• su siralar tam olarak emin olamadigim his. yasamaktan cok korktugum ve uzerine yasamamaya calistigim bir duygu. ama son gunlerde yaptigim birsey nedeniyle yasamaya hazir olmam gereken de bir duygu sanirim. ama bunu yasarsam hayat beni nereye ve daha ne kadar goturur kestiremiyorum... #korkuyorum
  • yeryüzüne cehennemi indiren duygudur, her gün kalbiniz cayır cayır yanar; ama çok geçtir.

    en büyük düşmanınız siz oluyorsunuz.

    allahım, ben bununla nasıl yaşıyacağım cidden?
  • sanki her şeye geç kalmış gibi hissediyorum. yapmadığım yapamadığım her şey için hissettiğim yegane duygu. bu günlerde içimi yiyor
  • çok pişmanım pişman olduğuma.
    boş ver gitsin ya
  • “daha fazla yaşanmaması için yapılan hata kabul edilmeli ve tekrarlanmamalıdır.’’

    “bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridordan ters tarafa yürümenin hiçbir faydası yoktur’’ demiş nietzsche.

    pişmanlık, her durumda aciz insanların hissettiği bir duygudur. pişmanlık duyacak şeyler yapmak da, onları telafi edememek de acizliktir.
  • vicdanın yara izi. yara, gündelik telaşelere mecburen daldıkça bir şekilde kabuk bağlıyor, acısı da gitgide hafifleyerek kaybolabiliyor, lakin o iz hep orada, gözün ve gönlün kıyısında duruyor, niçin oluştuğunu ve "ondan" sonra nasıl hareket etmeniz gerektiğini hatırlatıyor.

    son yıllarda garip bir şekilde yoldaşım, yolumu şekillendirenim bu arkadaş. bir yerden sonra tecrübesine güvenmeyi acı da olsa öğrendiğim, daha doğrusu kabullenmek zorunda kaldığım için, kararlarımın pek çoğunu ona danışıyorum, insanların tüm eleştirilerine ve tuhaf karşılamalarına rağmen onunla istişare etmeyi önemsiyorum. zira izi katman katman, öyle bir çırpıda silip sıyrılabileceğim türden değil, o yüzden kendisini zararlı bir düşman ya da kahırdan ziyade bir lütuf olarak görmek, bir sakinlik, buruk da olsa bir huzur veriyor. ki çok çok istiyor olsam da zamanı geri döndüremem, onun o kadar tecrübeyi edinmesine sebep olduğum hiçbir şeyi değiştiremem, ama "öğreticiliğini" kabullenmek, kılavuzluğuna başvurarak gönlünü almak yola mümkün olduğunca dikkatli devam etmemi de sağlıyor.

    abim, son yıllarında, diyalizin günden güne bitap düşürdüğü vücudunu taşıyamaz olmuştu. gezmeyi çok seven, yeni yerler ve tatlar keşfettikçe mutlu olan, derununda yaşam enerjisiyle dolu, pırıl pırıl bir gençti aslında; lakin yok denecek seviyelere düşen tansiyonu dolayısıyla artık kolay kolay yürüyemiyor, yürüse de iki adımda bir dinlenmesi gerekiyordu. o yüzden babam, bir tekerlekli sandalye almıştı, yakın yerlere onunla çıkarıyor, gezdiriyordu abimi. o hâle gelmeden, o kadar bitap düşmeden önce, babamla gitmediği yerlerin çoğuna beraber giderdik, kimi zaman zorunlu, çoğu zaman gönüllü şekilde refakatçilik ederdim ona, lakin iş tekerlekli sandalye olayına gelip dayanınca, yaşımın cahilliğinden, pek yanaşmak istemedim. o yıllarda şimdikinden daha çelimsiz olan bünyemi bahane ettim, yeni taşındığımız mahalle hep yokuş, başaramam sürmeyi, sandalyeden seni düşürürüm dedim. itiraf etmeliyim ki, o "görevden" asıl kaçış sebebim çok çok başkaydı. zira bir gün abim, pazara çıkmak istemişti yine, o yasak olduğu için doyamadığı ama almadan da edemediği meyveleri elleriyle seçmek istemişti. babama yardım için ben de yanlarında gitmiştim hâliyle. yine bitkindi abim, zaten o kadar zayıflamıştı ki, kemikleri sayılıyordu neredeyse, kıyafetlerinin içinde ufala ufala kayboluyordu cancağızım. üstü başı da iyiydi aslında, çünkü iyi yerlerden giyinmeyi çok sevdiği için, o yıllarda bizim gibi ailelerin pek yanına yanaşamadığı markalardan alışveriş yapardı. lakin bir meyve tezgâhından istediklerini seçerken, bir kadın yanaştı yanına, eline para vermek istedi abimin. abim, kadıncağızı bozmadan ama yorgunca da gülümseyerek, "ben dilenci değilim abla" dedi. babam da gereken şekilde müdahale etti duruma. lakin henüz birkaç ay evvel taşındığımız yerde öyle bir manzarayla muhatap olmak yetmişti bana, zira onur, benim için oldum olası mühim bir kavramdı ve o cahil yıllarımda her şeyden ve herkesten önce geliyordu. o yüzden, babam yokken tekerlekli sandalye ile çıkmayı kesinlikle kabul etmedim, hem de abimin tüm isteğine rağmen! birkaç ay sonra ise, ne benim insafıma ne de o tekerleklere ihtiyacı kaldı abimin, bir kuş gibi kanatlanıp uçtu, ebedi yurduna göçtü...

