• kayip bir ahmet kaya turkusu.
  • kayıp değildir efenim, sadece yayınlanmamaktadır. sözlerini yazayım merakınız geçsin, ayrıca irtibat kurarsanız el altından kopyasını kuryeyle ulaştırırız...

    readingin önünde durdum
    hasretim yerlere vurdum.
    ben dağlarda uçan kuştum
    kanatlarımdan vuruldum.

    yıllar var ki yorgunum ben
    gökyüzüne vurgunum ben
    mahpuslarda durgunum ben.

    readingin önü kahveler
    kahvede can annem/dostlar bekler.
    dağlar köyler türkü söyler
    dağlar köyler yolum gözler.

    geze geze yoruldum ben
    gökyüzüne vuruldum ben
    mahpuslarda duruldum ben.
  • epsilon tarafından yeniden basılacak oscar wildeın, özdemir asaf çevirisi.
    doğrusu:
    reading zindanı balladıdır.

    ''kırmızı ceketini giymeyordu o artık,

    ................

    yüreklisi bir kılıçla, bir kılıçla öldürür.''

    şöyle biter arka kapak yazısı:

    reading zindanı balladının 645 satır (109 altılık) tutan tamamı türkçeye şiir olarak aslındaki değerinin eşitliğinde aktarılmıştır.
  • bir şiiir. için ve okuyun, şahanedir...
  • herkesin sevdiği
    yanı, olsa da başka başka,
    benim favori pasajım;
    belki de
    pek popüler olmayan ama,
    kanımca en vurucu olan kısmı
    balladın:

    .....
    zindan duvarlarıydı ikimizi kuşatan,
    biz iki mutsuz, yalnız:
    dünya ikimizi de öte atmış koynundan,
    tanrı silmiş, tanrısız:
    günahları kollayan bir demir kapan
    ortasında kıskıvrak kıstırılıp kalmışız.
  • günahına şarap dökenlerin ve içlerinde yaşadıkları cehennem duvarlarının kavurduğu, tutkusuyla körleşmiş insanların şiiri.
  • yeni çevirisi birkaç ay önce ingilizce-türkçe karşılaştırmalı basım olarak dedalus yayınevi tarafından çıkarılmış olan şiir.

