi...

    kedi
    çıkardı birden salondan. ve bitiş saatini
    bir o somutlardı sanki.)

    iii

    sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
    bir çağda yaşıyordum. ve bütün eksik kalmaların
    sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
    ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
    düşünen bir şey olarak ve düşündüren
    ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
    ve biraz da pek kullanılmayan
    ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
    çok ağır bir yük gibi
    onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
    ve bu durumda ne beni etkileyen
    ne de ben etkilendikçe bir başkasını
    etkileyen ve bizi geçen
    bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
    yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
    öyle mi?

    yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
    bir insan tadında olan ve
    bunu geçen ben
    bir dram gibi sonsuz
    kumları üzerinde sonsuzluğun.
  • "..bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
    yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
    öyle mi?.. "

    pesus isigi gibi bir siir. ismiyle musemma. anlatsan anlatamazsin bunu. edip'i edip cansever yapan da boyle anlatabilen siirler yazmasidir heralde. yoksa yasamaya gelince, yasiyoruz hepimiz bir sekilde. ama misal bir de

    "..şöyle ki:
    martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
    dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
    ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
    ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
    bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
    çığlık çığlığa
    bu metalsi görünümler arasından
    sonra ben belki de gözlerimi yumdum.." diyor.

    ben bu dizeleri yasadim, bu dizeler benim (de). ama neden yasarken ustlerini kapatan cizgileri silemedim, sesini bastiran ugultulari savusturamadim. cansever'in maharetinin sirri ne ne ne.. belki bazen sadece okumak lazim. bazen sadece yasayip anlamak gerektigi gibi.
  • insanın kanını donduracak güzellikteki şiir. okursun, sonra hayatında yaptığın son eylemmiş gibi, dünyanın sonu gelmiş gibi durur kalırsın. insanın kendine gelebilmesi için bir dış uyarıcıya ihtiyacı vardır. tavsiyem, yalnız okumayın.
  • spotify sayfalarındaki hakkında kısmına göre, mehmet korkmaz ve yiğit tornacı tarafından bir ekim akşamında kurulan caz oluşumu. amaçlarını ikinci yeni ekolünün müziğe soyut ve şiirsel bir yansıtmasını yapmak olarak tanımlıyorlarmış. bir iki şarkıyı dinledim; soyut ve dingin bir tarzları var.

    ayrıca, pesüs farsça fener demekmiş.
  • lanet gibi insanı takip eden bir şiir.

    "...düşünen bir şey olarak ve düşündüren
    ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
    ve biraz da pek kullanılmayan
    ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
    çok ağır bir yük gibi
    onu ben taşıyordum, düşündüklerimi...''
  • ...
    ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
    biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
    bir bağışlanmamış dünyaydı
    artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
    gittikçe bizim olmayan bir
    dünyaydı
    ...

    ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk.
    gel de yanma şimdi edib'ime. gel de ağlama edib'imle birlikte. şair dediğin böyle olmalı yahut olmamalı işte.
  • ı

    ben denizin kumları üzerinde durdum
    bir heykel tadında olan ve bunu geçen
    bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
    durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
    diyordum. ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
    ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
    hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
    bir şey olsa gerek
    ben bunu duyuyordum.

    yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
    oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
    bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
    üstüme aktıkça benim
    ben kendimi koruyordum
    sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
    mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
    bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
    ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
    bir anlam
    sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
    yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
    yapılması akla gelmedik
    daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
    pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
    sonra ben yoruluyordum.
    yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
    pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
    aşılır bir yer sanan o beton duvarları
    mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
    ben
    geri çekiliyordum biraz
    güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
    ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
    neresinden bozulur
    bilmiyordum ki
    bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
    diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
    ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
    duymuyordum ki
    olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
    düzlük
    ve gerçekten yaptırıyordu da
    mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
    uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
    uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
    bembeyaz taneciklerin üstüne
    artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
    geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
    ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
    ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
    biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
    bir bağışlanmamış dünyaydı
    artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
    gittikçe bizim olmayan bir
    dünyaydı
    ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
    bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
    gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
    diyemem
    çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
    ve bazı düşünceler.

    şöyle ki:
    martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
    dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
    ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
    ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
    bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
    çığlık çığlığa
    bu metalsi görünümler arasından
    sonra ben belki de gözlerimi yumdum
    her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
    etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
    ve hayallerimi
    yemeye
    demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
    - ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
    kimseler tanımayacak beni. deniz hayvanlarının
    kurumuş iskeletlerine döneceğim
    korktum
    yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
    öyle mi
    doğruldum işte yeniden
    bir insan tadında olan ve
    bunu geçen ben
    denizin kumları üzerinde durdum.

    ben denizin kumları üzerinde durdum
    ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
    değişen bir şey olarak ve değiştiren
    bir anlamım var
    peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
    neden
    gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
    ve onlar güçlüydüler, biliyorum
    ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
    onların istediği bir öfke oluyordu ki
    sonra ben susuyordum
    ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
    ben neydim.

