• fragmanini ilk izledigimiz de "oha lan goruntulere bak" diyip hayretler icinde goruntu yonetmenini merak etmistik. bugunku radikal roportajinda onur saylak soyle demis:
    http://www.radikal.com.tr/…larimi-goremedim-1482909
    "görüntü yönetmenimiz andreas sinanos... master diye hitap ediyorum ben ona. theodoros angelopoulos ile sinema tarihinin klasiklerine imza atmış bir usta. aynı seti paylaşmak çok zevkli ve öğreticiydi. onun işine olan tutkusu, azmi ve sabrı sanıyorum hiçbirimizde yoktur."

    filmi daha da merak ettim sozluk
  • filmin anlattığı dönem, olaylar ve karakterlerin tarihsel gerçekliğini kenara çekip, bir fim olarak değerlendirirsek eğer, gerçekten beş para etmez bir film. "sanat filmi" maskaralığının, diyalogsuz, yapay, samimiyetsiz suskunluğun sinemasının şuursuz bir neferi olmuş.

    aynı yönetmenin sonbahar isimli bir filmi vardı. o da mesela, aynı samimiyetsizliğin ürünüydü. ama muhteşem kadrajlanmış pastoral ortamlar vardı, filmden rasgele 500 kareyi kanvasa bastırıp evinin duvarlarına asabilirdin mesela. müzikleri çok iyiydi. gittim soundtrack'ini satın aldım filmden sonra ilk iş. inanılmaz bi albümdü. ruhuma iz bıraktı. üstünden seneler geçmesine rağmen hala "daim yusuf ooorti" diye mırıldanırken bulurum kendimi ara ara. albüm çöp oldu tabi, evde kullanılmayan müzik seti ve kullanılmayan disklerle birlikte duruyor. spotify'da dinliyorum.

    evet, sonbahar da samimiyetsizdi, "sanat filmi" addedilen çirkin, yapay, gereksiz, zorlama dili kullanıyordu ama en azından bir görselliği ve duysallığı vardı. bu filmde o da yok.

    içim acıyor ya. yani birilerinin bu trajedilere dikkat çekmeye çalışıyor olması ve dahi umrunda olması fikri bile ruhumna dokunuyor bir yandan. ama bir yandan da ortaya çıkan ürünün, bu "sözde" sinema filmi olması da acı veriyor.

    bakın bu çocuksu romantismi avrupa icat etti. avrupa kullandı, senelerce. sonra baktı, "bu sinemaya yakışan, sinematoğrafi öğretisi ile örtüşen bir dil değil, ayrıca seyirci de şişti, artık kimsenin tahammülü kalmadı. hem biz bunu holivud'un yapaylığına, mekanikliğine isyan olarak geliştirdiydik, bu geliştiridğimiz şey daha yapay, daha mekanik oldu, yapmayalım artık bunu, mal gibi hatamıza sarılmayalım." dedi. ve bıraktı. festivallere gidin, dünya sinemasını, bağımsız filmleri izleyin. artık, özellikle bağımsız sinema, doğallığın peşinde, gerçekçilğin peşinde, samimiyetin peşinde. "bak bunu ben icat ettim, bu samimi, bu doğal" diye kendi ürettiği bir puta tapmıyor. kalıpları kenara bırakıp hayatın içine girmeye, kamerayla birlikte ortadan kaybolup hikaye içinde erime derdinde.

    samimiyetsizlik o kadar had safhada ki, artık, terbiyesizlik noktasına geliyor bazı diyaloglar. bir soru soruyor bir karakter. öbürü duyuyor soruyu. sorana bakıyor 7 dakika boyunca. soran da ona bakıyor. sonra bişi dicek gibi oluyor ama demiyor. bir 4 dakika daha bakışıyorlar. sonra cevap vermeden gidiyor. lan hayvan evladı, sanat filmi karakteri de olsan bi cevap ver lan, insan karşındaki davar değil, bir şey soruyor sana. "hayır" desen biz seyirci olarak "hiiiii, cevap verdi, demek ki yeterince acılarla yoğrulmamış" gibi bir sonuca zıplamayacağız. suskunluk, acılarla yoğrulmuşluğun ölçü birimi değil. acılarla yoğrulmuş olmak saygısızlık, terbiyesizlik için mazeret değil.