    reading zindanı baladı daha önceden özdemir asaf * ve tozan alkan tarafından kötü bir şekilde çevrilmişti. bu seferki çeviri gayet başarılı. kafiyelere dikkat edilmiş ve wilde'ın genel üslubunu yakalamayı başarmış. okumayan varsa bu özenli baskıyı denemesini tavsiye ederim.
  • ı
    kırmızı ceketini giymiyordu artık,
    çünkü şarap kırmızı ve kırmızıydı kan da,
    ellerine de şarap, bir de kan bulaşmıştı
    ölünün başucunda onu bulduklarında,
    sevdiği kadıncağız, sevgilisiydi ölen, öldürmüştü kadını vurarak yatağında.
    o da yerini aldı suçlular arasında,
    soluk gri bir tulum sarkıyordu sırtından;
    bir de kasket başında,
    kaygısız, şen gibiydi, adım atışlarından;
    ki hiç görmemiştim ben böyle bakan bir adam, bu kadar içtenlikle güne gözleri dalan.
    ben hiç görmedim böyle, böyle bakan bir adam,
    böyle dalmış gözleri
    küçük mavi örtüye,
    zindanda tutukluların gökyüzü dedikleri, o salma salma süzülen bulutlara ki gümüş yelkenleri.
    öbür acılıların arasında yürürken bir başka bölmedeki,
    ne yapmıştı bu adam diye düşünüyordum,
    acaba yaptığı ne, suçu da ne olacak,
    ki bir ses fısıldadı yavaşçacık arkamdan,
    «o yeni gelen adam yakında asılacak.»
    tanrım! o an zindanın taşları, duvarları sarsılır gibi oldu, titredi birdenbire,
    gökler tepeme indi,
    kızgın çelik bir çember gibi sıktı başımı; kendi acım kendime büsbütün yetiyörken birden hepsi silindi.
    anladım, onu hangi düşünceydi kemiren
    ve iten neydi böyle onun adımlarını,
    onun bu pırıl pırıl parlayan güne neden
    bu kadar içtenlikle böylesi daldığını;
    sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam ve şimdi buna karşı verecekti canını.
    *
    ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
    bu böylece biline,
    kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,
    kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür, korkak, bir öpücükle,
    yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür!
    kimi insan aşkını gençliğinde öldürür,
    kimi sevgilisini yaşlılığına saklar;
    bazıları öldürür arzunun elleriyle,
    altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar: bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar.
    kimi insan az sever, kimisi de çok uzun,
    kimiler aşkı satar, kimiler satın alır;
    kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla, kimilerinde aşka serin kanla kıyılır: hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini, ama bundan ötürü herkes asılmamıştır.
    kim gider ölümüne utandırılırcana
    kapkara günlerini yaşarken hayatının,
    kimsenin idam ipi dolanmamış boynuna,
    ne maske örtülmüştür üstüne suratının,
    ve ne de hiç kimsenin ayağının altına
    boşluğu serilmiştir döşeme kapağının.
    hiç kimse kalmamıştır suskun bir dar çevrenin
    durmadan gözetleyen bakışları altında;
    içinden ağlamak gelirken gözetleyen,
    dua etmek istese gözcüler arasında;
    kendini çalar diye göz ayırmadan bakan, cezaevinin avı, böyle gözler altında.
    hiç kimse görmemiştir uyanıp gün doğarken
    hücresine toplanmış bir sürü ürkünç yüzü,
    tüm beyazlar giyinmiş din-adamı titrerken,
    savcının ağırbaşlı durumundaki hüznü,
    valinin kara tören giysileri içinden,
    ölümü kesinleyen o sapsan yüzünü.
    ürkünç bir çabuklukla kimse uyarmamıştır suçlu giysilerini üstüne almak için,
    koca ağız bir doktor başucu durmamıştır
    son anlarında bakıp notunu almak için, elindeki saatin belirsiz tiktakları
    boğuk sesleri gibi, çok korkunç bir çekicin.
    kimseler, gırtlağını büzüp kupkuru eden
    o tiksinç susuzluğu duymamıştır ölmeden,
    deri eldivenleri koskocaman, bir cellat bin sürgülü kapıdan içeri süzülmeden, ve kimse üç kayışla sizi bağlamamıştır,
    daha da kurumasın gırtlağın gibilerden.
    durup dinlemek için eğilmemiştir kimse
    ölüm dualarını edenlerin sesini,
    taa içinden duyduğu bir ürkü kendisine
    duyurup duruyorken daha ölmediğini,
    tabutuyla yüz yüze gelmemiştir hiç kimse, o korkunç çatkıların altına geçmemiştir.
    hiç kimse ufak bir cam tavan aralığından göklere doğru son bir bakışla bakmamıştır:
    hiç kimse, kireçleşmiş soluk dudaklarıyla
    çektikleri son bulsun diye yalvarmamıştır;
    titreyen yanağında
    ölümün soluğunu hiç kimse duymamıştır.