    tekerlekli sandalye, ondan geriye kalan üç beş eşyadan biriydi. pek çok şeyi ihtiyaç sahiplerine vermişti babam, ama o kaldı. bazen, hacca giden hasta ve yaşlı ahbaplardan emanet alan oldu, hattâ son zamanlarında babam da bir defa onunla hastaneye götürüldü büyük abim tarafından, babamdan sonra ise bir köşeye kaldırıldı. lakin hayat garip bir döngüden ibaret; annem, hem ilerleyen yaşı hem de iyice artan skolyozu dolayısıyla rahat yürüyemez oldu son yıllarda. resmî dairelerde bir işi olduğunda tekerlekli sandalye ile götürdü abim, umrede de bizimleydi aynı sandalye ve orada çok, çok yardımcı oldu bana. mescid-i haram'ın üst katlarında anneme onunla tavaf yaptırırken, merhum abim ciğerimde bir sızı misali dolaştı bizimle; her şavtta, ah dedim sık sık, keşke onunla da gelebilseymişim bu mübarek beldeye, bu eşsiz mekâna. keşke ona burada da hizmet edebilseymişim...

    umre dönüşünden sonra, bilhassa yaz aylarında rahatsızlıkları artan annemi parka ya da yakın yerlere yürüyerek götürmem iyice zorlaştığı için, tekerlekli sandalyeyi geri getirttim, kapıya bisiklet kilidi ile sabitledim. zira yakın mesafeye taksi çağırdığımızda illaki insafsızlık edip homurdanıyorlar, aldıkları sabit paraya rağmen "şu kadarcık yer için mi bizi sıradan çıkarttırdın abla" deyip insanı pişman ediyorlar. kimseye minnet etmeden kendi işimi kendim görmeliyim huyum da iflah olmadığı için, arabası olan konu komşunun yardım tekliflerini de teşekkür edip geri çeviriyorum, hâliyle, tekerlekli sandalyenin en iyi çözüm olacağını düşündüm. abimin sağlığında yaptığım o cahilliğin pişmanlığı hep aklımın köşesinde olduğu için, kaç aydır, yarı merakla yarı da acıyarak bakan gözlere aldırmadan, pek çok sefer yaptık kendisiyle; lakin yokuşlar, ah o kâbusum olan yokuşlar, ne zaman dışarı çıksak, demokles'in kılıcı gibi ensemde duruyorlar! o yokuşları ve inişleri bir sorun yaşamadan geçebilmek için kendimi korkuyla kasarken bazen acı acı düşünüyorum, ey pişmanlık, keşke yolumu sadece mecazen sağlamlaştırmasan diyorum. geçen gün yine onları birilerinden yardım almadan ve müşkülpesent ana kraliçeyi fazla sarsıp söylendirmeden geçeyim derken, sağ bacağımı, biraz fren biraz da itici kuvvet olarak kullandığım için birkaç yerden morartmışım. geçen defa, sandalyenin kulpları da karnımda birkaç morartı hatıra bırakmıştı, bu sefer biraz daha dikkatli davranmış olmalıyım ki yoldaşın nişaneleri sadece bacağımda oluşmuş. dün ve bugün, o morluklara bakarken düşünmeden ve buruk buruk gülümsemeden edemedim; umarım pişmanlıklarımın keffareti olursunuz ve âhirette abimin yüzüne bakabilmeme vesile olursunuz dedim.

    tam da bu duygular içindeyken, dün akşam da kemal sayar'ın bir tweet'ini gördüm:
    "pişmanlığı kabul, yeryüzünde yanılabilir bir insan olduğumuzu da kabulleniştir. geçmiş orada durmaya devam ediyor ama yarını, oradan öğrendiğimle, yepyeni bir biçimde inşa edebilirim. samimi pişmanlık, dünden daha iyi yaşanacak bir geleceği bahşeder." diyordu. ah tevafuklar, yeter ki idrak edebilsek, onların bile nice ayrı hikmeti var.
  • yaşadığımdır. keşke çok daha acımasız açıksözlü ve herşeyi kabullenen biri olmasaydım.keşke layık olmayanlara insan değil de köpek olup azarlasaydım
  • değerini bilmediğinin değerini anladığında artık çok geç olduğunun farkına varmaktır.
  • vaktinde gitmediğimedir.
  • aklına geldikçe uykuların kaçar. ezilir un ufak olursun. unutamazsın. aklına geldikçe o anı yaşarsın.
hesabın var mı? giriş yap