• netflix'in şahsıma bayram hediyesi gibi yayınladığı muhteşem dizi.

    koyu bir andrew scott hayranı olarak izlemeye başladım. fakat, çekimleri, manzaraları, dönemini yansıtan detayları, oyuncu kadrosu, siyah-beyaz çekilmiş olması, ağır işleyen ama asla sıkmayan temposuyla beni ekrana kilitledi.
    şu an altıncı bölümü izledim. kalan iki bölümünü yarın izlemek üzere bıraktım hiç bitsin istemiyorum çünkü.
    izlediğim kadarını değerlendireyim, bitirince editleyeceğim.

    --- spoiler ---

    ilk iki bölümünü büyük bir sakinlikle muhteşem manzaraların tadını çıkararak izledim. ilk işim yeniden italya sahillerini gezmek olacak zaten. ister istemez bu his içinizi sarıyor.
    üçüncü bölümden sonra olaylar gelişiyor. yine hafif tempo ama yüksek gerilim söz konusu.
    burada hitchcock'u saygıyla selamlıyoruz özelikle de beşinci bölümü izlerken.
    uzun zamandır böyle keyifle izlediğim bir netflix yapımı olmamıştı.
    andrew scott, ripley olarak sahtekar olmakla katil olmak arasındaki farkı mimiklerine öyle bir yansıtıyor ki, bir noktadan sonra yalnızca yüzüne bakarak sahne geçişini anlıyorsunuz.
    gerçekten çok başarılı bir aktör.
    komiser rolüyle maurizio lombardi harika bir seçim.
    scott ve lombardi karşılıklı sahneleri muazzam.
    roma büyülü bir şehir.
    birkaç mantık hatasını görmezden geliyorum. ve finali merakla bekliyorum.

    edit : bitirdim. final bölümü harika detaylar içeren dolu dolu bir bölümdü.
    tam da dediğim gibi hem severek hem de nefret ederek veda ettim.
    caravaggio sahneleri çok hoşuma gitti.
    tamamı siyah- beyaz çekilen dizinin tek renkli sahnesi, kana bulanmış her şeyin tanığı kedinin pati izleri olması şahaneydi. s
    sanatın hemen hemen her dalına yer veren, unutmayacağım bir diziydi.

    --- spoiler ---
  • andrew scott....
    eser derecede spoiler içerebilir.

    sadece andrew scott aşkına ve onun için izledim baştan sona kadar diziyi.
    yer yer sikici olsa da, çok yavaş ilerlese de, siyah beyaz görüntüler eşliğinde olsa da kesif bi zevk aldım en sonunda. çünkü daha önce tom ripley'nin filmini ve hikayesini hiç bilmiyordum, izlememiştim. iyi ki de izlememişim. sonunda şaşırmak cabası zira.
    caravagio'nun hikayesiyle kurulan benzerlik çok güzel ve şaşırtıcıydı son bölümde. siyah beyaz bi dönem filmi izliyormuşcasına bi tat aldım.
    görüntüler, hikaye, oyuncular ve detaylar; her şey mükemmeldi ha keza.
    john malkovich'in oynadığı karakterse, şarlatan şarlatanı dakkasında tanırı anlatan harika bi detay olmuş.

    netflikş'te sıkça görülmeyecek bi iş olmuş, mutlaka izlenmesi gereken...
  • palermo' daki otelin resepyonisti, komiser ravani ve enzo' nun sahibi enzo, kedi ve andrew scott hepsi oscarlik oynamış. enzo' nun sorgusunda kahkaha attım. şuan son bölüme geldim diye acı çekiyorum. muhteşem muhteşem perfecto.

    edit: dakota fanning konusuna hiç girmek istemiyorum çünkü kız rolü yaşamış. 6 yaşındayken de muhteşem bir oyuncuydu hala öyle. bütün duyguyu bakışlarında toplamış. deli oldum izlerken.

    edit: ya ben kesinlikle yaşamak istediğim hayattan bir kez daha emin oldum bu diziyi izlerken. 6 sene önce kısmen sahip olduğum bu hayatı küçük bir hatayla ( birine hayır demek yerine evet demek gibi korkunç bir hata) kaybettim. şimdi oraya mi tasinsam şunu mu yapsam bunu mu yapsam derken her şey berraklasti. bekle beni italya.
  • kedi çok şeker.bir konuşabilse neler anlatacak.
  • patricia highsmith evrenine hâkim, 1999 yılında çekilmiş uyarlamayı izlemiş birisi olarak, başlangıçta "orijinal bir şey söylemiyordur muhtemelen ama seyredelim bakalım neymiş" diyerek yaklaştığım ama biterken bittiği için epey üzüldüğüm dizidir.