    su ister misin diyene, "yok sağol, az önce içtim" demek yerine 11 dakika sessizce soruyu sorana bakacak hale gelmeye hangi acılar nasıl sebep olur biri bana anlatsın rica ediyorum.

    bir dönem filmi olmasından ötürü, dönemli ilgili konuşabilmek isterdim. çok talihsiz şeyler olmuş. çok acılar yaşanmış gerçekten. insanın düşünce bile içi burkuluyor. ve fakat bu filmi izlediğim için sizin de benim için içiniz burkulsun. ben de bu acıyı yaşamak zorunda kaldım. aynı şey değil biliyorum. ama çok yakın.

    14 dakikalık bir kısa filmin boş bakışmalarla 2 saat 20 dakikalık uzun metrajlı bir filme dönüştürülmesidir rüzgarın hatıraları. ve tek bir cümle, tek bir olay eksiltmeksizin 14 dakikalık bir kısa film olarak karşıma çıkarılsaydı bu film, şu an burda yerlere göklere koyamıyor, "bu kadar talihsiz bir hikaye ancak bu kadar duru ve öz ve grafikleştirilmeden anlatılabilirdi. hayatımda izlediğim en ama en iyi kısa filmdi" gibi şeyler söylüyor olurdum.

    bu filmin ve bu tür filmlerin, eğer varsa, davalarına da ihanet ettiklerini yapanlara hatırlatmak gerekli. hani belki, "ben popüler kültüre hitabeden, mekanik, ruhsuz, mutlu sonla biten gerçek dışı hikayeleri popülist bir üslupla işlemek istemiyorum, benim bir davam var, bir derdim, bir hikayem var insanların yüreklerine ulaşmasını istediğim, ve bir şeyler değiştirmesini istediğim" diye düşünüyor olabilir. bilmiyorum. olmaya da bilir. ama olabilir. eğer böyle bir dava varsa, kitlelerin izlemek istemeyeceği, benim gibi bir sinefil, bir sinema ucubesini bile darlayan bir film kesinlikle bu davaya hizmet etmeyecektir, bu dava sahiplerini temin ederim bu konuda. izleyenlerin kalbine ulaşsa da gerçekten, bütün ülkede 318 kişinin izlediği bir film 318 kalbe ulaşabilir ancak. popülist ol, saçmala, ruhunu sat demiyorum. ama insanlara ulaşmak istiyorsan, kibirli bir şekilde "benim yolum bu, bana gelsinler" demek yerine onlar gitmek lazım biraz. şu an ortalama bi ergenin attention span'inin 11 saniye olmasından en çok şikayet eden benimdir belki. ama müşterim oysa, ona göre bir şey hazırlamak zorundayım. o öyle çünkü artık. entelektüelite sırça köşkümden ahkamlar savurmak kazanmaz çünkü o insanı bana. ona ulaşmaksa eğer, bu nahoş bişi bile olsa, o sırça köşkten çıkıp inip yanına gitmek o hırtın. "dinle lan iki dakka, bak çok güzel bişi yaptım" demek lazım, belki dinletirsin o zaman ona da. "dinle lan iki saat yirmi dakka" diyemezsin. kalkar gider. iki dakkaya zor da olsa razı edersin, 2 saat 20 dakkaya asla edemezsin. bi orta yol bulman zorundasın.

    just sayin'.
  • türkiye'de ilk filmini yapan her yönetmen yıllarca aklında kurduğu, bildiği en iyi şey ile karşımıza çıkıyor. içlerindeki amatör ruhun da etkisi belki, etkileyici filmler çıkıyor. bunun son yıllarda epeyce örneğini gördük -sivas, tepenin ardı, zenne, sonbahar, çoğunluk- gibi.

