• (bkz: semavi köpek)
    - "bir gün bir adam onu zengince döşenmiş bir eve soktu ve şöyle dedi: 'sakın yerlere tükürme'. canı tükürmek isteyen diogenes, adamın suratına bir balgam attı ve ona, bulduğu tek pis yerin orası olduğunu ve oraya tükürdüğünü haykırdı" (diogenes laertios).
    bir zenginin evine kabul edildikten sonra, yeryüzündeki tüm varlıkların üzerine boşaltacak bir tükürük okyanusuna sahip olmadığı için kim pişmanlık duymamıştır? saygın ve göbekli bir hırsızın suratına yollama korkusuyla küçük balgamını kim yutmamıştır?"
  • sartre'nin bulantı'sının, pessoa'nın huzursuzluğun kitabı'nın, camus'nun düşüş'ünün, aruoba'nın de ki işte'sinin ve dahi joyce'un ulysses'inin yanına koyduğum cioran kitabı.

    peki nedir bu kitapların ortak noktası?

    ben bunların tam olarak benden ne istediklerini anlayamadım; eğer zil çalmadan önce sürem kalırsa bir daha dönüp bakmak istiyorum kendilerine. bakalım kısmet artık!

    çürümenin kitabı'yla olabildiğince zihin açıklığımla ve izole bir ortamda, tam 1 hafta boyunca cebelleştim. aslında 166 sayfalık ince bir kitap ama yok arkadaş ana fikri nedir? benden beklentisi nedir? bir türlü idrak edemedim. tamam cümle cümle altını çizdiğim, içselleştirdiğim kısımlar belki de 10-15 sayfa tutuyor, ancak o anladığım satırları tekrar tekrar okusam da yine de nihai bir yargıya ulaşmam mümkün olamadı. tamam da ne yani?

    insan bu durumda ne yapar? kitap hakkındaki yorumları, incelemeleri, blogları okur değil mi, ben de tam olarak onu yaptım; belki anlayan birileri vardır da onun izah etmesinden ben de idrak ederim umuduyla:

    ama yok arkadaş, yorumların en babası: "şöyle güzel kitap, böyle başucu kitap, hayatıma yön veren kitap ama anlayamazsınız" demiş geçmiş. tamam da ne yani? biz şimdi bu kitabı okuduktan kelli ne gibi bir ibret almamız gerekiyor? yada ne bileyim illaki ibretlik olması gerekmez de total toplamda öğrendiğimiz hayat felsefesi ne?

    bana de ki: "sonuç olarak insanlar yavşak, hayat anlamsız, acılarımız sonsuz, mutluluklarımız sahte, aşklar yalan, allah yok, kahramanlar bok, melankoli çok, ee ölelim biz o zaman" de, başımla beraber; yekten kafama sıkmazsam terbiyesiz evladıyım!

    ama yok sanki tam olarak bunu da demiyorsun, yani mesajın açık değil. hal böyle olunca şimdi bok yoluna da gitmek istemiyor insan.

    peki ben son çare olarak ne yaptım? kitabı orta yerinden açtım, tam karşımdaki koltuğa koydum. önünde de bir sehpa var. dedim, bunu yazdığına göre, tam manasıyla ne anlatmak istediğini bilse bilse cioran reis bilir; ben bunun ruhunu bir çağırayım. çağırayım da kendisiyle mini bir söyleşi edeyim. vallahi de billahi de geldi cioran dede, kitabı koyduğum koltuğun üstünde belirdi hem de:

    cioran'la konuştum haberler iyi!

    iyice ihtiyarlamış, yüzü gözü kırışmış, saçı başı dağılmış, ahirette iki elim kendi yakamda moduna girdi odaya, esasen akça pakça nurlu bir dede olmuş kendileri. dedim, üstad sıkma kendini, boğma, raad ol lütfen.

    bu hemen gevşedi tabii, ilk evveli "bir kadeh chateau lafite'niz* var mı? diye sordu. dedim: "o yok, pamukkale senfoni çalkarası var, içersen?"

    "olur, getir" dedi. derhal açtım şarabını, kadehini önüne koyup doldurdum. "şişe kalsın" dedi. bıraktım sehpaya. geçtim karşısındaki koltuğa.

    üstad, dedim kusura kalma, seni de rahatsız ettik ama böyle böyle bir kitap yazmışsın, ben bunu ne yapsam ne etsem idrak edemedim, o nedenle ilk kaynaktan dinlemek istedim; nedir bu eserin esbab-ı mucibesi?

