• insanın canını acıtmasına rağmen aynı zamanda garip bir haz almasını da sağlayan, yıllar sonra bana müzik dinlemeyi tekrar sevdiren harikulade ikili. geçmiş gözünde canlanır, gözler buğulanır, birine sarılma ihtiyacı duyulur ve finalde yalnız başına uyunur.
  • bir araya geldiklerinde birbirlerinin katalizörü olabilen uyumlu ikili.
  • başlığı görür görmez içine daldığım, bana göre karanlık bir havuza dalıp yere çakılmak veya terkedilmiş bir lunaparkta olmak gibi bir his veren tür.
    sanki içine çok ufak bir umut da var. bugünün acısı yarın geçecek der gibi.
    bilemedim.
  • slowdive grubunun eşsiz tınıları bu akıma öncülük etmiştir; bir de yalnızlık.
  • (bkz: she past away)
  • iç burukluğu eşliğinde huzura ermek demektir.
  • bugunlerde her sey degismekle mesgul. o her sey, kendince bir kendilikle degismekle mesgulken teklik hep unutuluyor. insanlarin agizlarinda "tek gercek" diye bir sey vardi onceden. aranan bir seydi o. arayan, aradikca kaybolarak guzellesirdi, mahvoluslariyla gelen bir guzellikti, kalmadi. bazi seyler icin fazla toplu davrandik sanirim. "bize dusen" vardi mesela. o da kalmadi.

    kalmadi.

    sonra bambaska bir sey.

    sozlerin ve duygularin, yasamdan ritim ve melodi dolu olarak suzuldugu yerlere siginmak vardi. post-rock vardi. dile gelemeyenin, getirilemeyenin duygu dolu cagrisiydi bu. bir dunya umut, hosluk, kaygi, korku, bugun, dun ve hatta yarin vardi. hayaller vardi. icinde butun oykuler vardi.

    yasamak oykusu vardi bir kere. guzel olana kosmak ve yeniden baslayabilmek vardi.

    bir de yalnizlik vardi. aciklanmaz, kacinilmaz bir sey olan. butun ikililikler, ikililik veya daha fazla coklugu mu anlatiyor, yoksa birliktelikte bir olarak bulusanlar olarak mi varlar? benim icin ve mesela, post-rock ve yalnizlik bir.

    bir gercek ve daha fazla post-rock
    bir gercek ve daha fazla yalnizlik
    bir gercek ve daha fazla yasamak.
  • insan mutluyken post rock dinlemez bence zaten. mutsuzluk, umutsuzluk iceren bütün duygularla iliskili bi tür
  • yayını kestik:

    merhaba, ben limon supernova ve 22.06.2008 tarihinde, gecenin tam 02:40'ında kıbrıstaki yurt odamda "post rock ve yalnızlık" adlı bu başlığı ilk kez açan ve olasılıkla votkadan dolayı (çünkü bira içmek daha pahalıya geliyordu sarhoş olmak için. 70lik smirnoff ve karıştırmak için iki buçuk litrelik kola almak 9-10 adet bira ile sarhoş olabilen alkolik bünyem için çok daha ekonomikti) zil zurna sarhoş olan 23 yaşında birisi olarak aşağıdakileri geveleyen kişi benim. yıllar sonra aklıma gelmişken ve ilgili yazıyı da ilk kez yayımladığım saaate dek bulmuş olarak 22.06.2008 tarihinde "post rock ve yalnızlık" başlığını açarken yazdığım orijinal entry'i aşağıda yeniden paylaşıyorum..

    yazıya geçmeden önce: parantez içine alınmış birkaç şey bugün eklediğim ve okunuşu kolaylaştıran bazı ufacık eklerdir. ikinci olaraksa, bu yazıyı yazdığım günlerde post rockı keşfedeli 1 yıl olmuştu ve hala büyüsünden kurtulamıyordum. post rock aklımı başımdan alıyordu. çıldırıyorum tanrım! muazzam patlamalar içindeydim. nostalji isteyenler için 2008 yılında 23 yaşındaki bir melankoliğin gözünden post rockın yazdırdıklarıyla orjinal post rock ve yalnızlık entrysi:

    birbirleriyle iyi geçinirler.