    fakat ilk filmini yapan çoğu yönetmenin sonraki filmlerinde aynı ruhu yakalayamadıkları da bir gerçek. izleyici ister istemez ilk etkinin heyecanını duyuyor. ikinci filmde bu duyguyu bulabiliyor mu? bence hayır. özcan alper de bu yönetmenlerden birisi. önce gelecek uzun sürer, şimdi de rüzgarın hatıraları birçok açıdan yetersiz iki film. rüzgarın hatıraları'nda, görüntü yönetimi dikkat çekiyor fakat sadece manzara olarak iyi. bu manzaraların altını dolduran bir duygu akışı söz konusu değil. dolayısıyla filmin en güçlü silahı hedefi vuramıyor.

    resim ile duygularını yansıtan, yazarlığı hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız karakterin, yazdığı mektuplar akıcılıktan ve samimiyetten uzak. burada direkt karakterle araya mesafe giriyor. sonrasında gerçekleşen şeyler de, -yabancı bir adamın misafiri olduğu evin kadınıyla yakınlaşması gibi- klişelerle ilerliyor. bu duruma belki, "aslında kadın da o evde zoraki bir misafir" savunması yapanlar olur belki, bu da durumu daha klişe hale sokuyor açıkçası. filmde baş karakterin kaçış nedeni sonraki aşamada neredeyse unutuluyor ve karakter bölünmüş sahnelerle geçmişiyle yüzleşmeye başlıyor. karakteri "kaçış" olgusu geçmişine götürüyor fakat dağ evinde kendisiyle yüzleşmesi etki vermede başarısız kalıyor.

    --- spoiler ---
    filmin finali de hayal kırıklığı. karakterler belli bir mesafeye ulaştıktan sonra vuruluyor, oysa kayıkta ikisinin de sığacağı bir alan mevcutmuş, neden oraya girmeyi vurulmadan önce akıl edememişler. kayıktaki o boş alana sığdırılan iki cansız beden duygu akışı için çok ucuz bir sahne olmuş. canlı bedenleri daha etkileyici olurdu açıkçası.
    --- spoiler ---

    özcan alper, sonbahar'daki mekanlarına dönüş yapmış olsa da özgün bir dilden uzak karakterleri ve öyküsüyle beklediğimiz etkiyi bu filminde de veremiyor.
  • "bildiğimden fazlasını hatırlıyorum. hayal gücüm hafızamdan daha geniş."

    ayrıca filmde andrey tarkovski, theodoros angelopoulos ve bela tarr etkileri çok net görülebiliyor.
  • "sonbahar"da buluşmayı "gelecek uzun sürer"de ayrılmayı "rüzgarın hatıraları"nda beklemeyi hatırladım. en çok gelecek uzun sürer'i sevmiştim. emeklere sağlık.kavuşmayı hatırlatan bir film istiyorum özcan alper'den.
  • bir karadenizli olarak bu filmi izlemek çok iyi geldi.

    özcan alper'in daha önce izlediğim sonbahar filminde görülen bir çok şey bu filmde de vardı. ama bir sonbahar tadını alamadım. portreler, olağanüstü karadeniz manzaraları, bozkır manzaraları...

    hangi kategoriye sokacağımı bilemedim bu filmi. tarihsel desem tam uymuyor. dram desem o da tam olmuyor. ben burda alper özcan'ın ayrı bir tarzda film çektiğini düşünüyorum. bize bir olay başlangıcı veriyor ve hikayeyi anlatıyor. bunu da gayet estetik bir dille yapıyor. içinde ikili ilişkilere dair ayrıntılar, fotoğrafik sahneler ve geçmiş ve bugün* bağlantıları barındırıyor.

    burdan sonrası ağır spoiler içerir.