    ıı
    avluda altı hafta gezindi tutuklu subay. kül rengi tulumuylan:
    başı kasketli adam,
    kaygısız, şen gibiydi adım atışlarından,
    ki hiç görmemiştim ben böyle bakan bir adam, bu kadar içtenlikle güne gözleri dalan.
    ben hiç görmedim böyle, böyle bakan bir adam,
    böyle dalmış gözleri
    küçük mavi örtüye,
    zindanda tutukluların gökyüzü dedikleri, bulutlar geçerlerken başıboş, hür oradan kol kola kümeleri.
    ellerini ovarak yanıp yakınmıyordu
    bazı budalaların başvurduğu biçimde,
    alın-yazılarını silecekmiş gibi
    kara umutsuzluğun bu kapkara ininde: güneşe bakıyordu,
    havayı içiyordu sabah serinliğinde.
    ellerini ovmuyor, gözyaşı dökmüyordu,
    hiç acındırmıyordu çevresine kendini,
    havayı içercene çekiyordu içine
    onda dindirici bir erdemlik varmış gibi;
    aralık dudakları güneşi içiyordu sanki şarapmış gibi!
    ve benim gibi öbür suçluların tümü de
    başka bölmedekiler,
    biz miydik unutmuştuk, yoksa başkaları mı
    o irili ufaklı suçlan işleyenler,
    onu gözler olmuştuk şaşkınlıklar içinde, asılacak adamı.
    ne ürkünçtü adamın dolaştığını görmek, o şen şatır, kaygısız adım atışlarını,
    ne ürkünçtü adamın bakındığmı görmek,
    gün ışığına böyle dalan bakışlarını,
    ve çok ürkünç bir şeydi düşünmek onun böyle canıyla ödenecek bir borç taşıdığını.
    *
    meşeyle karaağaç, ne hoş dalları vardır,
    ilkyaz’da donanırlar gürül gürül yeşilden:
    korkunç bir şey onları sehpa gövdesi görmek,
    yılanların diş yeri gözükürken kökünden, dimdinç de olsa adam, adam çökmüş de olsa ille ölmesi gerek, yemişini vermeden!
    en ulu yön dünyada affın durduğu yöndür, insanlığın değeri tüm onunla ölçülür:
    kim boynuna ilmeğin sarılmasını ister, asılmayı düşünür,
    o celladın düğümü arasından gözüken
    göklere son olarak kim bakmayı düşünür?
    kemanların sesiyle dans etmek tatlı, aşk ve yaşam birlikte yeşerdiği zamanlar:
    fülüt, lavta sesleri arasında dans etmek
    ne kadar da güzeldir, insan binde bir tadar: ama tatlı olmuyor böyle kaçamaklısı, titrek adımlı danslar!
    gözlerimizi tavana dikmiş çıldırtan kuşkularla
    onu gözetliyoruz, avluda, her gün onu,
    yoksa bizden de biri
    böyle mi yitirecek yaşamının sonunu,
    kim ister, kim yönelir kızıl bir cehenneme körkörüne döndürsün kaderinin yolunu.
    sonunda adam öldü, avluda görünmedi suçlular arasında,
    kaldığını anladım, asılı, dimdik onun,
    tutuklular diliyle, kapkara kutusunda, artık görmeyeceğim demek onun yüzünü yaradan’ın bu eşsiz, güzelim dünyasında.
    fırtınaya tutulmuş iki gemiymiş gibi karşıladık onunla ikimiz ayrı yolda:
    ne işaret veriştik, ne de tek bir kelime,
    denecek tek kelime yoktu ki aramızda;
    hem mutlu bir gecede olmadı buluşmamız,
    tam karşıt, utanç veren bir günün ortasında.
    zindan duvarlarıydı ikimizi kuşatan, biz iki mutsuz, yalnız:
    dünya ikimizi de öte atmış koynundan, tanrı silmiş, tanrısız:
    günahları kollayan bir demir kapan
    ortasında kıskıvrak kıstırılıp kalmışız.

