• amerikan kısa öyküsünün en babalarından, zehir gibi, çivi gibi, hap gibi bir yazar. çehov’un yalınlığını, süssüzlüğünü, edebiyatsızlığını alın, savaş sonrası amerikan coğrafyasına taşıyın, içine highsmith’in şiddet-dehşet-kötülük tohumunu sallayın; güzelce karıştırıp salıverin kafkaesk bir zemine bu bulamacı. öyle korkusuz, öyle tabiî, öyle insanca yayılacaktır ki, ortaya bildiğimiz, aşinâ olduğumuz hiçbir şeye benzemeyen şehevî bir lezzet çıkacaktır. işte bu olağanüstü lezzetin yaratıcısıdır raymond carver. bütün usta öykücüler gibi, önce kurup sonra bozar o. kurarken nasıl sakin, nasıl serinkanlı, nasıl korkutucu ölçüde dümdüz ise, bozarken de o denli usta, o denli dehşet verici, o denli çoşku doludur. tıpkı hayat gibidir öyküleri, vurucu son sözlerden, ağlamaklı finallerden, parıltılı karakterlerden yoksun. bir bitmemişlik vardır öykülerinde, bir de tabii, acıtan bir dürüstlük. bir raymond carver öyküsü, ‘a small good thing’ oluverir hayat gailesinin orta yerinde. uzaktan vüs’at o bener’e el eder.
  • hayatimda gordugum en guzel oykulerin yazaridir bu adam. en guzel oykulerin.. kendimi aglamamak icin zor tutarim ben bu adamin yazdiklarini okurken.. oylesine basit seyleri, buyuk bir gerilimle anlatir ki, insan dunyanin sonunun gelecegini sanir oykunun sonunda. ama o kadar basit ve hayata dairdir ki, dunyanin sonu gelmese de hikayesi, ic burkar. insanin kalbine bir sizi konduruverir..

    bir siirinde soyle der mesela;
    peki elde ettin mi
    bu hayattan istediklerini yine de?
    ettim.
    peki ne istemistin?
    sevilen biri oldum diyebilmek,
    sevildigimi hissedebilmek yeryuzunde.

    bir oykusunde soyle yazar;
    "her zaman demisti oglan. ve her zaman birlikte olacagiz. aklina gelen ilk karsilastirmayi kullanarak, biz kanada kazlari gibiyiz, demisti oglan, o siralarda akli hep kuslardaydi. kazlar hayatlarinda bir defa evlenirler. eslerini yasamlarinin baslarinda secip ardindan hep birlikte yasarlar. ikisinden birisi olur ya da basina baska bir sey gelirse, otekisi bir daha hic evlenmez. yalniz kalan basini alip bir baska yere gider ya da suruyle yasamaya devam eder fakat oteki kazlarin arasinda hep bekar ve yalniz kalir.

    ne acikli, demisti kiz. obur kazlarin arasinda yasayip yine de yalniz kalmak, herhalde, baska bir yerde tek basina yasamaktan daha da aciklidir."

    ah, raymond carver. ah, raymond carver. ne guzel yazmissin.
  • daha yeni tanıştığım ve beni çok iyi tanımayan biri, sürekli raymond carver okumam gerektiğini söylüyordu. tamam, gerekli demiyordu da, tavsiye ediyordu. sabah konuşsak; raymond carver okudun mu. akşamına tekrar; raymond carver okudun mu. heey dostum, benim derdim ne biliyor musun? diyemedim. ama evet, amerikan edebiyatına karşı lanet olası önyargılarım vardı.

    ben kaçtım, günler günleri kovaladı, bir gün elime raymond carver'ın "katedral" kitabı ulaştı (surprise dolls!). daha fazla direnmedim, sonunda raymond carver okumaya başladım. birinci öykü, ikinci öykü, derken üç, dört, beş ...on iki öykü sonunda kitap bitti. kitap bitince üzüldüm.

