• platon’un mağara alegorisine göre; felsefeden yoksun olanlar, bir mağarada bağlandıkları için yalnızca tek yöne bakabilen, arkalarında ateş ve önlerinde bir duvar bulunan mahkumlarla karşılaştırılabilir.
    duvar ile mahkumlar arasında hiçbir şey yoktur. gördükleri tek şey, ateşin ışığı ile duvara vuran kendi gölgeleri arkalarındaki nesnelerin gölgeleridir. kaçınılmaz olarak bu gölgeleri gerçek kabul ederler ve gölgelerin kaynağı olan nesnelere ilişkin hiçbir fikirleri yoktur.
    sonunda birisi mağaradan kaçıp gün ışığına çıkmayı başarır. ilk kez gerçek şeyleri görür ve o zamana kadar gölgelere aldandığının farkına varır. koruyucu olmaya uygun bir filozofsa, tekrar mağaraya inip mahkum arkadaşlarına hakikati anlatıp çıkış yolunu göstermeyi görev bilir; ama onları ikna etmekte güçlük çekecektir. çünkü gün ışığından geldiği için, gölgeleri onlardan daha bulanık görecek ve arkadaşlarına, kaçıştan öncekine göre daha ahmak görünecektir.

    (bkz: batı felsefesi tarihi)
  • milattan önce 427-347 yılları arasında atina’da yaşamış, hepimizin ismini bu zamana kadar muhakkak duyduğu, gerçek ismi aristokles olan fakat felsefede platon veya islam dünyasında eflatun olarak bilinen bu ünlü filozof bizlere batı felsefesinin temel taşlarını oluşturan kıymetli eserler bırakmıştır. özellikle siyaset felsefesinde yeri doldurulamaz bir öneme sahiptir. bırakmış olduğu eserlerinde her zaman ilham alınacak, günümüze uyarlanabilecek, üzerinde tartışabileceğimiz konulara, kavramlara yer vermiştir.

    mağara alegorisi ise devlet adlı eserinin yedinci kitabında yer alır. mağara alegorisinde imge ve benzetmelerle bizlere devletin ideal yöneticisini yani filozofları tasvir eder. bir mağarada, doğdukları andan itibaren tutsak olan bir grup insan arkalarını göremeyecek şekilde zincirlenmiştir. sırtları mağaranın girişine dönük olduğu için dış dünya hakkında bilgileri yoktur. dünyaları sadece mağarada görebildikleri duvar ve duvara yansıyan gölgeler, duyabildikleri yankılardan ibaret olduğu için inandıkları dünyada bunlardan başka varlık yoktur. gölgelerinin, yankıların gerçek olduğunu düşünüp, bunlar haricinde başka bir gerçeklik hayal etmemişlerdir. tutsaklardan birisi bir gün zincirini gevşetmeyi başarır ve mağaradan çıkar. mağaradan çıktığında güneşle ilk defa karşılaştığı için gözleri çok acır ve geçici olarak körlük yaşar. güneşe alıştıktan sonra körlüğü geçer ve etrafındakileri görmeye başlar. ilk defa tek yöne değil, tüm yönlere bakar. bu zamana kadar inandığı yegane gerçekliğin aslında arkalarındaki bir ateşin önünden geçen insanlar ve onların taşıdığı nesnelerin gölgesi olduğunu anlar. gerçek dünyayı görüp etrafındakilerin gerçek olduğu ve gölgelerin sadece yansıma olduğunu anladıktan sonra bu durumu mağarada hala zincirli olan tutsaklara anlatmaya gider. mağaraya girdiğinde artık mağaranın loş ortamına alışkın olmadığını, duvara yansıyan gölgeleri eskisi gibi net göremediğini fark eder. tutsaklara olan biteni anlattığında kimse onu anlamaya çalışmaz, onun artık aptal ve kör olduğunu düşünürler. onlar için tek gerçeklik duvara yansıyan gölgelerdir bu yüzden zincirlerini kırıp dış dünyayı görmüş olana inanmazlar hatta dış dünyanın onu yozlaştırdığını düşünürler ve bu yüzden zincirleri kırmaya ve mağaradan çıkmaya şiddetle karşı gelirler.