    ortada göçe zorlanan bir karakter var*. olaylar göçe zorlandığı zaman diliminden başlıyor ama o zaman dilimini tam yansıtmıyor bize. çünkü aram kaçmak zorunda kalıyor ve o ortamdan uzaklaşıyor. bir köy evinin çatı katında o ortamdan uzak, izole bir hayat yaşadığı zaman diliminde geçiyor hikayenin esas kısmı. böylece mecburen biz de izole oluyoruz oradaki olaylardan. hikaye sonbahar'daki gibi daha çok "sonrasıyla" alakalı. o hayatın içinden geçen karakterin yaşadığı dramla ilgili. ikili ilişkileriyle, sembolleriyle daha çok bir dram filmi izlemiş oluyoruz.

    aram istanbul'da yaşayan ermeni bir şair, çevirmen. bir gün matbaası basılıyor ve ortam giderek kötüleştiği için her şeyi bir kenara bırakıp kaçmak zorunda kalıyor. ilk önce kendi şehri içinde yer değiştiriyor, sonra da ülkeden gitmek istiyor. bir akşam rasih'in aram'ın yanına gidip söylediği cümleyle ilk defa karşılaştım bir filmde. baskından önce baskıncıların yanında emniyetten birilerinin olduğunu söylüyordu sanırım. yani baskını yapan, ülkeden kaçmaya zorlayan etkenlerin arkasında devlet var diyor aram'a. aslında bunu doğrudan bize söylemiş oluyor.

    aram'ın iki belirgin olayda tanıklık eden bir yanı var. birincisi ipuçlarını daha sonra gördüğümüz çocukluğunda yaşadıkları, ikincisi de filmde anlatılan zaman dilimi. ikisinde de değişen hiç bir şey yok neredeyse. böyle olunca geçmişiyle yaşayan bir insan çıkıyor karşımıza ve bu tanık olgusundan dolayı filmi izlerken biz de tanık oluyoruz bu olaylara. daha doğrusu aram'ın yaşadığı drama.

    aram istanbul'dan kaçıp köy evine gittiğinde daha ilk yemek sahnesinde meryem ve aram'ın kurduğu mesafeli yakınlığı hissedebiliyoruz. meryem yaşlı bir adamın yanında yaşayan genç bir kadın ve doğal olarak mikhail'le iletişimleri çok zayıf. ilk yemek sahnesindeki sessizlikten ve daha sonraki sahnelerde mikhail ve meryem'in fazla diyaloga girmemesi bunun bir göstergesi. aram'ın eve gidişi meryem için bir umut oluyor. aram ilk başta onları baba kız sanıyor ama gerçeği yakın zamanda öğreniyor. seyirci için bunu anlamak kolay ama o durumda olan kim olsa anlayamazdı herhalde. meryem ve aram'ın yakınlaşması adım adım gerçekleşiyor ve aralarındaki duyguyu yoğunlaştıran da tam olarak bu. ilk önce aram'a karı koca olduklarını söylüyor, sonra aram ateşlendiğinde vücudunu siliyor. uç noktası da kimliğine bakıp gerçek ismini öğrenmesiyle meryem'in aram'la, mikhail'in dahi giremediği bir yakınlık içine girmesi. her şey adım adım ve ağır ağır. en belirgin yakınlaşmayı mikhail evden gittiğinde görüyoruz. iki genç insan aralarındaki mesafeye dayanamayıp iyice yakınlaşıyorlar artık. ikisi de bu durumdan hoşnut görünüyor ama sonuçta meryem evli bir kadın. aralarında yakınlaşmalarını engelleyen en büyük engel de bu. mikhail'i düştüğü yerden alıp eve getirdiklerinde aram'ın yüzüne kapanan yatak odası kapısı da en büyük mesaj. daha sonra akşam yemeğinde aram'ın arkadaşının gelmediğini söylüyor mikhail. lafın ucu "kendi başının çaresine bak" lafına kadar gidecek gibi görünürken meryem kalkıp radyoyu açıyor ve dolaylı olarak mikhail'in sözünü kesmiş oluyor. bu lafı etmesini istemiyor çünkü mikhail'in. aram'ın gitmesini istemiyor. sonuç olarak da mikhail de bunu anlıyor ve sinirleniyor. daha sonra aram'ın evde kalmasının güvenlik açısından sakıncalı olacağını bahane ederek onu ormandaki kulübeye yerleştiriyor. meryem'den uzaklaşınca olayı çözeceğini düşünüyor ama bu sefer daha çok yakınlaşıyorlar. evet kulübe meryem'e uzak bir yer ama kendisine de uzak bir yer. bunu düşünemiyor mikhail.