    ııı
    sert taşla döşelidir idamlık avluları,
    yüksek duvarlarından süzülür sızıntılar,
    o, havaya böyle bir yerde çıkarılırdı,
    yoğun bir gök altına,
    dört yanını çevirmiş dolaşan gardiyanlar kendi ölmesin diye adamı kollarlardı.
    bazan da otururdu kuşkul gözcüleriyle
    gece gündüz demeden acısını izleyen;
    ağlamak için bile kalkarsa gözetleyen,
    secdeye varmak için yere çömelse bile;
    kendisini çalmasın asılacağı ipten, diye gözleyenlerle.
    vali kesinlik yanlı, kurallara bağlıydı: doktora göre ölüm bilimsel bir olaydı:
    ve din-adamı her gün iki kere uğrayıp,
    dinsel konularda bir özet bırakmaktaydı.
    o her gün iki kere piposunu içiyor, bir bardak birasını: görünüşü kararlı,
    korkusuzdu, içinde bir yer yoktu korkuya;
    kıvançlı olduğunu sık sık belirtiyordu, asılacağı günü yakınlaşıyor diye.
    acaba niçin böyle garip konuşuyordu, hiçbir bekçisi ona bunu soramazdı ki:
    bekçilerin ağzı var, dili yok olmalıdır,
    böyle olagelmiştir bekçiliğin ödevi,
    bekçilerin olmalı dudaklarında kilit yüzleri duvar gibi.
    bekçiler duygulanıp çaba gösterseler de acısını paylaşıp onu avutmak için:
    elinden ne gelir ki insan merhametinin
    kıstınlmışsa eğer bir ölüm hücresinde?
    bağışlayan hangi söz böylesine bir yerde
    yardım yerine geçer bir yoldaşın gönlünde?
    avluda süklüm püklüm dökülerek dolaşan bir deli sürüsüydük!
    umursamıyorduk hiç, biliyorduk ki bizler şeytan’ın sürüşüydük:
    kabak kafamız, ağır adımlarımızla biz maskara sürüşüydük.
    lime lime parçalar katranlı halatları
    kanlı kör tırnaklarla;
    kapılan ovalar ve yerleri silerdik,
    boyuna temizlerdik demir parmaklıkları: peş peşe sabunlardık tüm tahta kısımları, gürültüyle çarpardık yerlere kovalan.
    torba çuval dikerdik, ocakta taş kırardık, toz toprak başarırdık tüm pasaklı işleri; teneke seslerine dualar karışırdı, değirmende terlerdik:
    gene de hepimizin, hepsinin yüreğinde yılgı durgun yatardı.
    o kadar durgun, derin yatıyordu ki her gün yosunlara takılmış çevrik dalga gibiydi:
    ama kanıksamıştık kara kaderimizi
    ki tuzağını kurar aymaz’ın, kötülerin, taa ki bir gün derbeder, çalışmadan dönerken geçtik yeni kazılmış bir mezarın önünden.
    esneyen bir ağızla o sarı çukur bile
    sabırsızlık içinde bir canlı bekliyordu;
    bağırıyor gibiydi kan için çamur bile susamış asfalt yola:
    biliyorduk ki bizler, bir sabah gün doğmadan içimizden birisi asılacaktı daha.
    doğru içeri girdik, yüreklerimiz buruk
    ölüm, ürkü, kaderdi gözümüzde okunan:
    ve cellat elindeki küçücük çantasıyla,
    geçti ayak sürüyüp kasvetin arasından: tüylerim diken diken sonumu tasarladım numaralı mezarım beliriverdi o an.
    *
    tüm ıssız koridorlar o günün gecesinde
    korkunun biçimleşmiş görüntüsüyle doldu,