    üstad, şarabından kallavi bir yudum daha aldı: "rokfor* var mı?" diye sordu. sanki bana fransız asilzadesi aq! altı üstü tepecikli romensin sen lan! denmez tabii öyle misafirdir sonuçta.

    dedim, o yok ama istersen bergama tulumu var, yersen getireyim? "olur" dedi. bir ufak çatalla birlikte bir kalıp peyniri üstadın önüne koydum. üstad peynirden bir çatal aldı, şaraptan bir kadeh daha doldurdu, yüzünü ekşitti ve "hiç bir bok anlamadın mı?" kitaptan diye sordu.

    ya biraz anladım aslında, canlı olmanın gülünçlüğü, hayat gailesinin beyhudeliği gibi şeyler. ama sonuçta tam olarak ne yapıyoruz? intihar ediyor muyuz etmiyor muyuz?

    bak, dedi, intiharla ilgili şunu demişim: 'kendi hükmünü mutlak olarak elinde bulundurmak ve bunu kullanmamak… bundan daha esrarengiz bir yetenek var mıdır? intiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz kaldığımız o mekânı sonsuz bir alana çevirir. kendimizi yok etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu, kolaylığı ve yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında geri dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha basit ve daha korkunç bir şey yoktur. tek bir anda bütün anları ortadan kaldırırız; bunu tanrı bile yapamazdı. fakat palavracı iblisler olduğumuzdan sonumuzu erteleriz: özgürlük gösterişinden, kibrimizin oyunundan nasıl vazgeçebilirdik ki?'

    ben bundan, hani intiharın bir seçenek olarak önümüzde durması, rahatlatıcı bir olgu, ne bileyim gereğinde hayata çok sıkışırsak filan "ne olacak amk. intihar eder geçerim" gibisine bir kozumuz var, bunu anlıyorum, dedim.

    "doğru anlamışsın işte evlat" dedi "az bişi streaky bacon* var mı?" diye ekledi. vay amınakoyum öbür tarafta aç mı bırakıyorlar felsefecileri nedir!

    dedim, üstad ondan yok ama bim'in piliç sosisinden var, lé lezita; ister misin? üstad onu istemedi, bir kadeh daha şarap doldurup, bergama tulumundan devam etti.

    peki, dedim, üstad allasen şu laf ne demek: "ve geçmiş üzüntülerimizin tamamını mevcudunda bulunduran, mucizevi bir şekilde güncel bir hafızamız olsaydı, böyle bir yükün altında çökerdik."

    üstad: evladım, dedi, sen bu kitabı ilk kez eline aldığın anı hatırlıyor musun?

    dedim, yani genel olarak kitapları internetten sipariş ediyorum, eve gelince koliyi açıp okunacaklar rafına yerleştiriyorum, öyle yani niye ki? dedim.

    üstad, öyle değil işte hayatım, dedi, bu kitabı sana vaktiyle bir hanım kız hediye etmişti, hatta bir mekanda eline kadar getirip vermişti de sen bu kitaba şöyle bir bakıp "aa adını duymuştum, çok mersi" dediydin ama sonra kitabı o mekanda unutup almadan gittiydin, dedi.

    geçmiş zaman, pek hatırlayamadım üstad, dedim. "hatırlama zaten, hatırlarsan çökersin işte" dedi. "bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz?" diye devam etti. anladım üstad, dedim anladım peki hiç mi çaresi yok?

    "çare bulma saplantısı bir uygarlığın sonunun belirtisidir; selâmet arayışı da bir felsefenin sonunun..., çare aramayı bırak evlat" dedi.

    aslında üstad ömrüm boyunca özgür olmayı istedim, hiç kimseye ve hiç bir şeye bağımlı olmadan, ruhumu özgür kılmayı istedim, dedim.

    "özgür olmayı deneyin; açlıktan ölürsünüz. bütün aşağılanmalarımız açlıktan ölmeye karar veremememizden gelir" dedi. (bunu pek anlayamadım, özgür olsaydım 2 yumurta da kıramaz mıydım yani?)

    iyi de üstad canım sıkılıyor, dedim.

    "can sıkıntısı, hiçbir inanç adına yaşamayıp, hiçbir inanç adına ölmeyenlerin çektikleri azabın adıdır, onu kafana takma, inanmamaya mecbursun zira" dedi.

    o vakit keşke inançlı, mütedeyyin bir adam olsaydım, dedim.

    üstad: "bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: en büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. bütün cinayetlerin sorumluluğu tapma gücündedir: bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın." dedi. (ışid'i diyor zaar!)