    öncelikle tercihler müthiş. mevcut oyuncular içinde karakterin teatral yönünü ekrana en iyi taşıyabilecek isim, yani andrew scott, seçilmiş (yaşlı bulanlar da var). bu, başlı başına hikâyeyi yukarı taşıyor. 1950'lerin italyası hiçbir masraftan kaçınılmadan resmedilmiş. siyah beyaz olması, ağır akan temposu ve tekrara dayalı detaycılığı seyirciyi adeta başka bir evrene götürüyor. son olarak kitapta ufak bir ayrıntı olan caravaggio, burada kahramanımıza ekstra bir derinlik katıyor. kahramanın kendini italya seyahati sırasında adını belki de ilk kez duyduğu caravaggio'yla benzeştirmesi bile karakteri anlama adına bize çok şey anlatıyor.

    (okuma parçası [ingilizce]: dizideki caravaggio referansları ve hikâyedeki anlamı üzerine bilgilendirici bir yazı.)

    seyrederken dikkat etmişsinizdir mutlaka, hikâyenin anlatılış biçimi, baştan sona thomas ripley'e alan açmak üzere kurulu. yani seyirci onun zihninin içinde yer buluyor kendine (kitapta da onun gözünden okuyoruz). ripley, her şeyi en ince detayına kadar düşünen bir mastermind değil. süper kahramanlardan alıştığımız o insanüstü yetenekleri yok. olayların akışına göre, bir yığın tereddüt içinden, o an en makul görünen senaryoya gidiyor ve biz de onunla birlikte bunları düşünürken buluyoruz kendimizi.

    tıpkı patricia highsmith'in diğer kitaplarında da olduğu gibi "suçlu psikolojisi" ile kendi sıradan hayatımız arasında bağlar kuruyoruz ve o "suçlu" personasına aslında ne kadar da yakın olduğumuzu, işler o şekilde gelişse, bizim de benzer tercihleri yapacağımızı dehşetle fark ediyoruz. ayrıca düpedüz şansın da hayatın ne kadar büyük bir parçası olduğunu kavrıyoruz.

    bu arada bütün ikincil karakterler ripley'e şüpheyle yaklaşıyor, onun hikâyesine hiçbir surette inanmadıklarını gözlerinden anlayabiliyoruz. verdiği ilk büyük açıkta üstüne çullanacaklarını, varlığını dünya üzerinden silmek isteyeceklerini görüyoruz. ve ripley de bu farkındalıkla kendine toplum içinde bir "yer" edinmeye çalışıyor.

    stendhal'in meşhur karakteri julien sorel'e (bkz: le rouge et le noir) benziyor bu yönüyle. zenginlerin, nüfuz sahibi insanların yaşadığı hayatı "onlardan daha çok hak ettiğini" düşünerek hareket ediyor sürekli.

    bütün bu şüphe temasının ortasında, ekranda göremediğimiz en önemli caravaggio tablosunun l'incredulita' di san tomasso, bir başka isimle "şüpheci aziz thomas", olması bence iki sebebe dayanabilir: 1) ripley baştan itibaren zaten şüpheci thomas'tır ve onu ekrana taşımak bariz olana referans vermek olacaktır, ya da tam aksine 2) yönetmen karaktere tarihsel bir katman verirken onu spiritüel bir derinlikten yoksun kılmak istemiştir. bu da onu bir anlamda cezalandırmak için olabilir.

    açıkçası hızın hâkim olduğu ve gündelik hayattaki zengin detayların neredeyse silindiği, sosyal medya sayesinde herkesin bir biçimde birbirine benzemeye başladığı bir dönemde, thomas ripley'i bu şekilde geri döndürmek müthiş bir olay. keşke diğer kitaplara da dalıp seriyi devam ettirseler.
  • olayların örgüsüne ve trajikliğine ragmen kadrajı ve görüntü yönetmeninin marifetiyle insanı huzura gark eden müthiş bir iş(çilik).
    çok ama çok begendim. 1960'lı yılların yansıtılması da takdire şayan. ne güzel yıllarıymış dünyanın.
  • herhangi bir şey izlerken sürekli dikkati dağılan, her 5-10 dakikada eli telefonuna giden beni tam anlamıyla ekrana kilitlemiş bir dizi. neo-noir tarzda çekilmiş, her karesi ayrı bir özenle seçilmiş bu diziyi izlemek siyah beyaz bir çizgi romanın sayfalarını çevirmek gibi.
    (bkz: robert elswit)
  • allahin belasi kari meksikaya cagiriyorlar bak bi siktir git. biyiklarini ve kaslarini da al git. asli evet bunu yazdim yaziyo musun gercekten diye bagirmanin bi anlami yok al iste yazdim gotune girsin. hakarete girer hemen sildiririm diye tehditler savursan da ellerim yeterince hizli hahah seninle boy da olcusuyorum. ayrica kendi bullsheadligine hic bakmadan beni de tehdit ettin ya innsssallah ingiliz karilar icin terk edilirsin hahahahah.. son olarak asli allah belani vericek biliyosun di mi demek istiyorum al sana hayatimizin belki bir donemini belki de her anini yakalayabilecek bir kuple aha buyur burdan atesle}{|":?>::|":";;;; evet noktali virgul bulduk :bulamamisiz. ama neyse noktali virgul
    "ne uğrunda ölünecek bir yar var,
    ne de ardından gidilecek bir serdar."
  • izlerken "raskolnikov kendiyle bu kadar uğraşmasaydı bir tom ripley olabilirdi" dedirtmiştir.