    -başlarken, explosions in the sky'dan greet death gir.-

    ton balıklı makarnaların yatıştırıcılığına yaslanmış hayatların uyuşukluğunda, son nefesini fazla gürültü patırtı etmeden veriyor fildişi kuleleri. saf/yüksek sanatla biçimlenmiş klasik dünyanın güvenilir kollarında nicedir derin sarmaşıklar açmış, tanımsızlığımız postmodernizm denen bir baş dönmesinin içine yuvarlanıyor. biriktirdiklerimiz ve biriktiklerimiz artık tekin değil; "seni seviyorum" cümlesi yeterli değil! araya pek çok şey daha tıkıştırmamız gerekiyor. araya yaramaz kelimeler, tyler durden vari histeriler sokalım ki, kendimizi kabul ettirelim. en iyi saçmalayan, araya en saçma kelimeleri katan kazanır. şehrin en anlamsız caddesindeki evlerindeyken önlerindeki bütün manzarayı kapatan kiremit, tuğla, beton binaların aman vermez huzursuzluğunu içlerinde tadıp da, güneşli pazar günlerinde kendilerini dışarı atmak yerine bir pencereden dışarıyı izleyerek babil'in günahındaki içlenişleri hisseden kaç kişi kalmıştır bilinmez fakat kuzeyin tanrılarıyla cilveleşmelerden, neil gaiman vari belirsizliklerden ve (sonrasında) coşkulu plajlar yerine, içinden gece geçen kuzeyin ormanlarını tercih edenlerden pek hoşlanmıyor küresel mtv çağı. anneler de hoşlanmıyor. ortalığı kuyumcu dükkanı gibi gezen repçiler, sonsuza dek dans edebilecekmiş gibi duran parlak ciltli popçular ve "evladım böyle üzgün durma!" diyen anneler sarmış.

    televizyonun sesi her seferinde biraz daha açılıyor, bütün sorgulamalar ve nefes darlığından ölmek üzere gibi duran felsefi darlanmalar yalan oluyor. bir adam geride kalıyor, kimselerin farkına varmadığı bir karma police ile kavga ederken hatırlıyor, neden bütün '1984'leri bu kadar çok sevmiş olduğunu...

    90'ların sonuna yaklaşmıştık. walkmanlerin azalışından, "metallica eskisi gibi değil!" sözlerinden ve michael jackson'un yüzündeki beyazlaşma katsayısından anladık.

    biz kimdik bilmiyorum, ama azdık. biz.

    90'lardaki müziği seviyorduk ancak en belalı olduğumuz, içimizi en çok kanartan ve huzur bulduğumuz yer şüphesiz ki 70'lerdi. babalarımız odamıza girip, "led zeppelin dinliyorsun ha?" diye gülerken dudaklarında anlaşılmaz, gizemli, buruk yaralar beliriyordu. fazla anlatmıyorlardı belki, belki bizleri karşılarına çekip de bir kez için freddie mercury öldüğünde nasıl da ağlamış olduklarından söz etmemişlerdi ama, yüzlerinden okunuyordu; yüzlerine eskinin o ihtişamlı alacalığı ve hüzünleri sinmişti.

    ne neydi, ne yapmamız gerekiyordu tam emin değildik. güzel olanı isterken, içimizde biraz da çirkin bir hafifliğin ve uyuşup kalmanın özlemini neden çektiğimizi çözemiyorduk. oraya buraya saldırıyor, dante'nin dünyalarından geçiyorduk, ancak en çok dante'nin cehennemini seviyorduk. arafında ise sıkılıp cennetine tahammül dahi edemiyorduk. işin içinde bir bit yeniği, bir tuhaflık vardı; dans pistlerine fırlayıp kıvrak figürlerle ulu ortalık yerde asla dans edemeyeceğimizi o günlerden seziyor olsak da, polis tarafından hala aranmakta olan kayıp vatandaş turgut özben'in de dediği gibi, "durum bugünkü gibi net ve açık, bir bakıma da belirsiz değildi" cennetin merdivenlerini belli belirsiz hissediyorduk, ama sakinlik bize göre değildi sanki, sanki olduğumuz yerde uyuşarak yağmurun kokusunu içimize çekmek daha iyi bir tercihti.

    çok sonraları fark ettik; asla bir tercih yapmamış olduğumuzu. sadece sürüklenip durmuştuk, o kadar ve sürüklendiğimiz her yerde mırıldanıyorduk, "one pill makes you larger... feed your head!"