    üstad şişede kalan şarabı kafasına dikip peş peşe kesintisiz devam etti:

    "fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar..." (faşizm bu mu ki!)

    "iktidarı arzulamak, insanın en büyük lanetidir." (sanki burda başkanlık sistemine bir gönderme var!)

    "etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz. konuşanların sırrı yoktur. ve hepimiz konuşuruz. kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız."

    dedim, evet:"verem ettin sen beni, nasıl verem olmayım, eller sarıyor seni..."

    öyle değil lan! dedi üstad, hemen ağlak ağlak cem adrian'a bağlama; hadi ben kaçtım, yolumu anca bulurum, zira zırt pırt kayboluyorum, alzheimer'dan öldüm ben oğlum zaten! dedi. oturduğu yerden havalandı.

    buruşuk ellerine yabıştım ama öptürmedi; bir anda bulut oldu, buhar oldu sanki, kayboldu. baktım, oturduğu koltuğa çürümüş bir dilim portakal düşürmüş, bir şişe senfoni'yi ve yarım kalıp tulumu da gömmüş, geride kalanları aldım saklamadan koklamadan çöpe attım, zira o şarkı da benim için değildi, bu kez anladım.

    sonuç: beyler/efendiler sonuçta ölmemize gerek yokmuş yani; zira cioran üstad deseydi ki ölün, yine de ona derdik ki hassiktir artis! kendin seksen küsur yaşına kadar yaşamışsın, bunak moruk seni! ama öyle demedi allahtan! normal yaşıyoruz yani. çürüsek de çürütsek de anıları silip, sahteliklerle devam ediyoruz; mutlu aşk yoktur! bunu unutmuyoruz. selametle! aforizma sıçmayın aforizma!
  • başlık: çürüyen bir evrende geviş getirmek: cioran ve çürümenin kitabı
    bu yazımı, blogumdan da okuyabilirsiniz.

    "gece aynı zamanda bir güneştir." - zerdüşt [1]

    bu yazıda, ilk olarak emil michel cioran'ın çürümenin kitabı'nı ve ardından friedrich nietzsche'nin herkes ve hiç kimse için yazdığı böyle buyurdu zerdüşt'ünü, düşünürlerin yaşam öykülerini de işin içine katarak biraz didikleyeceğim. şunu da belirtmeliyim: bu inceleme yazısını daha çok çürümenin kitabı üzerinde yoğunlaştırdım. yazıdan maksimum verim alabilmeniz için her iki kitabı da okumanızı tavsiye ederim.

    çürümenin kitabı, esaslı ve yoğun bir tecrübe vaat eden, uykusuz gecelerin ve hastalığın(insomnia) hakikatlerinden doğmuş olan sağlam bir düşünsel eserdir. cioran'ın gençlik dönemi yapıtlarındaki lirik üslubu, fransızca'da kaleme aldığı bu ilk eserde yer yer klasisizme varmıştır: "bütün mutlaklarını salgı bezlerinin sefilliğinden almış olan duygular" olabildiğince yerden yere vurulmuş, buna karşılık gecenin ve tan vaktinin en koyu düşünceleri ise daha yoğun bir şekilde yazıya dökülmüştür.

    "bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? günlere tutunuruz, çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır." - çürümenin kitabı [2]
    kitabın her köşesinden safi nihilizm fışkırır. bu durumun ilginç olan yanı: aynı anda, hem coşkudan coşkuya sürüklerken hem de karamsarlığın en koyu labirentlerinde dolaştırmasıdır. cioran, ifade araçlarından en kışkırtıcı olanı olan yazmak edimiyle, ruhundaki ve bedenindeki bu hiçliği, bu boşluğu, bu umutsuzluğu, bu anlamsızlığı alt etmeye çalışırken, sizin payınıza da onunla beraber, bu çetin savaşın bu buruk zaferini, alaycı ve tepelerden bakan bir tebessümle kutlamak düşer (nihai manada birer "ezeli mağlup" olsak bile; yaşamla didişmek onu alt etmektir).

    bu tarihsel yozlaşma ve çürüme serüveninin gözlemci tarihçisi konumundaki cioran, intihar etmek yerine, intihar yoluyla yaşamı olumlamayı tercih etmiştir. bu olumlamanın etkisi, bu kitabında da yoğun bir şekilde sezilir. ancak o, yine de şöyle demekten alamaz kendini: "ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı, olduğu hal içinde sürdürür: bir intihar etmeme hali." [2]

    bütün önemli eserler gibi, bu yapıtın da okunması ve sindirilmesi özel bir çaba gerektirir. ve yine bütün diğer özgün yapıtlarda olduğu gibi, önce yadsıma yoluna gider, sonrada ara sıra dönüp bakar ve tekrar tekrar hakkını teslim edersiniz; yer yer muzip, yer yer acı bir gülümsemeyle...