    tanım: 2024 yapımı bir hitchcock denemesi.
  • reboot gibi reboot. yakın zamanda disney+'ta all of us strangers'ı izledim. üzerine bu gelince, zamanında the talented mr. ripley'i de izlemiş biri olarak dedim ki "hah kesin jude law/matt damon arasında oluşan ve hızlıca geçilen yakınlaşmayı olayın merkezine koyup üzerine dizi yapacaklar, çünkü netflix bu".
    ve hatta ilk iki bölüm dizi bu doğrultuda gidiyordu, yeni zendaya'mız andrew scott'ın (yani ikonik hiç bir özelliği yokken agresif pr çalışmalarıyla zorla gözümüze sokula sokula ikonlaştırmalarından bahsediyorum, yoksa ben andrew scott'ın sherlock'taki halini seviyorum, fleabag'deki değil) atrani'de mayo dükkanında üstsüz arz-ı endam etmesi, bir noktada dickie*'nin "sen queer misin" diye sorması falan, hah dedim gidiyoruz netflix sjw bataklığına.
    ama ne olduysa tekne sahnesinden sonra oldu, ripley'nin bütün karakter özellikleri ve ancak bir psikopatta olabilecek gerilimi önümüze oluk oluk akıtılmaya başlandı. 3-4-5-6. bölümler bir roller coastera binmişçesine bana hem gerilim hem de merak veren bir doğrultuda devam etti. düğüm çözülürken biraz uzatılan sahneler ve bazı akışları 2024 teknolojisine göre değerlendirdiğimiz için tempo düşse de, "abi şu komiser - landlord - kız - ripley bir araya gelecek mi gelmeyecek mi" hissi bile diziyi sona kadar taşımaya yetti. viyana sekansı zaten ripley'in toplumsal mutabakat halinde olan kalabalıklardan ne kadar rahatsız olduğunu ve o kalabalıkları ne kadar riyakar bulduğunu kendine ispatlayan bir sekanstı, kendi sosyopatlığının sebebini o güruha yüklüyordu, bu da okeydir karakter serimi düğümü ve çözümü için.
    tekne sahnesinde başlayan, cesedi taşıma sahnesiyle altı çizilen, hatta venedik'teki evde fence üzerinden atlarken marge'ın ona gülmesiyle de taçlanan (yani sadece biz görmüyoruz, film karakteri de gülüyor ripley'e) fiziksel yetersizliği çok güzel anlatıldı.
    kendini yetersiz hissettiği konularda sürekli prova yapması ve her şeye hazır hissetme takıntısı ve buna bağlı anksiyeteleri çok güzel aktarıldı, ama kontrolünde olmayan şeyler de vardı, mesela landlord hanfendinin telefonu ripley adına kaydetmesi, ki bence hikayenin akması için bir kırılma anı oldu bu.
    bir dönem işi olduğu için kıyafet, dekor ve bir çok yan bileşenlere*** iyi paralar akıtılmış, netflix musluğu açmış. italya'nın çekim yapılan böylesi zaten turistik ve tarihsel bir bölge olduğu için mekan konusunda hiç sıkıntı çekmemişlerdir, mekanlar buram buram zaman kokuyordu.
    sinematografik olarak zaten bulunacak bir kusur yok, steven zaillian dönem ruhuyla çok entegre perspektifler kullanmış, yukardan çekilen merdiven arkları, geniş açıdan çekilen kavşak sahneleri, karakterin dramasını gösteren ama izleyiciyi sıkmayan tam kararında uzunlukta yakın planlar derken sinematografiye de doyduk. güzel bir siyah beyaz seçimi, ama beyazların highlightları karakterlerin yüzlerini bence daha az patlatsa olurdu, ama yönetmene sorsak o dönem çekilen filmlerde falan öyle olduğunu söyleyebilir, bu karara saygı duymak lazımdır, çok kafaya takmamak lazımdır.
    bunun yanında farklı otellerden farklı resepsiyon görevlilerinin da detaylı karakterize edilmesi yine güzel bir düşünce bence, burda biraz da the grand budapest hotel'in resepsiyonistlerinin verdiği tadı aldım, ama daha çok ferhan şensoy'un oteller kitabı'ndan aldığım tadı aldım.
    caravaggio arkı da çok güzel ve çok saygı duyduğum bir ark, ilk bölümden hikayeye çok güzel yedirilmiş ve seyirciye de çok güzel anlatılmış. yani zaten olay italya'da geçiyor, sanat olmazsa olamazmış, sanat olmasa eksik kalırmış. ben caravaggio'yu bilmiyordum, bu mini dizi sayesinde öğrenmiş oldum, google'a girdim araştırdım baktım falan. kazanımdır bu.
    özetle çok yönlü ve netflix standartlarına göre derinliği yüksek bir eser. yazanın da oynayanın da çekenin de kurgulayanın da eline sağlık.

    edit: venedik ile viyana'yı karıştırmışım, kendisine mesaj atılamayan bir yazar uyardı. düzelttim. teşekkürler.
hesabın var mı? giriş yap