• "o dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. isteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim." *
  • "bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar."

    bu satırlarla son buluyor kitap.

    güzelmiş.

    *
    bir askerin anısı olarak okuyoruz kitabı.

    şaka olsun diye yaptığı bir şey sonra canını sıkmış. vicdanını rahatlatmak için giriştiği işler neticesinde de avare yaşamı anlam bulmuş.

    --- spoiler ---

    şöyle;

    adam, at yarışı izlerken bir kadınla bakışmış. sonra kadının kocası gelmiş.

    kocanın düşürdüğü oyun fişlerinden birini alıp saklamış gıcıklık olsun diye. o oyun fişine büyük para çıkınca da gidip teslim etmeye çekinmiş.

    vicdan yapmış. haksız yere elde ettiği paradan kurtulmak için, o parayla at yarışı oynamış. en rağbet görmeyen ata oynadığı halde yine kazanmış.

    kendisi de zengin bu arada. paraya ihtiyacı yok.

    bu şekilde eline geçen para çok canını sıkmış, kurtulmak istemiş bu paradan.

    dilenciye, baloncuya, fakir fukaraya dağıtmış. mutlu olmuş, ferahlamış böyle yapınca.

    o güne kadar zenginliğin getirdiği avarelikle hayatın anlamsızlığında boğuluyormuş. bu vesileyle hayatın anlamını bulmuş.
    --- spoiler ---

    *

    mutluluk, başkalarını mutlu etmekte mi yani?

    öyle gözüküyor.
  • zenginlikten, paradan, puldan, rolls royce'tan, frambuazlı jambondan bıkan jet sosyete müdavimi bir adamın bu cemiyet hayatından sıkılması üzerine yazılmış bir roman.

    kitap yine çok güzel cümleler barındırıryor.

    - "her defasında odada oturmuş camın dışındaki yağmuru seyreden biri gibi hissettim kendimi."

    - "ben kendimi, ışığın hiçbir zaman içinde kalmadan geçip gittiği camdan bir nesne gibi hissettim."

    - "ve yaralı birinin her hareket edişinde yarasını hissetmesi gibi."

    - "içgüdüsel olarak hemen o yana dönmek ve ışıltılı beyaz bir taşı bulanık, çamurlu bir havuza atar gibi şehvetini böylesine küstahça benim aylak düşlerimin ortasına savuran bu kadını görmek istemiştim."

    - "toplum içinde olduğum zamanlarda da hayranlığımı ifade ederken yapay bir heyecan sergileyip etkileyici şeyleri abartarak içimin ne kadar hissiz ve kayıtsız olduğunu gizlemek için bir anlamda gösteri yapıyordum."
  • hayatın gerçeklerinden uzak duygusuz bir burjuvanın yeniden hissetmeye başlaması anlatılmaktadır. okuna, okutturula.
  • birşeyleri gerçekten görmek için, yaşamak için sınırların ötesine mi gitmek gerekiyor?!
    mesela robin hood tarzı suç işlemek mi gerekiyor?!

    istemeyerek de olsa burjuva hayatından çıkıp, kendisine zıt olan varoş bir hayata sürüklenen adamın hikayesi bu...

    herşey kısacık da olsa o uzun gece (bkz: olağanüstü bir gece) içerisinde başlayıp bitiveriyor.
    ama yeniden, bambaşka bir başlayışa sürükleniyor.

    --- spoiler ---

    çünkü sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.
    --- spoiler ---

    ayrıca (bkz: kitap yorumları)

    tanım: bir stefan zweig klasiği olan bu eser yine insanları kalıplarının dışarısına çıkarıyor.
  • hikayede bir numara yok ama anlatım çok leziz. öncelikle şu hikayede bir numara yok kısmına değinmek istiyorum; yorumlar arasında(neokur isimli sitedeki yorumlardan bahsediyorum ekşi' nin fularlı üyeleri) bu kitabın kurgusu zayıf kalmış çünkü yazar kendisinin yazmadığı bir hikayeyi derlemiş benzeri bir cümle okudum ki gerçekten bu kafaya ulaşmak herkese nasip olmaz. kitap baştan sona zweig kitabı, yayalım. girişteki kısım kurgunun bir parçası. zaten aksi olsa kitap zweig' in olmazdı. neyse bu gereksiz muhabbeti uzatmadan kitabın içeriğine geçeyim.