    "her esaslı tecrübe uğursuzdur: varoluşun katmanlarında bir kalınlık noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık arkeoloğu, arayışlarının sonunda boş derinliklerle karşılaşır. görünümlerin zırhını boş yere özlemle arayacaktır." - çürümenin kitabı [2]
    nietzsche, insanlığa karşı "üst-insan"ı(übermensch) müjdelerken; cioran'da ise bu düşünce "alt-insan"a, hatta bir "alt-hayvan"a doğru evrilir. çünkü ilerleme diye bir şey yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. bir ilerleme varsa eğer, bu teknolojik bir ilerlemedir ve bu da birtakım yanlış anlaşılmalara yol açmıştır. ancak, tarihin her dönemi gerileme, çürüme, yozlaşma ile doludur ve zaman, insanın aleyhine işlemektedir.

    nietzsche her ne kadar delirerek öldüyse de; cioran'a göre, onun sonunun bile filozoflar nazarında pekâlâ iyi olduğu söylenebilir. cioran'sa, ömrünün son döneminde yakalandığı alzheimer hastalığıyla, hayatı boyunca yaşadığı tüm mutsuzluğu ve tüm düş kırıklıklarını ölmeden önce gömüp, o da acılarından arınmış bir vaziyette bu dünyadan göçüp gitmiştir. işte alın size, felsefeye karşı baş gerekçe!

    cioran, söyleşilerinde ve kitaplarının bir köşesinde nietzsche hakkında şu minvalde bir şeyler söylemiştir: "nietzsche, saftı ve bir münzeviydi, insanı hakikaten yakından tanımış olsaydı eğer, üstinsan fikrini ortaya atmazdı." [3]
    çürümenin kitabı'nı, nietzsche'in böyle buyurdu zerdüşt'ünden sonra okuyup, "insan"ın ardından, "üst-insan"ıda toprağa verebilirsiniz; hem de büyük bir zevk ve arzuyla!

    "uykusuz geceler bitebilir, ama sizde bıraktıkları ışık sönmez: karanlıklarda cezasız kalmadan görülmez, bunun öğrettikleri tehlikesiz bir şekilde derlenemez, güneşten artık hiçbir şey öğrenemeyecek gözler vardır, gecelere hasta olan ve bundan hiç iyileşmeyecek ruhlarda... "
    - çürümenin kitabı [2]

    çürümenin kitabı, uykusuz ruhlara adanmış bir risaledir; hiçliğin yasalarını haykıran bu ayrıksı kitabın, alacakaranlıkta okunup, gün ışığında tekrar tekrar gözden geçirilmesi gerekir.

    bu yazımı, blogumdan da okuyabilirsiniz.
  • '' tanımlama zaafı, zihni merhametli bir cani ve uysal bir kurban haline getirmiştir. ''

    merhametli çünkü tanımlayacağına bir şey'lik kazandırma gayesiyle tanımlar.
    cani çünkü tanımladığında, tanımladığının kendi şey'liğini silikleştirir.

    uysal bir kurban çünkü tanımladığında artık tanımladığının tanımlanmışlığına mahpus olur.
  • "her insanın icinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar."

    hemen hemen her sayfasinda altını çizerek sorgulayacağınız cümleler buluyorsunuz.
  • cehalet ile okunduğun da insana büyük acabaları sorgulatan kitap.

    'varsayımlar ve parmak izleri, zaman içinde saflığını kaybedip, bilince ve bir olay algısına büründüğü an mantıktan uzaklaşıp, bıçak yarasına dönüşür.'
  • "belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı yoktur: onun bir meşgalesi vardır. ağır hastalar hiç sıkılmazlar: hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçları vicdan azabının beslemesi gibi. zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki maddesiz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. yeri bilinemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? "

    "o zaman şiire doğru dönmemek elde midir? onun da, tıpkı hayat gibi, hiçbir şey kanıtlamama mazereti vardır."

    "çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettir; ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir. ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı, olduğu hal içinde sürdürür: bir intihar etmeme hali."