    ıı

    hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. bir ara
    hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
    tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
    her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
    bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
    geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
    bir çelişki gibi ölümsüz
    yaşamakta olurdum.

    ilkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir
    kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı şehirleri
    anlatır gibi
    bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler
    ilkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına
    yıllarca sonra getirirler ki
    tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin
    şimşekler, gökgürültüleri
    ve yırtıcı deniz hayvanlarından
    ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu
    bir sabah denizinde sütliman
    güneşli, durgun bir gökyüzünün altında
    dinlenen gemicilere unutturduğu zaman
    derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına
    onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman.

    yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
    her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
    bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
    ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle
    geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
    öyle bir çelişki gibi ölümsüz
    yaşamakta olurum.

    hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. işte ben
    hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
    bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
    her zaman bir kedi bulunur, onu ben
    bir imza gibi yazılarıma koyarım -
    ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
    ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
    terlerdim
    sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
    kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
    mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
    saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
    önündeki çiçek artıklarına
    bir bira çekme makinesine, ne bileyim
    yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
    ve yıllarca bir saplantıya
    giderek bakmanın tam kendisi olurdum. yani ben
    bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
    olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
    yapayalnız bir ben kurardım
    yapayalnız bir ben kurardım ve kedi
    salona girerdi birden, başlama saatini
    bir o somutlardı sanki.

    (hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da
    biraz eşyaları vardı
    bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında
    biraz da susuyorlardı. ve ağırca bir konsol
    tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber
    - küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak -
    onların aile resimleri gibiydiler
    ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum
    biri bir banka afişinde veznedar
    ben onu buluyordum
    biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı
    ve hastalıklı bir kadın
    onu da
    buluyordum ki
    olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de
    gündelikçi bir kadın
    tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice
    böylece üç kişiydiler. ben birdenbire buzdolabını gördüm
    yaşayan bir şey olarak
    diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının
    ve beyaz
    ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı
    bir seramik gibi onu dondurarak
    bir mine gibi
    şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden
    bir tanrı yere düşse parçalanacak
    ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye
    gökler kalıplı ve kalın
    duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde
    ve dolap buzlanıyordu durmadan. öyle ki
    önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla
    odalara giriyordu, sonra veznedarı
    heykeli, hasta kadını, giderek
    koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi -
    konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu
    bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu
    birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses
    incecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu
    örümcek
    ve ayna hep gösteriyordu. ben solgun
    yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
    ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
    iyiliği artık çağımıza uymayan
    bir kadın ki
    cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
    ellerim arasında
    ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
    anlamları hiç değişmeyen
    mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. anılar
    bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
    acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
    yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
    ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
    durmuştu ki, şöyleydi:
    sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
    bir soru, evet, hiç olmazsa
    biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
    bir insan müzesi gibi...

    kedi
    çıkardı birden salondan. ve bitiş saatini
    bir o somutlardı sanki.)

    ııı

    sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
    bir çağda yaşıyordum. ve bütün eksik kalmaların
    sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
    ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
    düşünen bir şey olarak ve düşündüren
    ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
    ve biraz da pek kullanılmayan
    ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
    çok ağır bir yük gibi
    onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
    ve bu durumda ne beni etkileyen
    ne de ben etkilendikçe bir başkasını
    etkileyen ve bizi geçen
    bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
    yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
    öyle mi?

    yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
    bir insan tadında olan ve
    bunu geçen ben
    bir dram gibi sonsuz
    kumları üzerinde sonsuzluğun.

    pesüs, edip cansever
    kaynak: 'çağrılmayan yakup', 'yerçekimli karanfil', adam yayınları
    müzik: mikail aslan - xoza

    okuma: https://www.youtube.com/watch?v=nn08tzjtxkk
  • içinde yağ yakılan, kaba yapılı toprak kandil anlamına gelen farsça sözcük.

    edip cansever'in sonrası kalır kitabında yer alan, insanı yüreğinin taa orta yerinden vuran şiiri.

    bir kaç dizesini de ben eklemeden edemeyeceğim:
    ".......
    ben denizin kumları üzerinde durdum
    ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
    değişen bir şey olarak ve değiştiren
    bir anlamım var
    peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
    neden
    gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
    ve onlar güçlüydüler, biliyorum
    ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
    onların istediği bir öfke oluyordu ki
    sonra ben susuyordum
    ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca
    düşmanımdı benim
    ben neydim.