    90'ların sonuna yaklaşmıştık, eskiyen ok computer albümünden anladık. bizler pompeii'nin katlanılmaz yalnızlığında büyülenmiş gözlerle hipnotize olup bir daha asla eskisi gibi olamayacağımızı ve yaşıtlarımızın, "unut ve hızlı yaşa" sözlerine ayak uyduramayacağımızı anlamışken, hiç kimse de gelip bizle beraber (pink floyd'un) 'pulse' ışıklarında kendini yitirmek fikrine sıcak bakmamıştı.

    onlar onlar onlar, hep ileriye gidiyordu. her seferinde bir şey canımızı daha çok acıtıyordu. çok daha sonraları insanlar bu durumu aşağı yukarı, "90lardaki çocukların 2000ler sendromu" diye adlandırıp başlarından savuracaktı.

    ...(ve işte) o yıl çok karlıydı. çok sis vardı. kupa kupa kahve içmiştim, kalp çarpıntım vardı, o yüzden hangi yıldı hatırlayamıyorum; bir şey geldi üzerimize. bir sürü sene geçmiş, çoktan semboller, yüzyıllar içinde erimiştik, high hopes'un içinde bir milyonuncu defa düşer gibi uçuyorduk; bir şey geldi üzerimize. başkaları da vardı, öncesinde, fakat bizim için oyunu sigur ros başlatmıştı. her tarafı sipsivri eşya dolmuş bir odada körebe oynamak gibiydi. ebelenecek kişi kendimizken kuzeyden daha önce hiç duymadığımız bir peri masalı doğmuştu. bir zamanlar kuzeyin elfleriyle düşler örerken, şimdi de kuzeyin müziği ile deliye dönmüştük. ışık hep kuzeyden doğuyordu. kuzeyden hep tatlı bir sandman rüyası akıyordu.

    güneyin sıcak ve uyuşmuş akdeniz kültüründe huzur yoktu bize, bunu anlamıştık, eğer bir cevap varsa, bu, kuzeye çekmiş bir yerdeydi. kuzeyin ışıklarını da hiç görmemiştik, ama neondan ışıkların histerilerine kapılmış bileklerimizle kuzeyde bir şey düpedüz çağırıyordu işte. the doors, jefferson airplane, van der graaf generatorler ile kafası şişmiş müzik çalarlarımız bu değişikliği hiç kınamadılar. hemen hemen söyleyecek hiçbir 'sözü olmayan' müzik koridorlar boyunca yayılıyor, kara kitap romanındaki altı çizili cümleler bekledikleri an gelmişçesine daha önce hiç parlamadıkları gibi parlayıp atmosferde ışıldıyor ve her şarkının sonunda daha çok acıkıp, arabanın altında sıkışıp kalmış bir kedinin miyavlamalarını daha derinden duyuyorduk. beklediğimiz saçmalık, beklediğimiz yardım sonunda gelmişti.

    uzun zamandır uzaklarda olan bir sevgiliyi kucaklar gibi sarıldık post rock'a. kısa sürede başkaları da katıldı oyuna, kimileri daha önceden de oradaydı, sadece görmek vakit istiyordu. görmek yorucuydu. explosions in the sky'ın davulları sarmıştı her yanı. kimileri konserlerde kalp krizi geçirmek suretiyle -nahoş bir durumla adeta- aradıkları şeyi gerçekten de bulmuş olduklarını ispatlarken, biz de gökyüzünün daha önce hiç bu kadar genişlememiş olduğuna ve bulutların her zamankinden daha kızıl olduğuna yeminler ediyorduk. açtık, çok aç. pompeii dar geliyordu artık. ilk defa, birbirine küsüp oraya buraya dağıldıktan sonra her gün biraz daha kelleşmesini ayna karşısında izleyen 70 yaşındaki herifler dışında dinleyecek birileri vardı. yeni çağın yeni dinini duymuştuk; yeni çağın yeni dini dante'nin cenneti gibiydi. (çok sıkıcıydı) ama yeni çağın yeni müziği karşı konulacak gibi değildi. garip öğrenci evlerinde toplanıp, garip saatlerde godspeed you black emperor dinliyorduk. önümüzdeki lava lambası sarhoş gözlerimiz önünde ve yoğun bir duman tabakasının altında hınzırca gülümseyip büyürken kan kaybından ölmekte olan bir ninniyi dinlemenin verdiği tanımsız zevkle elimiz ayağımız tutulmuştu, her birimiz farklı bir şarkıda tanınmaz hale geliyordu. bense, "the skyline was beautiful on fire" sözlerinden sonra asla eskisi gibi olamamıştım.

