• üst üste piyasaya sürdüğü mükemmel albümlerin ardından, kendi halindeki iyi bir pop grubunun bir joy division albümü ile dünyayı yerinden oynatacağını kimse tahmin edemezdi herhalde. o dönemi birebir yaşamış olsaydım, en sevdiğim albüm olabilirdi. şimdi ise o dönemi nasıl bir ruh hali içerisinde geçirdiklerini tahmin edebileceğim olağanüstü bir eser olarak görüyorum. "sert" kelimesi müzikte daha çok gitardan çıkan sesin gücünü tanımlar. ama sanmıyorum ki en "sert" albümler bile pornography'nin eline su dökebilsin. her şey kusursuz bir rahatsızlık ve kaos hissi ile başlıyor. ve bitiyor. arada tek bir şarkı bile atlamıyor the cure. one hundred years'ın dinlenebilirliği belki başta kandırıyor insanı ama "it doesn't matter if we all die" ile başlayan bir albümden (ve şarkıdan) ne kadar korkunç şeyler beklerseniz bekleyin, daha ötesini bulacaksınız. beyninize saplanan çengelleri her şarkı ile tekrar tekrar çekip saplayacak grup. pek çok algılama merkezinize hasar verecek. çünkü bu albüm hayatın yabancılaştırıcı parçaları üzerine kurulu. "give me your eyes that i might see, blind man kissing my hands" gibi cümleleri duyduğunuz noktalarda duracak ve zihninizin karanlık haritalarının aydınlandığını hissedeceksiniz. üstelik bu albümdeki hiçbir şarkı belki de, disintegration'dakiler ile yarışamaz. ama ortaya çıkan bütün, o kadar kuvvetli, akıcı, yoğun ki modunuza göre bu albümü çok daha yukarılarda tutmanız olası. çünkü the cure, en uç noktalara vardığı albümlerinde bile buna yaklaşan bir şey yapamadı. yapamayacak da. pornography şiddeti ile, kanı ile, buz gibi soğuğu ve siyam ikizleri ile eşsiz bir albüm olarak kalacak. bu albümle ilgili her zaman ilginç bulduğum nokta ise şudur: bu albüm the cure'un sahip olduğu müzikal kapasitenin yarısını bile içermez. tüm şarkıları ürkütücü melodiler, yankılı davullar, gidip gelen robert smith sesi ve "pornografik" sözler üzerine kuruludur. o kadar zekice yapılmıştır ki, tek bir noktada eksiklik olsa belki de tüm her şey üstüste yıkılabilir ve ortaya bomboş karanlık gürültü çıkabilir. ama tek bir noktada bile sendelemiyor albüm. albümü dinlememiş birinin şarkıların isimlerini tek tek okuması ile başlıyor bu üstelik. insan beyninin üretebileceği en karanlık öykülerin ince demir teller ile birbirlerine tutunması şeklinde canlanıyor gözümde. robert smith'in en hasta ruhlu zamanlarında gece birkaç saat taş zeminde uyuyarak şarkı yazmaya çalıştığı söylenir. kimse kendinde değildir. grupta kaos kural halini almıştır, kaostan kendi düzenini çıkarmayı becerebildikleri üzere insan türünün yapabileceği en ürkütücü albümlerden birini ortaya çıkarmışlardır. 18 yaşının altındakilere bile serbest olmayı başarmış, en nekrofil, en yamyamlı, en freak "porno"dur.
  • dinlerken havanın karardığı albüm.
  • %80 ve üzeri kakao barındıran çikolatalar gibidir. daha önceki zamanları (bkz: one hundered years) hatırlamak hoşuna gider başta. ilk temas aklına karmaşık duygular getirir (bkz: a short term effect), ama hata yaptığın duygusuna (bkz: the hanging garden) rağmen devam edersin (bkz: siamese twins). bir noktadan sonra tahammül edemeyecek duruma gelirsin (bkz: the figurehead), bir ara vermek istersin (bkz: a strange day). tekrar yiyebileceğini zannedersin (bkz: cold), fakat sonunda bir daha yemeyeceğine dair söz verirsin (bkz: pornography).
  • kırmızı siyah bir dünya.
  • client'ın $arkı tüketiminde obsesif hareketler sergilemeye te$vik amaçlı ortaya çıkardığını dü$ündüğüm tuzak..
  • the cureun bence en iyi albümü.. şarkılar arasında yarmış tematik bağlantılar, süper sözler, süper müzik..
    sanki metropolde, ayakları kanayarak yürüyen ve kan kaybettikçe anlatmaya devam eden günümüz insanın trajik masalı gibi bütün albüm.. evet.. trajik bir masal..
  • "it doesn't matter if we all die" cümlesiyle başlayıp, "i must fight this sickness, find a cure" cümlesiyle biten şaheser. böyle bir albümden mutlu sonlar beklemek ayıptır tabii.