    platon’un bu alegorisinde mağaradaki tutsaklar sıradan insanlar/halk iken, çabaları sonucu zinciri gevşetebilen ve mağaradan çıkabilen kişiler ise filozoflardır. mağaradan çıkmak acılı bir süreçtir, bu süreç ancak iyi bir eğitimle tamamlanır ve böylelikle zincirlerimizden kurtuluruz. zincirlerinden kurtulma yeteneğine sahip ve sahici bilgiye ulaşabilen filozof, insanları yönetebilir ve halkı eğitebilir çünkü insanlar cehalete inanıp, düşündüklerinin aksini söyleyenlere karşı nefret besleme eğilimindedirler. eğer insanlar cehalete gömüldüyse onları aydınlatmak, hakikati göstermek çok zordur. bu alegoriye göre ancak sorgulayan, zincirlerinden kurtulan kişiler hakikate ulaşabilir.
  • mesleki konumlarından hoşnut olmayan, bundan şikayet eden, ama işlerinde kalan insan sayısı çok fazladır. ınsan varlığı değişimden, yenilikten korkar ve çoğu zaman, çok güç olsa bile alışıldık koşullarda kalmayı, pek iyi tanımadığı yeni bir duruma geçmek için diğerini terk etmeyi tercih eder.

    plato'nun mağarası budur! platon, çok karanlık bir tür mağarada doğmuş ve buradan asla çıkmamış insanları anlatıyordu. bu mağara onların eviydi; donuk ve hüzünlü olsa da aşina oldukları, dolayısıyla teskin edici bir yerdi. dışarıya adım atmayı inatla reddediyorlardı, çünkü dışarıyı bilmediklerinden, orayı düşman, tehlikeli olarak hayal ediyorlardı. dolayısıyla, o meçhul alanın güneşle, güzellikle, özgürlükle dolu olduğunu keşfetmeleri imkansızdı...

    bugün birçok insan farkında olmadan plato'nun mağarasında yaşıyor. meçhul karşısında yamam bir korkuları var ve kişisel olarak onları etkileyecek her değişimi reddediyorlar. fikirleri var, projeleri, düşleri var, ama bunları asla gerçekleştiremiyorlar, doğrulanmamış binlerce korkuyla felç olmuşlar, elleri ayakları kelepçeli, oysa anahtarı da yalnızca kendilerinde. boyunlarında asılı, ama asla ellerini alamıyorlar.
  • ağzı açık, içine ışık vuran bir mağaraya birkaç insan yüzleri mağaranın duvarına dönük bir şekilde "zincirlenir". bu insanlar hayatları boyunca sadece dışarıda olan bitenlerin mağara duvarına düşen gölgelerini görebilirler ve doğal olarak bu insanların gerçekliği yalnızca "gölgelerden" ibadettir. birgün aralarından biri "zincirlerini kırar ve gerçek dünyayı,güneş ışığını görür". geri dönüp arkadaşlarına gerçeğin ne olduğunu, yanıldıklarını anlatmaya çalışır ama hayatları boyunca gerçek kediyi değil de kedinin gölgesini gerçek kedi kabul eden bu insanlara kedinin aslında nasıl göründüğünü anlatmak pek kolay olmayacaktır.

    zincirlerini kıran o insan; düşünen, sorgulayan insanın ta kendisidir.
  • özet olarak; alıştı(rıldı)ğın dolayısıyla kötü de olsa güvende hissettiğin yaşam şeklini değiştirmeye cesaret edememe durumudur.
  • burada esas olay; zincirlerini kırıp, gerçek dünyayı gördükten sonra geri dönerek, “bu gördükleriniz yalnızca gerçeğin yansıması” diye anlatmaya çalışan kişinin alegorisidir.