    raymond carver'ın hikayelerinde beni etkileyen şey şu; hikayelerin bir noktasında karakterler bir çeşit "u dönüşü" yapıyor, bu dönüşü tetikleyense ufacık işaretler... şöyle anlatayım; bir insan, yolunda yürüyor. yolun çok huzurlu, güllük gülistanlık, heyecanlı, vaatlerle dolu olduğunu söyleyemeyiz. neden yürüyor peki? bazen bir umut yürüyor, ileride yol bir yerlere çıkar düşüncesiyle. bazen başka bir yolu olmadığı için yürüyor, bildiği tek bu olduğu için. bazen zamanında saptığı yanlış bir yolun telafisi sanıp yürüyor, geçmişin izlerini sileceğine inanıyor. fakat belirgin bir his var ortada, bu yol aslında o yol değil. bunu, biz de o insanla beraber hissediyoruz. "yol" dediğim de, hayatlarımızdan birer kesit aslında. o yüzden hikayelerdeki anlar, duygular, yollar tanıdık, hatta oldukça sıradan. ne diyorduk, insan yolunda yürüyor. bir gün yolda bir şey oluyor. yine çok sıradan bir şey. mesela, ayakkabısının içine taş kaçıyor da ayağına batmaya başlıyor gibi bir "şey". veyahut, hava güneşliyken birden bastıran yağmur gibi bir "şey". ya da, biraz dinlenmek için sığındığı ağacın gölgesinde kafasına kuş pislemesi gibi bir "şey". ve bam! malum insan, o "şey"den sonra o yolu bırakıyor. ya gerisin geri dönüyor, ya başka bir yola sapıyor, ya orada kalıyor ama ilerlemiyor artık. çünkü, o yolun üç adım ilerisinde de, yüz adım ötesinde de, en sonunda da, onun için bir şey olmadığını kabul ediyor (fark etmekle, kabul etmek arasındaki ince, güzel çizgiye selamlar).

    aslında daha önce başka bir başlıkta ama benzer bir sebeple yazdığım gibi; insan bir çeşit "çıt" sesi duyuyor(*), bu sesle beraber de içinde ve dışında bir şeyler yerinden oynuyor. neticede, raymond carver sıradanın içinde sıradışı bir etki yaratıyor. çünkü bazen buzdolabımızın aniden bozulması, buzlarının çözülmesi, içindeki bütün yiyeceklerin kokmaya başlaması kadar bizi bir uçtan diğer uca savurabilecek başka bir güç yoktur. o yüzden bu işaretlere ve bu işaretlere dayanan bütün hikayelere çok güveniyorum.

    (lanet olsun adamım, sadece biraz eğlenmek istemiştim ama ağzımın payını aldım)
  • "babamı ölüme götüren üçüncü şey" adlı öyküsünde kukla lakabıyla bilinen bir adamdan bahseder carver. evinin yanındaki gölette kara levrek yetiştirmeye başlayan kukla bey, tatminsizlik, kıskançlık, paranoya gibi bir takım talihsiz huylarının rehberliğinde kendini göletin sularının karanlıklarına gömer.

    gölete cesedi aramaya gelen ekibin çengeli bir süre sonra kukla'nın bedenine takılır. ilk yukarı çekme denemesinde kukla'nın bir kolu suyun yüzeyine çıkar ve ardından tekrar suya gömülür. bir yüzücünün kulaç atması gibi bir şeydir gördüğümüz. carver bu ânı "iyi zamanlara elveda, kötülerine merhaba, demek gibi bir şeydi." diye anlatır.

    carver'ın oluşturduğu atmosferler, karakterler konuşmalardan, diyaloglardan çok sâkin anlarda verilen abartılı tepkilerden beslenir genelde. anlatmaktan çoktan vazgeçmiş, bir köşeye sıkışmış iddiasız insanların geçidini izlersiniz adeta. mimiklerinden, gözlerinin solgunluğundan, viski dolu bardaklarla, yarı açık kapılarla, durgun suyla kurdukları yorgun ilişkilerden çoktan iyi zamanlara elveda dediklerini anlarsınız.
  • yazdigi hikayelerin nerdeyse tümünü okuduktan, o hikayelere yazilmis ister istemez kifayetsiz önsözleri gözden gecirdikten sonra karar verdim: raymond carver'in hikayeleri hakkinda yazilabilecek hicbir sey, malesef hicbir sey, bu hikayelerin gücünü aciklayamiyor, gizemini cözemiyor.

    "söylenemeyen, dile getirilmeyenlerin de hikayeye eklemlendigi..." hikayeler deniyor mesela, ama sadece bu degil. gündelik hayatin gizemi diyecegim, ama gizem kelimesinin kitsch'iyle carver hikayelerini ucuzlastirmaktan korkarim. hele ki "yalnizlarin, alkoliklerin...vs" hikayecisi diye anilmasini hic anlamiyorum, yalnizlar ve alkolikler diyince aklima yalniz ve alkolik adamlar edebiyati geliyor, carver'in derinlikli, "yalniz ve alkolik dibe vurmus adamlar" romantiginin cok cok uzaginda ve üstünde hikayelerini böylesi basite indirgenmesine katlanamiyorum.