    konuşmaya değmeyecek hikayeyi bir yana koyarsak o kadar güzel, o kadar akıcı duygu tasvirleri, ruh çözümlemeleri var ki olayı falan zerre umursamayıp o pasajların içerisinde kayboluyorsunuz. yani karakterin ruh halinin anlatımı ve bir de kendine yabancılaşma ile ilgili enfes bir pasaj vardı, oralara bayıldım. diğer yandan her ne kadar hikayede bir numara yok desem de böyle küçücük bir olayın insan düşüncesine, ruhuna etkisini bu kadar derinlemesine ve incelikle anlatılabilmesi saygıyı hak ediyor. adam ruhsal çözümlemelerde o kadar başarılı ki küçücük bir olaydan insan zihnini ve duygularını merkeze alan dolu ve uzun bir öykü yaratmış. bir de şehveti yaşayış biçimini ve cinselliğe bakış açısını çok sevdim, kendime yakın buldum. onun dışında başka da bir şey söyleyemem sanıyorum bu kitapla ilgili. herhangi bir alıntı eklemeyeceğim ama çok uzun olmasaydı o kendine yabancılaşmayla ilgili olan pasajı eklerdim. bir de zaten tüm kitap belki orijinal metinden belki de çevirideki başarıdan dolayı o kadar güzel ki her sayfadan bir alıntı yapıp da paylaşmak mümkün zaten.
  • çok çok iyi bir zweig öyküsü, az önce 1 saat gibi bir süre içinde bitirdim. kitaptan "kendini bulmak için dibe batmalısın" gibi bir sonuç çıkarmak bana kalırsa kısır ve hatalı bir sonuç olur. daha derin noktalara eğiliyor zweig.

    arzu kavramını sorguluyor önce ve burjuva hayatının içine sıkışmış karakterinin ruh halini çözümleyerek işe başlıyor. hayattan alabileceği keyifleri tüketmiş ve sevgilisi ondan ayrılmak istediğinde dahi tepkisiz, hissiz kalabilen bir adam var karşımızda. öyle ki bu çıkmazdan nasıl kurtulacağını dahi bilemiyor ve umarsızca praten'e doğru yol alıyor. orada çekici bulduğu kadının kocası ile girdiği psikolojik savaş sonucu-ki bu savaş dahi onun arzulama arayışının bir ifadesi- bir durumla yüzleşiyor. burjuva onuruna yakışmayacak şekilde kendisine ait olmayan bir para geçiyor eline. zweig'in burada betimlemeye çalıştığı esasen insanın arzularının modern devletin biçimlendirdiği yasalarla sınırlanamayacağı kabaca. bu noktada kafam defalarca hapishanenin doğuşu'na gitti geldi. karakter içinde bir pişmanlık duygusu aramaya çalışıyor fakat onu bulamıyor;

    "ben sadece utanmak istiyordum,ama aslında utanmıyordum, hatta o derinliklerde bir şekilde gizli bir gurur, daha da ötesi, yaptığım o budalalıktan duyduğum bir hoşnutluk vardı."

    bundan sonraki pasajda ise uzunca bir modernizm kritiği başlıyor ve karakter içine düştüğü sınıfsal tıkanıklığın zincirlerini kırmak için coşkulu proleter kalabalığın içine doğru yol alıyor. fakat kime temas etmeye çalışsa yadırgıyorlar onu, kılığından, kıyafetinden, soğuk duruşundan ve belki statüsünden dolayı. bu noktadan sonra ise karanlık gecenin içine doğru süzülüyor ve fahişeyle tanışıyor. buradaki betimlemeler enfes; zweig fahişeleri oldukça gerçekçi bir üslupla resmediyor, tepeden bir burjuva aydın bakışıyla onları ezmeksizin. sınıfsal çelişkileri ziyadesiyle vurguluyor.