    "her insan derinliklerinin zararına ilerler; her insan kendinden kaçan bir mistiktir: yeryüzü, varılamayan hidayetler ve ayaklar altına alınmış sırlarla doludur."

    "korkmak, devamlı olarak kendini düşünmek ve şeyleri nesnel bir akış içinde tahayyül edememektir. dehşet hissi, her şeyin size karşı geldiği hissi, hiçbir tehlikenin alakasız olmadığı bir dünya anlayışını gerektirir. abartılı bir öznelliğin kurbanı olan korkak, diğer insanlardan ziyade kendini, saldırgan olayların hedefi zanneder.bu hatası onu cesurla bir araya getirir; onun tam zıt noktasında olan cesur, kendine hiçbir yerde silah işlemeyeceğini sanır. ikisi de, kendine hayran bir bilincin en uç noktasına varmışlardır: birine karşı her şey fesat tasarlanmaktadır, diğeri için her şey leyhtedir. cesur tehdite sarılan ve tehlike önünde kaçan bir palavracıdan başka bir şey değildir."

    "hakiki bir şairi şurdan tanırım: onunla görüşe görüşe, eserinin mahremiyetinde uzun süre yaşayınca, içimde bir şeyler değişir: eğilimlerin ve zevklerim filan değil, bizzat kanım; içine onca bir dert sızmış, akışını, kıvamını ve vasfını değiştirmiştir. valery veya stefan george bizi onlara yanaştığımız yere koyarlar, ya da zihnin biçimsel düzleminde daha talepkar kılarlar: ihtiyaç duymadığımız dehalardır, sadece sanatçılardır. ama bir shelley, bir baudelaire, bir rilke, organizmamızın en derinine müdehale ederler; organizmamız da bir zaaf gibi benimser onları. onların yakınında olunduğunda vücut önce kuvvetlenir, sonra yumuşar ve dağılır. zira şair bir tahrip etkenidir, bir virüstür, kılık değiştirmiş bir hastalıktır ve harikulade biçimde belirsiz olmasına karşın alyuvarlarımız için en vahim tehlikedir. onun çevresinde yaşamak mı? kanınızın inceldiğini hissetmektir bu; bir kansızlık cenneti düşlemek ve damarlarınızda gözyaşlarının aktığını işitmektir..."

    "kendimizden kurtulamadığımız zaman, kendimizi yiyip bitirmenin tadını çıkarırız. belirgin lanetleri telafi eden gölgeler prensi'ni istediğimiz kadar yardıma çağıralım: hastalık olmadan hastayızdır ve zaafımız olmadan cehennemliğizdir. melankoli egoizmin düş halidir: kendinin dışında artık hiçbir nesne, hiçbir sevgi ya da nefret sebebi yoktur; durgun çirkefe aynı şekilde düşüş, cehennemsiz bir lanetlinin o aynı ters dönüşü, telef olma ateşinin o aynı tekrarları vardır. hüzün derme çatma bir çerçeveyle yetinir; melankoliye ise, asık suratlı ve buharlı lütfunu, sınırları belirsiz olan ve iyileşmekten korktuğu için dağılmasına ve dalgalanmasına bir sınır konmasından çekinen derdini saçmak için bir mekan sefahati, bir sonsuzluk manzarası gerekir. izzertinefisn en tuhaf çiçeği olan melankoli, kendi usaresini ve bütün zayıflıklarının dirliğini türettiği zehirlerin ortasında serpilip gelişir. kendini yozlaştıranla beslenerek, kulağa hoş gelen isminin ardında, mağlubiyetin kibrini ve kendine acımayı gizler."

    "önyargı, kendi içinde yanlış, ama nesiller tarafından biriktirilmiş ve aktarılmış olan organik bir hakikattir: zarara uğramaksızın bunu başımızdan atamazdık. bundan kuruntusuzca vazgeçen halk, artık inkar edecek hiçbir şeyinin kalmayacağı ana kadar sürekli kendini inkar eder. bir topluluğun sürmesi ve dayanıklılığı, önyargıların süremsi ve dayanıklılığıyla çakışır. doğu halkları kalıcılıklarını kendi kendilerine sadık kalmalarına borçludur."

    "her burukluk bir kini saklar ve bir sistemle tercüme olunur: kötümserlik - beklentilerini boşa çıkarmasından dolayı hayatı affedemeyen madurların o zalimliği."
  • "aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür; mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur... ideolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar."
  • "içgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz.
    dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: içindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir."
  • "düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? bundan fanatizm doğar, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır...
    bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler."
hesabın var mı? giriş yap