    bu demirden şehir’in bütün köşelerinde
    sesleri duyulmayan birçok ayak gezindi,
    ve yıldızlan bile örten parmaklıklardan beyaz yüzlü insanlar bakınıyor gibiydi.
    o, yatmış, rüya gören biri gibi, uzanmış,
    sanki hoş bir kırlıkta serilmiş uyuyordu,
    gözcüler kolluyordu onu bu uykusunda, hemen hepsi şaşırmış;
    nasıl bu kadar tatlı uyuyabiliyordu ölümün kapısında.
    uyuyamaz bir türlü ağlamakla yüz yüze
    gelince o güne dek gözyaşı dökmemişler:
    yani bizler gibisi —aymaz, kaçak, kötüler— o son gece bitmedi, uzadıkça uzadı,
    acılı ellerine sığınmış her bir baş’tan
    bir başkası adına duyulan korku sızdı.
    ki ne korkunç bir şeydir
    başkasının suçunu o imiş gibi duymak!
    içinde kötülüğün o keskin kılıcını
    yüreğinin sonuna kadar saplanmış duymak,
    erimiş kurşun gibi akan gözyaşlarımız,
    bizim dökmediğimiz bir kan için ağlamak.
    keçe kunduralarla bekçiler sessiz sessiz
    kilitli kapıların önünden geçerlerken,
    gözetleyip görünce tüm şaşkına döndüler, yerde gri biçimler, çömelmiş dua eden, secdeye varmışlardı, şaşkınlıkla gördüler; dua etmezdi oysa hiçbirisi önceden.
    bütün gece boyunca diz çöküp dua ettik,
    bir ölünün ardından yas tutan biz deliler! gece yanlarında beliren titrek tüyler ölü arabasının sorgucuna benzedi: bir süngerin emdiği acı şarap gibiydi pişmanlığın lezzeti.
    *
    boz horoz öttü, al horoz öttü öttü,
    ama tan ağarmadı, gün doğmadı bir türlü:
    yılgınlık’ ın yabansı, eciş bücüş cinleri, koğuşlara üşüştü:
    karanlıklan seçen korku görüntüleri çevremizi bürüdü.
    görünüp kayboldular, kaybolup göründüler, siste yolcular gibi:
    kıvıl kıvıl bir cümbüş,
    hızla kayıp geçtiler, sanki hora teptiler,
    hiç durup dinlenmeden, bir an ara vermeden korku görüntüleri düğün bayram ettiler.
    garip ince gölgeler gelip gelip gittiler, el ele tutuştular:
    dönüp dönüp durdular, karman çorman gölgeler ağır bir danstı sanki:
    biçimsiz görüntüler hecin dansı ettiler kumlarda rüzgâr gibi!
    fır dönmeleri gibi, tek ayak, kuklaların topaç gibi döndüler:
    korkunun ıslığıyla vınlayan kulakların,
    içine üflediler,
    sanki, gürültüsüyle bitmez şarkılarının, ölüyü uykusundan kaldırmak istediler.
    «oho!» diye bağırıp, «dünya geniş, büyüktür, kıskıvrak bağlanırsa topallaşır insanlar! şans tanımak gerekir bir iki kez insana
    büyüklük gereğince,
    hiçbir şey kazanamazlar suçlarla oynayanlar utancın bu evi ’nde.»
    boyunları büküktür böyle zavallıların, zaten zoraki sürer yüzeysel neş’eleri:
    dört yanları çevriktir bu türden adamların,
    hür değildir onların yürüyüşleri bile, kanayan yarasıdır bunlar hâlâ isa’nın, görünüşleri bile.
    dönüp dönüp durdular, kıvrılıp büküldüler;
    bazısı çifter çifter;
    fahişe çalımıyla kırıtıp süzüldüler
    bazıları yan yana merdivenlerden çıkıp:
    alaylarla gizlenmiş şeytanca göz ettiler, bütün bunlar bizleri duaya yönelttiler.
    tan yeli inildeyip esmeye başlamıştı, gece bilmedi bitmek:
    kocaman tezgâhında kasvetin kara ağı dokundu ilmek ilmek:
    ve biz dua ederken korkulara kapıldık, güneşin adaleti güne ne getirecek.
    inildeyen tanyeli boyuna esti, esti zindan duvarlarının ağlayan yüzlerinde:
    çelik tekerlek gibi
    ağır dakikaların ağır izini sezdik: ey inleyen tanyeli; bizler ne yapmıştık ki buna tanık edildik?
    sonunda, görür oldum, gölgeli demirlerin, kurşunlardan örülmüş kafesleri andıran,
    kireçli duvarıma çarpan gölgelerini
    döşeğimin yanından,
    anladım ki dünyanın bir yerinde o sabah
    tanrının korkunç günü başladı kırmızıdan.
    saat altıda herkes süpürdü hücresini,
    yedide her şey sakin,
    çok güçlü bir kanadın savurduğu esinti
    dolduruyor gibiydi her yeri derin derin, buz gibi nefesiyle çünkü ölüm perisi içeriye girmişti ölüm getirmek için.
    öyle debdebelerle alay bayrak geçmedi, ne de masalda gibi beyaz bir biniciydi. üç metre ipi vardı, bir de tahta parçası asmanın araçları böyle yalın şeylerdi: işte bu aşağılık iple ecel elçisi işbaşına geçmişti.
    bizler bir bataklığa saplanmışlar gibiydik
    bir yoğun karanlıkta yol bulmaya çalışan:
    dilimiz varmıyordu dua etmeye bile,
    kendi acılarımız silinmiş aklımızdan: hepimizin içinde bir şey yıkılıp ölmüş, umut denen o şeydi içimizde yıkılan.
    dümdüz işler insanın amansız adaleti,
    aynı sertlikte vurur eziklere, güçlüye, yönünü çevirmeden:
    ölüm sunar elinden:
    demir ökçeyle ezip geçer güçlü olanı, en büyük ölüm veren!
    ve sekizi bekledik:
    dillerimiz şişmişti, susuzluk içindeydik:
    ve sekizin vuruşu kader vuruşu oldu
    bir insana son veren,
    ve kaderin elinde kaygan bir ilmek vardı en iyi olanı da, en kötüyü de çeken.
    hiçbir işimiz yoktu,
    gelecek işarete hazır durmaktan başka:
    ıssız bir vadideki taşlara benziyorduk,
    donmuş oturuyorduk, sessiz, hiç konuşmadan:
    ama göğüslerimiz çarpıyordu boyuna,
    sanki bir deli tambur çalıyordu durmadan!
    birdenbire bir vurgu, saat sekizi vurdu
    cezaevi’nin soğuk havası çalkalandı,
    zindanın her yanından bir uğultu duyuldu,
    güçsüz umutsuzluğun bu son uğultusuydu,
    bataklıkları sarsan bir çığlık gibiydi bu, bir cüzzamlı, ininde sanki bağırıyordu.
    nasıl çok korkunç şeyler görülürse uykuda
    bir rüya aynasında,
    gözümüzün önünde, yağlı ip sarkıyordu
    o idam sehpasında,
    celladın düğümüyle yan kalan duanın
    boğulduğunu duyduk çığlıklar arasında.
    ve onu öylesine sarsan bütün acılar
    acı haykırışında,
    o sonsuz pişmanlığı, döktüğü kanlı terler,
    kimseler bilmez bunu benim bildiğim kadar:
    bir yaşamdan fazla bir yaşamla yaşayanlar ölürler bir ’ den fazla.