    herhalde birkac anahtar kelime gerekiyor bir tanim icin. huzursuzluk mesela. ya huzursuzluk yaratiyor okuyanda carver, ya da huzursuz, kimi zaman da huzuru arayan insanlardan bahsediyor. en ufak, beklenmedik seyler bir huzursuzluk aracina dönüsüyor hikayelerinde: kör bir adam, bir tavuskusu, eli yarali bir fotografci ("o uzun hikaye... fotografinizi cekeyim mi?") vesair vesair. cok gündelik hersey, ama sonra böyle garip bir ayrintiyla, hikayeyi bitirdikten sonra dakikalarca aptallasmanizi, düsünemez halde, dalip gitmenizi sagliyor iste carver.

    ve bunun gibi bir sürü sey, dedim ya, kendisi ve eseri hakkinda yazilanlar aciklamaya yetmiyor, insanlara tavsiye etmek, okutturmak istedim hep, ama nasil tarif edebilecegini bilemeyince heves uyandiramiyor insan, ancak okuyan biliyor galiba.
  • yalın öykülerin yazarı. 2 ağustos 1988’de akciğer kanserinden ölmüş. öyküleri kısa ve durgundur. osman çakmakçı carver ile ilgili bir yazısında onu şöyle tanımlıyor: “carver okumak tom waits’in amansız kentli ağıtlarını dinlemeye benziyor”. osman bey'e katılmamak mümkün değil.
  • 1938-1988 yılları arasında yaşamış bir amerikalı yazar ve şair. hikayeleri sıradan insan hakkındadır, olağanüstü hiçbirşey olmaz. o insanların başına gelenler de onların yaşamları da bizim gibidir, alabildiğine sıkıcı. dilimize çevrilmiş aşktan sözettiğimizde sözünü ettiklerimiz, "ateşler" ve "sessiz geceler" gibi kitapları bulunur. robert altman'ın shortcuts isimli filmi de onun hikayelerinden uyarlanmıştır. bir kitabının kapağında edward hopper resmi bulunduğundan değil, kendisi edebiyatın edward hopper'ıdır bana göre.
  • çok genç yaşta evlenmiş, ailesini geçindirmek için pompacılık, düzeltmenlik, hastahanelerde, yayınevleri ve benzin istasyonlarında hademelik yapmış. öykü ve şiirlerinde bu yaşantısından yararlanmış. alkol bağımlısı olduğu dönem ve bıraktığı dönem yazdıkları arasındaki fark kolayca görülür.
    şiirlerinden bir kısmı cevat çapan çevirisiyle iyi şeyler'den vakti zamanında basılmıştı.

    tavanarası

    kadının beyni yıllar boyunca
    eşya saklanan bir tavanarası.

    zaman zaman evin çatısındaki
    küçük pencerelerde yüzü görünüyor.

    oraya kapatılan ve unutulan birinin
    üzgün yüzü.
  • her okurun kendine mahsus bir dünyası vardır. benim de öyle. şu yazarı çok severim, bu yazarı sevmem, diğer yazarı abartılmış bulurum falan filan. bilindik mesele…

    bir roman ve öykü yazarı olarak sıklıkla raymond carver ismiyle karşılaşırım. raymond carver okudun mu?, raymond carver muhteşem değil mi? eğer öykü yazıyorsan referans noktan carver olmalı, gibi…

    evet, raymond carver okudum, carver’ı severim, gün olur carver’ın sadeliğine imrenirim fakat raymond carver’ı ilk okuduğum andan bugüne, hakkındaki görüşüm bir dirhem değişmedi. amerikalı yazarı kişisel sınıflandırmamı baz alırsak “sanatçı yazar”dan ziyade hep bir “zanaatkâr yazar” olarak gördüm. bir ıkea zanaatkârlığı bu… küçümsediğim için söylemiyorum, ikea ürünleri gibi yalın, basit, bu özellikleriyle takdire şayan, gelin görün ki kalıcı değil. kalıcılıktan kastım, bir okur olarak hoffmann, poe, çehov, kafka, borchert, buzzati, yourcenar, borges, cortazar, jackson, salinger, vonnegut ve daha birçok yazarın kısa öyküleri bende ikinci, üçüncü kez okuma isteği uyandırsa da carver aklımda yer etmiyor, tutunmuyor. salinger'ın öykülerini zevkle okuyup carver'a mesafeli bir sevgi beslemek garip değil mi? bence de öyle ama öyle işte...