    vazgeçilmez olan budur. keşfini, gördüklerini, öğrendiklerini paylaşma arzusu..

    o yüzden resim yapıyoruz, o yüzden yazıyoruz, o yüzden dans ediyoruz, o yüzden canlandırıyoruz.

    sanat içgüdüsel bir arzu, karşı konulamaz bir gerçekliktir.

    biz anlatmak istiyoruz.

    bunun için de;

    - iletişim
    - sosyalleşme
    - başarmışlık hissini vermesi arzu edilen kalabalığa ihtiyaç duyuyoruz.

    iletişim ve paylaşım olmadan yaşamın renkli halinin de hiçbir işe yaramadığı kodlamasıyla yaşıyoruz.

    şimdi universe 25 deneyine bir göz atalım:

    sosyalleşmenin ve sınırsız (tanrısal) kaynağın sonuçlarının da, bir cenneti getirmediğini görüyoruz.

    suzanne collins açlık oyunlarında oyunun saat tiktağı gibi çalıştığını ve bunun bir döngü olduğunu anlatmıştı.

    saat başı aynı döngüleri getiren oyun, sadece suzanne'nın kitabının içindeki bir hayalden ibaret değil!

    bizler, planlanmış bir saat tiktağı eşliğindeki bir oyunun içindeyiz.

    bu oyunda; iletişim kurmak temel esas.

    keşfetmek, keşfi sosyalleşerek paylaşmak ve sosyalleşme tercihlerimiz yüzünden bunalıma girmek, bazen üremek, bazen üretmek, bazen yalnızlaşmak, bazen de gruplaşmak için varız.

    seçeneklerimiz bunlar.

    tüm bunların sonucunda eşcinsel olmak da, anaç duyguları kaybetmek de var.

    var olan her şey tanrısal.

    sosyalleşme tercihlerimiz sayesinde ya daha uzun süre yaşar ya da daha kısa sürede ölürüz.

    her şey iletişimle başlar ve her şey iletişimle biter.
  • platon’un devlet adlı kitabının yedinci bölümünde geçer.

    bir mağaraya zincirlenmiş halde yalnızca mağara duvarını ve birbirlerini görebilen 3 insandan bahseder. doğuştan beri bu halde olan bu üç insan, karşılarındaki duvardan mağara girişinden yansıyan gölgeleri ve yankı yapan sesleri duymaktadırlar. yani farkedebildikleri tek gerçeklik, onlar için yalnızca gölgeler ve yankı seslerdir.

    derken bu insanlardan biri zincirinden kurtulup kendini mağaranın dışına atar. önce yoğun ışık yüzünden geçici körlük yaşar ve sonra gözü alışarak aslında gördükleri şeylerin yalnızca birer gölgeden, duydukları seslerin ise yalnızca yankıdan ibaret olduğunun farkına varır. bir akarsu kenarına gider ve sudaki yansımasını ve gölgesini görmesi ile her şeyi anlar.

    farkına vardığı gerçekliğin heyecanı ve hevesiyle tekrar mağaraya dönüp bu durumu diğerlerine anlatmak ister. fakat anlattıkça diğerleri onu deli olmakla suçlar. onları kurtarmak ister ama diğerleri onun gibi delirmek istemediklerini söyleyerek mağarada kalmayı sürdürürler. hatta onları kurtarmak isteyene saldırmayı bile denerler. ne kadar çaba sarfedip anlatmaya çalışırsa çalışsın zincire vurulmuş olmalarına rağmen zincire vurulduğunu bile farketme yetisi olmayan bu iki insan bu durumu anlayamaz ve hayatlarını orada sürmeye devam ederler.