    mutluyduk. üzerinde uzanılabilecek bir hamak belki yoktu; uçamamanın, mucizeler çağının kapanmış olmasının sızını belki de bütün zamanlardan daha çok hissediyorduk ama şehir, ama eşya, ama hayatlarımız daha önce hiç böyle güzel bir arka fon müziği duymamıştı. kitaplarda altını çizdiğimiz cümleler sonunda bir anlama kavuşmuştu, "ve o kalabalık şehirde, arkadaşları selim'i çok üzmüştü" cümlesini god is an astronaut dinlerken okumak daha bir anlamlıydı.

    yüzüklerin efendisi filmi çekilmeden önceki zamanlarda orta dünya'nın gerçek okuyucuları bir tolkien okuru bulduklarında nasıl ki parıldayan ve büyüyen gözlerle heyecanla, "sen de mi yüzüklerin efendisi'ni okudun?" diye sorarak derin dostluklar kurmuşlarsa, biz de şimdi, "sen de mi post rock dinliyorsun!" diyerek kaynaşıyorduk birbirimizle. gölge avcıları kulübü gibiydik, mucizelere inanıyorduk, taşlar yerine oturmuştu. gene açtık, oyuna türkler de katıldı, kafabindünya diye bir isim duyduk. bir lahmacun memleketinden nasıl olup da bir post rock grubu çıkabildiğini merak ettik. etrafı koklasak derin bir soğan kokusundan başka bir şey duyumsamaz, yıkılan ikiz kulelerin paranoyasından başka da bir şey duymazdık herhalde ama öylesine bir dünyaya hapsetmiştik ki kendimizi, dumanların arkasından gözüken o lava lambasından ve arkada çalan mogwai'den başka bir şey duyulmuyordu

    mutluyduk. kısa bir süre için!

    şu anda hangi yılda olduğumuzu (tam) bilmiyorum. dışarıda çok sıcak var. çok kahve içtim gene kalp çarpıntım var, o yüzden hangi yıldayız bilmiyorum. açık penceremden içeriye otomobil lastiklerinin asfaltta çıkardıkları sesler giriyor. neden hiç kuş sesi duymadığımı ve en son ne zaman ağaç dallarının hışırtısını duymuş olduğumu artık pek düşünmüyorum. şimdilerde ne 70'ler kaldı, ne de 80'ler... 90'ların o melankolisini artık çok da hatırlayamıyorum bile. yolun başında neyi aramıştık? neydi gecelerce bizi uykusuz bırakan? düşündükçe başım ağrıyor epeydir, düşünmüyorum, özdemir asaf kitaplarımı bodruma kapattım. bir müzik dönüyor kulaklarımda, explosions in the sky ya da efterklang... fark etmez de aslında, çünkü tek bir müzik bu, farklı renkler içindeki. pek bir şeye ihtiyaç duymuyorum bugünlerde. pek dışarı da çıkmıyorum. 'biz'e ne oldu bilmiyorum, nice zamandır bir tek ben 'var'. ve gün geçtikçe daha az söz içeren müziğe katlanabiliyorken, insanlarla her gün biraz daha az görüştüğümü, her gün biraz daha az konuştuğumu fark ediyorum. suçu ise post rock'a atmıyorum. bir zamanlar zevkle orgazmlar geçiren bir oyundu bu müzik ve her şeyin fazlasının insanı tüketeceğini o zamanlardan hatırlatmalıydım kendime. herkesin özlemini çektiği o huzurlu iç dünyanın placebo etkileri yaratan bir yanılsaması gibiydi post rock.

    sigara kokan ders aralarında bir ilk yardım paketi gibi sarılıyorum mp3 çalarıma. insan sesleri canımı sıkıyor. ve o anda ne denk gelirse onu dinliyorum çünkü bu aynı müzik. red sparowes çıkarsa da kendimi şanslı hissediyorum.

    arthur c. clarke'in the ultimate melody'sine koca bir göndermeydi post rock ve bu kalp patlamaları geçiren diyarda kim hangi bahçede daha çok kayboldu bunu da bilemiyorum ancak; pompeii'deki konser hala derinlerde bir yerde devam ediyor. cennet'in merdivenleri hala orda bir yerde.

    yolculuk için, yeniden yolun başındaki o alacalı renkleri giyinmek için fazla yorgunuz gibi. fazla yorucu gibi. insanlarla tanışmak yorucu. roger waters'ın sözlerini duymak yorucu.

    sadece post rock var, bir de elimdeki kahvem. gökyüzündeki patlamaları izliyorum.
  • dinleyebilirsiniz

    ama yalnız hissetmeyin. en azından böyle hissetmekte.
hesabın var mı? giriş yap