    ıv.
    dinsel tören yapılmaz adam asılan günde:
    ve çok üzgündü papaz,
    hüzün, soluk yüzünde,
    kesilse kanı akmaz can kalmamış gözünde.
    o gün öğleye kadar bizi bırakmadılar,
    neden sonra zil çaldı,
    bekçiler, ellerinde çın çınlı anahtarlar kapılar aralandı,
    demirden merdivenler ağır ağır doldular,
    herkes cehenneminden dışarıya çıkmıştı.
    dışarıya çıkmıştık, tanrının havasına,
    ama bu kez bambaşka,
    birinin yüzü beyaz, kireçleşmiş korkudan,
    bir başkası kül gibi,
    ve ben hiç görmemiştim bu kadar dertli adam, güne böylesi dalan.
    ve ben hiç görmemiştim bu kadar dertli adam.
    böyle dalmış gözleri,
    küçük mavi örtüye,
    zindandaki bizlerin gökyüzü dedikleri, o mutlulukla geçen, süzülen bulutlara, o tüm özgürlükleri.
    bizim de aramızda
    boynu bükükler vardı, alnı karalar vardı, hepsi de biliyordu, aslına bakılırsa, cezalan idamdı:
    o vurmuştu sadece yaşayan bir varlığı, bunlarsa ölü olan bir şeyi vurmuşlardı.
    çünkü ikinci kere suçüstü suç işleyen
    yeni bir acı için ölmüşü uyandırır,
    çıkarır kefeninden,
    yeniden kan akıtır,
    kana boğar bir daha, boşboşuna yeniden!
    *
    tıpkı maymunlar gibi, palyaço kılığında,
    çizgiler çarpık çurpuk,
    döne döne dolaştık, sessiz sessiz, avluda,
    kaygan asfalt üstünde boyuna gezdik durduk; dönüp dolaşıyorduk, sessiz sessiz, avluda, birimiz konuşmadı hepimiz birden sustuk.
    dönüp dolaşıyorduk, sessiz sessiz, avluda,
    boşalmış kafalarda
    çok korkunç anılardı
    korkunç bir rüzgâr gibi yuvarlanıp savrulan,
    hepsinin de önünde büyük bir korku vardı, ve büyük bir yılgınlık geliyordu ardından.
    *
    bekçiler her bir yönde gidip geliyorlardı,
    azgınlar sürüsüne göz kulak olmak için,
    pırıl pırıldı hepsi,
    bayramlık giysileri takıp kuşanmışlardı,
    ama biz biliyorduk ayaklarında niçin, kireç izleri vardı.
    çünkü orada, açık, kocaman bir çukurda, bir mezar değil, şimdi:
    yalnız bir parça toprak birazcık da kum vardı
    ardında o duvarın, o tiksinç duvarların, ve biraz kireç vardı, sönmemiş beyaz kireç, kefeniydi adamın.
    evet, kefeni vardı o zavallı adamın,
    ona kefen demeye kimin dili varacak:
    derinde, taa derinde, bir duvarın dibinde
    daha çoğaltırcana utancı çırılçıplak oradaki o insan ayaklarında zincir alevden kefeniyle kuşatılmış yatacak!
    kireç, bir an durmadan
    eti yer, kemiği yer,
    kemiği geceleyin,
    gündüzleri eti yer,
    bir eti, bir kemiği,
    ama her an yüreği.
    *
    üç uzun yıl boyunca ora ekilmeyecek, ne bir fidan ne tohum:
    üç uzun yıl boyunca kimse el sürmeyecek,
    ve cascavlak kalacak,
    şaşmış, göğe bakacak oradaki o tümsek, kınamadan bakacak.
    sanırlar ki bir katil yüreğiyle boyalar en küçük bir tohumu.
    ki hiç doğru değildir! tanrınındır topraklar
    herkesin sanısından daha iyidir toprak,
    kırmızı güller daha al al açtığı gibi,
    beyaz güller de beyaz daha bembeyaz açar.
    dudağından, kırmızı al kırmızısı bir gül!
    beyaz bir gül, kalbinden!
    gizli bir düzendir bu aklın eremediği,
    tanrının hikmetinden,
    kutsal toprağa değen hacı bostanlarının dinsel ulu önünde filizlenmesi gibi
    ama ne süt beyaz gül ve ne de kırmızısı
    tutuklular evinde yeşerip açabilir; çakıl çukul, kırıklar, bir sürü taş parçası, orada yalnız bunlar bizlere verilmiştir:
    bilinir ki çiçekler, bir çiçek koklaması
    düz bir insanda bile umutsuzluk giderir.
    ne şarap kırmızısı, ne de beyaz bir gülün,
    yapraklan düşecek,
    o toprakla kum tümsek
    tiksinç duvar dibinde,
    oradan geçenlere
    tanrının oğlu öldü sizin için diyecek.
    *
    şimdi tiksinç duvarı tutuldular evinin
    onu dört bir yanından kuşatmakta çepeçevre, gezinemez orada hiçbir ruh geceleyin,
    vurulmuştur zincire,
    orada yatan o ruh ağlayabilir ancak, o lanetlenmiş yerde.
    huzur içinde yatar şimdi —o mutsuz adam— huzur içindedir o, ya da olmak üzeredir:
    onu çılgın kılacak bir şey yoktur orada,
    orada gündüzleri yoktur korkudan eser, o yatmaktadır artık ışıksız bir toprakta, ne güneş doğar ona, ne ay ışığı düşer.
    bir hayvan asar gibi onu ipe çektiler:
    çan bile çalınmadı,
    bir duacığı bile ondan esirgediler,
    onun korkmuş ruhuna huzur verirdi oysa, çabucak alıp onu çabucak götürdüler, attılar bir kovuğa.
    soyuverdiler hemen bekçiler çabuk çabuk, sinekler konsun gibi:
    eğlendiler morarmış şişmiş boynuyla onun, dışına firlamıştı bakakalmış gözleri: üstünü örterlerken gülüyordu hepsi de, o ise yatmaktaydı kefeninin içinde.
    papaz dua etmedi,
    şerefsiz mezarının önünde diz çökmedi:
    kutsamadı mezarı isa’nın işareti,
    oysa ki o işaret günahkârlar içindi,
    oysa ki bu adam da onlardan birisiydi, ve isa da onları kurtarmaya inmişti.
    ki her şey yolundaydı; o, sadece yaşam’ın bilinen sınırının ötesine geçmişti:
    artık dolduracaktı yabancı gözyaşları
    çoktan kırılmış olan merhamet çanağını,
    çünkü kötü kişiydi ona yas tutacaklar,
    zaten kötü kişiler her zaman yaslıdırlar.