    zweig'in yapmaya çalıştığı, ki kendisi sağlam bir freudçudur, nietzsche'den beri gelen insanın o karanlık ruhsal tarafını deşmek, vicdan duygusunun ne olup olmadığını tartışmak. o eşsiz anlatımıyla vicdan'ın aslında bizim yüreğimize gömülü olan değil, nietzsche'ci bir bakışla oraya gömülen bir kavram olduğunu; suça karşı endişemizin ise suçu işlemekten değil, suçun getireceği sınıfsal ayrıcalıkları kaybetme tehlikesinden doğduğunu ustalıkla işliyor.

    karakterimiz sınıfsal ön yargılarını ve şekillendirilmişliğini bıraktıkça özgürleşiyor. hayatın farklı hazlarının farkına varıyor. burjuva tipolojisinde yaşarken yalnızca kendi sınıfı içinde dikeyde, daracık bir alanda sürüyor yaşamını. fakat hikayenin sonunda artık bu alanı bırakıp yatayda; daha önce deneyimlemediği müthiş bir genişlikte bambaşka bir enlemde hareket etmeye başlıyor. dikey alanı tüm sınıfların ayrı ayrı içinde bulunduğu sütunlar olarak ele alırsak, yatay alan hepsinin kesiştiği özgür bir küme haline geliyor.

    işte bu serbestliği kavradığı vakit geceler aleminin atıklarının içine yuvarlandığı o akşam olağanüstü bir gece'ye dönüşüyor. burada öyküden de öte çok değerli bir felsefe, sosyoloji var bana kalırsa. üzerine çokça düşünmek lazım. diğer taraftan bakılırsa da, modern şehirli insanın depresyonlarının ilacı da yine bu öyküde gizli. bizler, hayatı kendi sınıfsal benliğimizle kuruyoruz ve dikeyde kademe alamadıkça, beklentilerimiz gerçekleşmedikçe üzülüp kendimizi harap ediyoruz. fakat o kademeleri alsak ve beklentilerimiz gerçekleşse dahi o yolun sonunda mutlak bir mutsuzluk yine bizi bekliyor. zweig bu dersi tam da tüm kademeleri almış ve beklentileri gerçekleşmiş bir karakteri buhrana düşererek veriyor. ve gerçek mutlulukla dikeyde ıstıraplı, sonsuz bir yolculuğa çıkarak değil; o sütunların yıkılması ile ancak yatayda buluşulabileceğini söylüyor. kafam burada yer yer simmel'e gitmedi değil.

    karakter tahlilleri, betimlemeler ise enfes. uzun uzun alıntılanacak pasajlar var bolca. tekrar tekrar üzerine düşülecek, düşünülecek bir eser.
  • içsel konuşmaların, sorgulamaların ve çelişkilerin yoğun olarak yer aldığı, stefan zweig'in 1922 yılında yazmış olduğu kitabıdır. hiç bir derdi olmayan zengin bir adamın, sevgilisi tarafından terk edilmesiyle, hayata dair hiç bir şey hissetmediğini, duygularının olmadığını keşfi sonucu başlayan iç çekişmelerini, kendini bulma yolunda ki yolculuğu ve dönüşümü muazzam tahliller ile anlatılır.

    "eğer nasıl biri olduğumu bilseydiniz, şu anda beni selamlarken yüzünüzde gördüğüm o tatlı, dostane gülümse kim bilir nasıl donup kalırdı dudaklarınızın kıyısında!"
  • başkalarını mutlu etmek, yardımsever olmak insana gerçek mutluluğu getirir demiş yazar kısaca. evet öyle olabilir. durup bir düşününce küçük mutlulukların maddiyattan geldiğini görüyoruz. büyük ve devam eden mutlulukların ise duygulardan kaynaklandığı gözler önüne seriliyor.

    mesela geçen gün çok beğenerek aldığım bir ayakkabıyı şu an unutmuş vaziyetteyim fakat bir kaç ay önce hiç hoşlanmadığım karakterdeki bir insanın yüzüne 'şu hayatta umursayacağım son insan sensin' dediğimi hala hatırlar ve her hatırladığımda mest olurum. demek ki insan kendisini doğru ifade edebildiği ve o şekilde de anlaşıldığı sürece mutlu oluyor.
  • istanbul trafiği sağolsun (!) bir akşam serviste başlayıp bitirdiğim kitap.. başlarda esnetirken sonrası da sağlam darbelerle kendine getiriyor insanı..
hesabın var mı? giriş yap