    dinlediğim ilk the cure albümüydü. lovesong'dan önce ben bu albümdeki şarkıları dinledim, düşünün kafamda oluşan the cure algısını. her zaman karanlık ve karamsar müzikleri de sevmişimdir, bu albümde o sebeple beni fena çarptıydı. felaket bir hissiyatı ve atmosferi vardır. kapağındaki gibi kırmızı, kızıl tonda bir albümdür. the cure'un '77-'82 arası dönemi özel bir dönemdir aslında, müzik alabildiğince basittir ama yaratılan duygu yoğunluğu ile fark yaratılır. pornography'de bu açıdan öncüllerine ters düşmez. basit, tekrar eden, monoton ritmler, çivi gibi motiflerle işlenmiş davullar, yoğun bas melodileri ve isyankar vokallerden oluşan kırk dakikalık bir yolculuk gibidir. bu basit müziğin yarattığı hissiyat ise kaotik ve karamsardır, zaten dinleyiciyi -tabii kaldırabiliyorsa- etkisi altına aldığı nokta burasıdır.

    robert smith, albümü kaydederken kafalar milyon şekilde, leş gibi mekanlarda takıldıklarından bahsetmiştir. başta kendisi olmak üzere, tüm grup üzerinde abartı bir nihilizm havası vardır ve bu depresif ruh hali albüme olduğu gibi yansımıştır ve bu albüm zaten steril ortamda, "kuşlar çiçekler böcekler" kafasıyla çıkacak bir albüm değildir. one hundred years'ın girişindeki davul motifiyle başlayan o hançer gibi rifflerden direk anlarsınız şarkılardaki rahatsızlığı. the figurehead, cold, one hundred years ve pornography bu albümdeki en kral şarkılardır, diğer şarkılar da gayet iyidirler, the hanging garden olsun, a short term effect olsun.

    bu albüm ile birlikte the cure'un hem ilk dönemi, hem de gothic rock dönemi kapanmıştır. albümü takip eden japanese whispers, pornography ile kel alaka bir ara albümdür. salak bir mutluluk taşır. sonrasında the cure zaten alternative rock sularına açılır, disintegration, wish ve bloodflowers gibi coşkun albümler yapsa da, pornography'deki çizgiyi aşamaz. pornography bambaşka bir eserdir. aşılamaz.

    şöyle de salak bir anıyla bitireyim, üniversitede bir gün stüdyoda çizim yapıyoruz, elemanın birisi, bilgisayarından let's go to bed açmış, alayına dinletiyor. "aaa the cure lan!" histeriğiyle coşan ben ve eleman arasında şu diyalog gerçekleşir.

    - hacı pornography var mı sende? varsa açsana.
    - abi azdın mı ne pornosu zaaa xd xd xd
    - bilmiyon mu ya, the cure albümü işte...
    - abi bi dur ya ehehemehehehe.

    tüm herkes bana pornocu gözüyle baktıydı böyle ters ters. lovesong the cure'cuları işte. nereden bilecekler pornography gibi ulvi bir eseri.
  • insanı asla çıkmak istemeyeceği bir komaya sokan the cure ürünüdür.
  • içinde gayet iyi parçalar barındıran, ancak melodik bakımdan "the cure'u çok dinlemeyn biri"ni sadece a strange day'le çekebilecek albüm. o da güzel, diğerleri de ama the cure'a karakteristik olarak yüklenebilecek müzik de a strange day'de var sanki sadece - bence.

    bir de taktik albümü. pornography isim olarak konulunca çok şekilli olmaz mı? olur, olmuştur da, bencece.

    bu arada, the hanging garden ne sağlam, sert yapılıdır, değil mi? ama ben diyeyim, yine de a strange day'deki hafif arabesklik şarkıyı daha tutturur. ille de o çıkıyor işte, tabii ki bencecece.
  • bugün müzik dinleme alışkanlıklarımda bir değişiklik yaparak, kaset dönemlerinden beri çok özlediğim "tüm albümü baştan sonra dinleme" moduna geri dönmek istemem sonucu, instagram'daki bir posttan etkilenerek kendimi akışına bıraktığım karanlık the cure albümü.

    sonuç diye sorarsanız; one hundred years daha ilk saniyesinden yakaladı beni ve şu an the hanging garden, the figurehead, a strange day, cold ve pornography ile birlikte albümdeki en sevdiklerimden birisi. sanırım albümdeki favori şarkım da the figurehead ama şu an a strange day ile kapışıyorlar kafamın içerisinde.

    son olarak, kahrolsun shuffle mode, yaşasın albümleri baştan sona dinlemek ulan!
hesabın var mı? giriş yap