    v
    bilmiyorum yasalar doğru, yerinde midir,
    tüm yanlış mıdır yoksa;
    bütün bildiğimiz biz tutuklusu zindanın,
    duvar sağlamdır oysa;
    her günü yıl gibidir önünde yolumuzun, öylesine bir yıl ki, günleri yıldan uzun.
    bildiğimce, her yasa
    insanın insan için yaptığı o yasalar,
    kardeşini öldüren o ilk insandan beri,
    acılar dünyasının başlamasını sağlar, buğdayları savurur oysa sapları saklar en kötü elekleri kullanan o yasalar.
    bildiğim bir de şu ki, —ne kadar doğru olur
    herkes böyle bilseydi—
    insanların yaptığı her tutuldular evi
    utanç tuğlalarıyla kurulup yapılmıştır, isa görmesin diye parmaklık takılmıştır insanın kardeşini nasıl da ezdiğini.
    önce parmaklıklarla bozup güzelim ayı,
    sonra da saklıyorlar güneşi insanlardan:
    iyice örtmek için o cehennemlerini,
    çünkü onun içinde öyle şeyler olur ki; ne o tanrı’nın oğlu, ne de bir insanoğlu göremesin içini!
    *
    en iğrenç davranışlar, zehirli otlar gibi,
    bu ortamda gelişir,
    insanların yalnızca en iyi yönleridir orda solar körlenir:
    soluk benizli acı tutmuştur kapıları, umutsuzluk bekçidir.
    korkmuş küçük çocuğu açlıktan öldürürler ağlatıncaya kadar:
    zayıfı kamçılarlar, hırpalarlar aptalı,
    maskaradır yaşlılar,
    bazıları çıldırır, tümü de beter olur, ve ağız açtırmazlar.
    barındığımız o dar hücrelerin tümü de
    kenef gibi yerlerdir,
    kokuşmuş soluklan yaşayan ölümün de daha boğucu kılar demirli pencereyi, ve toz olur her bir şey, arzu’dan başka her şey insan makinesinde.
    içtiğimiz acı su
    bulantı uyandırır balçıklı tortuları,
    özenle tarttıkları acı ekmek parçası toz toprak artıkları,
    ve hiç yatmayan uyku
    yürür, dehşet gözleri zamana bir yalvarı.
    *
    bir yandan cılız açlık, öbür yandan susuzluk engerekle boğuşan karayılan gibiydi,
    hiçbirimiz bunları pek umursamıyorduk,
    bizi asıl yıldıran, öldüren hepimizi gündüzleri ocakta taş kırıp taşıyorduk
    gece her taş bizlerden birinin yüreğiydi.
    içlerimiz kararmış gece yanlarında, karanlık hücremizde, kol çevirir ip yolar,
    cenkleşir herkes ayrı kendi cehenneminde,
    sessizlik bu anlarda yıldırır sanki boğar kat kat daha belirir çanların seslerinde.
    bir insan sesi olsun duyulmaz hiçbir zaman bir söz söylesin tatlı: gözleyen göz kapıdan acısız, sert bakışlı:
    çürürüz biz burada, çürürüz hiç durmadan, ruhumuz, bedenimiz solarız içli dışlı.
    yaşamın zincirini paslandırırız burda alçalmış ve yapyalnız:
    kimi küfürler eder, kimi ağlar bir yanda, hiç ses etmez kimi de:
    tanrının yasaları iyi, ölümsüzse de
    kırar en taş yüreği, en katı kalbi bile.
    ye kırılan her yürek,
    hücre ya da avluda,
    o kırık kutudur ki bağışlanmış severek
    nesi varsa tanrıya,
    cüzamlıların bile kirli yuvalarında
    o esmiştir değerli bir sümbül kokusuyla.
    ah! mutludur onlar ki kırılabilir kalbi af katına ererler!
    hem insan başka türlü yönünü nasıl bulur ve günahlardan nasıl ruhunu çekip siler? kırılmış yüreklerden başka nasıl, nereden efendimiz isa’mız ruha süzülüp girer?
    *
    ve o şişmiş morarmış boynuyla o adam, o dışına fırlamış gözleri bakakalan, kutsal elleri bekler.
    o eller ki hırsız’ı cennete ulaştıran; ve yanık yürekleri pişmanlık duyanlardan
    tanrı uzak değildir, uzak kalmaz onlardan.
    kararı açıklayan allar giyinmiş yargıç üç hafta bırakmıştı ona yaşamak için.
    yalnızca üç haftacık, sıyrılabilmek için
    gönlünü ruhunda kemiren çatışmadan, ve temizlesin diye bulaştığı kanlardan bıçak tutmuş elini.
    o da kan gözyaşıyla elini temizledi.
    çeliği tutmuş olan;
    çünkü yalnız ve ancak kanı kan temizlerdi.
    yalnız gözyaşlarıydı yaralarını saran: ve taa kabil’den gelen o kırmızı lekeydi isa’da kar beyazı, isa’da ak pak olan.


    o reading zindanında reading iline yakın
    şimdi bir çukur vardır çok alçakça bir çukur, bir mutsuz adam şimdi yatmaktadır orada
    alevin dişleriyle delik deşik olmuştur, yatmaktadır yakıcı bir kefene sarılmış mezarında ad yoktur.
    isa çağrısına dek, ölülerin orada, o, sessiz yatacaktır:
    hiçbir gerek yok artık aptalca gözyaşında, ve onun için artık sızlanmak boşunadır: sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam, bu yüzden asılmıştır.
    ama herkes de gene sevdiğini öldürür,
    bu böylece biline,
    kimi bunu yüklü bakışlarıyla yapar,
    kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
    korkak, bir öpücükle,
    yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür.
  • ezel dizisinde ramiz karaeski’nin, yani tuncel kurtiz’in sesinden dinlediğimiz “herkes öldürür sevdiğini” diye başlayan şiir bu kitabın bir kısmıdır. kitabı okumak isteyen; ama zaman bulamayanlar akın altan’ın sesinden şu linkten dinleyebilirler. herkes öldürür sevdiğini...
hesabın var mı? giriş yap