    (bkz: devlet)
  • platon, insanlığın genel gidişatının, formlar âleminin herhangi bir farkındalık olmadan (kabul ettikleri ölçüde) düşünebileceğini, konuşabileceğini vb. fark eder.

    mağaranın alegorisi ile de bunu açıklayabileceğini düşündü.

    alegoride platon, formlar teorisi konusunda eğitimli insanları, bir mağaraya zincirlenmiş, başlarını çeviremeyen mahkumlara benzetir. tek görebildikleri şey mağaranın duvarıdır. arkalarında bir ateş yakar. ateş ve mahkumlar arasında kuklacıların yürüyebileceği bir korkuluk vardır. mahkumların arkasındaki kuklacılar, mağara duvarına gölge düşüren kuklaları kaldırırlar. mahkumlar, arkalarından geçen bu kuklaları, gerçek nesneleri göremezler. mahkumların gördükleri ve işittikleri, görmedikleri nesnelerin yarattığı gölgeler ve yankılardır.

    bu tür mahkumlar görünüşü gerçeklikle karıştırır. duvarda gördüklerinin (gölgelerin) gerçek olduğunu düşünürlerdi; gölgelerin gerçek nedenleri hakkında hiçbir şey bilmeyeceklerdi.

    öyleyse mahkumlar konuşurken, neden bahsediyorlar? bir nesne (diyelim ki bir kitap) arkalarından taşınıyorsa ve duvara bir gölge düşürüyorsa ve bir tutuklu “bir kitap görüyorum” derse, o aslında neden bahsediyor?

    bir kitaptan bahsettiğini sanıyor ama aslında bir gölgeden bahsediyor. ama "kitap" kelimesini kullanıyor. bu ne anlama geliyor?

    platon bunun cevabını şöyle verir;

    ve eğer birbirleriyle konuşabilselerdi, kullandıkları isimlerin kendilerinden önce geçtiğini gördükleri şeylere uygulandığını düşünmezler miydi?

    platon’un görüşüne göre, tutuklular yanılacaktı. çünkü (platon'un görüşüne göre doğru olduğu gibi) gölgeleri oluşturan gerçek şeylerden ziyade, kendi dillerindeki terimleri gözlerinin önünden geçen gölgelere atıfta bulunmak için kullanıyor olacaklardı.

    bir mahkum "bu bir kitap" derse, "kitap" kelimesinin tam da baktığı şeyle ilgili olduğunu düşünür. ama yanılıyor olurdu. aslında sadece bir gölgeye bakıyor. “kitap” kelimesinin gerçek referansını göremiyor. oysa görmek için başını çevirmesi yeterli olacaktı.

    platon'un vurguladığı nokta; dilimizin genel terimleri, görebildiğimiz fiziksel nesnelerin "isimleri" değildir. aslında göremediğimiz, sadece zihinle kavrayabildiğimiz şeylerin isimleridir.

    mahkumlar serbest bırakıldıklarında başlarını çevirip gerçek nesneleri görebilirler. sonra hatalarını anlarlar. başımızı çevirmeye ve gölgelerin nedenlerini görmeye benzeyen ne yapabiliriz? formları zihnimizle kavrayabiliriz.

    platon’un cumhuriyet’teki amacı, bu yansıtıcı anlayışa ulaşmak için bizim için neyin gerekli olduğunu açıklamaktır. ancak onsuz bile, düşünme ve konuşma yeteneğimizin formlara bağlı olduğu doğrudur. kullandığımız dilin terimleri anlamlarını, algıladığımız nesnelerin katıldığı formları “adlandırarak” alırlar.

    mahkumlar bir kitabın ne olduğunu kitapların gölgesi deneyimlerinden öğrenebilirler. ancak "kitap" kelimesinin herhangi birinin şimdiye kadar gördüğü bir şeyi ifade ettiğini düşünseler, yanılırlar.

    aynı şekilde, fiziksel nesneler hakkındaki algısal deneyimlerimizle kavramlar edinebiliriz. ancak kavradığımız kavramların, algıladığımız şeylerle aynı seviyede olduğunu düşünürsek tümüyle yanılmış oluruz.
hesabın var mı? giriş yap