    ıı

    hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. bir ara
    hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
    tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
    her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir ki
    bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
    geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
    bir çelişki gibi ölümsüz
    yaşamakta olurdum.
    ......."
  • bazen o kadar özdeşleştiğimi düşünürüm ki bu şiirle, sanki yazdığım hiçbir şiir kendim yazmama rağmen beni bu kadar iyi anlatamaz.

    söylenecek çok şey var da ben nacizane şunu söylemek istiyorum.

    şiir de şiirmiş ha
  • yky'de çıkan baskısındaysa farklı bir bölüm daha vardır. daha doğrusu ikinci bölümde "öyle bir çelişki gibi ölümsüz yaşamakta olurum."dan sonra şöyle devam eder;

    bir akşam çok içmiştim, büyümüştüm
    bir orospuyla o kadar çok sıkışmıştım ki, kalktım
    oyunun bittiği saatlerde ulvi uraz'ın tiyatrosuna gittim
    bakınca ilgilenmediğim, gene de aklımda tuttuğum bir şeydi ulvi uraz
    mavi gözleri kendinin olmayan, olmadıkça da
    yüzünü bir kasaba tiyatrosundan daha büyükçe tutan
    bir ulvi uraz'dı ki
    makyajını temizliyordu, sol elindeki pamuğu, onu
    sonradan nereye attı, pek bilemem
    bilemem de, ben yeni aldığım bir şemsiyenin ucuyla oynuyordum
    sanki bir olağanlığı göstermek için, ya da
    sonsuzlukla bölünmekte olan ulvi uraz'a
    bir koltuk ayırmak için kendi tiyatrosundan
    tam bu sıra bir sülüğen turuncusu sahnede duruyordu bile
    öyle hep duruyordu
    yani tiyatro canlıydı gene. bana gelince, ben
    ben orda misafir ölü
    ulvi uraz'sa maun tabutunda kımıldayan
    bir başka ölüydü ki; sahneden bir çekiç sesi geliyordu
    doklarda, traverslerde, gece yarıları garajlarda
    duyulan bir sesti ki bu, insanın
    her türlü boşluklardan, kendinden
    sanki bir öcalma duygusu
    gibi bir sesti ki, ben kalktım
    nasıl mı? siyah elbiselerimle birlikte şemsiyemin
    ellerimden kanıma doğru simsiyah
    açılan bir şey oluşu biçiminde
    ben kalktım
    yeni boyanmış bir örtünün üstüne bastığımı hatırlıyorum. ulvi uraz'ın
    elleri ve küçük ayak parmaklarıyla
    tabutun kapağını tuttuğunu
    hatırlıyorum da
    kalsın.

    ben artık koşuyordum, koşmak da değildi bu, düpedüz kaçıyordum
    nereye
    bilmem ki, açık duran bir lokantanın ben olan bir köşesinde durdum
    durdum ki, içiyorlardı.
    günlerdir içiyorlardı. selahattin omuzlarının üstünden
    kim olursa olsun, birine gülüyordu hep
    bir binanın dördüncü katındaki bir alkoliğin
    dinadamlarının çağrısına uyup da
    öyle tam vazgeçeceği zaman intihardan
    sokaktaki bir başka alkoliğin sürekli
    ve bitmez tükenmez menekşe renkli çağrısına uyarak
    bir alkol ılıklığıyla
    nasıl atladığını pencereden sonra
    dinliyordu ki
    biz bunu dünyaya ve zamana gösteriyorduk
    yani bu korkunç olayla kendimizi
    daha bir süsleyerek
    dünyaya ve zamana
    ve dışarda birtakım insanlar oluyordu. işte o zaman ki ben
    bir bira söyledim kendime, bardağımı sımsıkı tuttum
    tuttum ki, ne edip'tim artık, ne hiçbir şey
    çok uzak bir yerlere durmadan akıyordum
    bilmediğim bir yerlere akıyordum, şöyle ki
    dünyanın ve zamansızlığın bir dehşet gibi açılan içinde
    birden ki bir tantalos'tum, umutsuzluğumu
    insanlara yedirmiştim de, insanlar beni
    ellerimi uzattıkça çekilen nar dalları gibi
    bir dünyada cezalandırıyorlardı. ve dudaklarımı uzattıkça da
    çekiyordu biram bardağın dibine doğru kendini
    sanki bir sonsuza dek öylece durdum.

    hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. işte ben
    hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
    bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi......... diye de devam ediyor işte.

    yky'den çıkan baskıda zaten belirtilmiş bu bölümün adam yayınları nüshasında olmadığı. internette de göremedim hiçbir şeyde, yazayım dedim, sonuçta pesüs.
hesabın var mı? giriş yap