    carver seri üretim yapan bir fabrikanın bandında önünden geçen ürünler arasında tuhaf, tekinsiz, soluk bulduğu şeyi hemen tespit ederek çekip çıkaracak gözlere sahip usta işçileri andırıyor bana. evet usta… gerçekten de gündelik hayatta, özellikle amerikan orta sınıfının sakin hayatındaki tekinsizlikleri, eksiklikleri, yalanları, ikiyüzlülükleri en basit tabirle durgun suya düşmüş damlanın yarattığı dalgalanmayı hiç kelime israfına girişmeden, ustalıkla okura yansıtıyor. ve bunu cheever’ın yüzücü’sünde kullandığı metaforik seçenekleri es geçerek, gerçeği gerçekle, belki daha cüretkar, daha emek isteyen bir metotla yapıyor. görsel efekt, ses efekti, fon müziği eklenmemiş ham görüntüyle beyaz perdeye çıkmak misali… işte tam da bu yüzden bırakın okurları, birçok yazarın bir dönem abartıya kaçarak carver’ı yaşayan en iyi yazar olarak mimlemesi doğal. marcel duchamp’ın sergi için diğerleri tuvalleri önünde ter akıtırken pisuvarı ters döndürüp ismini çeşme koyması gibi dâhiyane, özgün ve pratik bir seçim. tek farkı devrimsel olmaması. aynı zamanda yazarın bu nadir bulunur özelliği, postmodern dünyanın çeperinde kısılıp kalmış, kendinden menkul bir eser yaratmakta güçlük çeken yazarlara ve yazar adaylarına ilham, daha doğru tabirle bir dayanak noktası oluyor. dikkat ederseniz, metnin içeriğini değil tekniği, hayal gücünü değil çalışmayı salık verenlerin ağzından düşmez carver. çünkü umut veriyor. bu adam bu denli basit şeyleri basit bir dille anlatıp meşhur olduysa, o halde ben de yapabilirim diyenlere rastlamak mümkün. bu yüzden semih gümüş’ün evinin gizli bir odasında raymond carver için hazırlanmış, atölyesinden öğrencileriyle muhtelif zamanlarda ayinler yapılıp şirke koşulan bir sunak mevcut:p seçkin bir zevkin nesnesi oluyor carver, jazz gibi, video art gibi, performans sanatı gibi… adam röportajlarında derin anlamlar, metaforlar peşinde koşmadığını söylese bile nato kafa nato mermer, orada burada üçüncü kez okuyunca carver öykülerindeki alt metni kavradım’cılar türüyor. gerçi hak vermemek elde değil, o kadar çok övülüyor ki sıradan okur carver okuduğunda "eee bu adamın nesini çok beğeniyorlar?" sorusuna bir cevap arıyor, bulamıyor, okuyor, okuyor, okuyor ve kendince, hayali bir alt metin üretiyor. halbuki carver direkt gösteren bir adam... dikkat et anlatıyor demiyorum, gösteriyor. sen poe'nun çalınan mektup öyküsündeki polisler gibi gözünün önündekileri değil, gözünün göremediği yerleri deşmeye meraklı olduğundan, bahis konusu öykünün sonundaki gibi büyük bir arayıştan sonra aradığın şeyin gözünün önünde çıkmasıyla irkiliyorsun:)

    ayrıca adım kadar eminim, herkes raymond carver okusa bugün onu allayıp pullayanlar kendilerini toplumdan farklı hissetmek için başka bir yazarın üstüne çullanıp carver için “eh yani” diyecek. mesela son yıllarda maurice blanchot - clarice lispector gibi isimleri sıklıkla duyma sebebimiz bu. seçkin okur kitlesi yeni mabut ve mabudeler peşinde:)

    sözün kısası, raymond carver’ın okunması ve bilinmesi gereken, hatta birçok noktada örnek alınması elzem bir yazar olduğunu düşünmekle birlikte, şayet başıma bir iş gelmeyecekse, kişisel dünyamda ve yaratım faaliyetimde önemli bir yer tutmadığını belirtir, uzar giderim.
  • "acı" isimli şiiri aşağıdaki gibidir:

    bu sabah erkenden kalktım ve yatağımdan bakınca,
    taaa uzakta, boğazın çırpıntılı sularında
    ilerleyen bir tekne gördüm,
    durmadan ilerleyen tek bir ışık.
    perugia'da dağlara çıkıp
    ölen karısının adın haykıran arkadaşımı hatırladım.
    o öldükten çok sonra bile
    basit yemek masasına
    karısı için de bir tabak koyan.
    ve karısı temiz hava alabilsin diye
    pencereleri açan.
    bütün bu gösterişi
    utanç verici bulurdum ben
    öbür arkadaşları da öyle.
    bunu hiç anlayamamıştım,
    bu sabaha kadar...
hesabın var mı? giriş yap