    meryem bir gün aram'ın yanına gidiyor. onu düşündüğünü, aklının bir köşesinde yer ettiğini gösteriyor. konuşuyorlar ve gidiyor. daha sonraki gelişinde de malum, birlikte oluyorlar. aram'a beni de götür diyor. gitmek için bir yöntem de söylüyor. dayanılmaz bir yakınlaşma isteği var içlerinde.

    aram ve meryem'in ikisi de hayali bir at görüyorlar. o beyaz at'ın gidişin sembolü olabileceğini düşündüm. ikisinin tek ortak amacını ve bu kadar yakınlaşma isteği içinde olmalarını açıklar bu.

    yakınlaşma isteği içinde diyorum çünkü bir türlü tam yakınlaşamıyorlar. hep bir kaç adım uzakta kalıyorlar birbirlerinden ve zaten filmin sonunda da tek ortak amaçlarına ulaşamadan, ortak amaca giden yolda bir sandalın içinde vurularak ölüyorlar...

    filmde en çok gözüme batan şey arkadan seslenip "yok bir şey" deme sahneleriydi. pek samimi gelmedi o cümleler. sanki olmasa da olurdu. filmin zaten dramatik derinliği daha da aşağı çekmeye çalışılmış ama o yarım kalmışlık hissini tam veremiyor tekrar tekrar duymak. leyla'nın aram'a seslenip sonra "yok bir şey" demesinden bunun film içinde tekrarlayacağını anlıyoruz ve bu cümlenin söyleneceği sahne kendisini çok bariz belli ediyor.

    güzel bir filmdi bence. hem tarihsel hem de dramatik yönü var. gidip izlenesi. filmin yönetmenini bilmeden gidip izleseniz o muhteşem manzaralardan, portrelerden filmi kimin çektiğini anlayabilirsiniz...
  • sonbahar'da olduğu gibi, doğu karadeniz manzaralarıyla dolu ve görsel açıdan tatmin ediciydi. ben şahsen tatmin oldum. tabi özcan alper'in her filminde olduğu gibi şarkı seçimleriyle de tamamlanmıştı film.

    böyle mesela, yönetmen ya da senarist olsam şu şu konularda film çekerim düşüncesini tek tek gerçekleştiriyor adam. hayırlara vesile olsun. eline koluna sağlık.
  • başıma bir şey gelmeyecekse beğendiğim film.

    faulkner'dan bir alıntıyla başlıyor: "geçmiş asla ölü değildir. geçmiş bile değildir."

    ayrıca: bir sahnede rıfat ılgaz'a ait olduğu belirtilen bir şiirden* dizeler yazıyor günlüğüne aram. fakat şiir rıfat ılgaz’a değil, niyazi akıncıoğlu’na ait.* * şiirin rıfat ılgaz’la ilgisi kendisine ithaf edilmiş olması sadece.
  • izledikten sonra görüntü yönetmeninin kim olduğunu merak edip baya araştırmıştım.
    konu ve işleyiş olarak durağan geçen filmde onlarca fotoğraf karesine sığdırılmış hikayeye tanık oluyorsunuz ve durağan olmasına rağmen hiç sıkılmadan izledim diyebilirim.
    eksikleri olabilir ancak yanlı olduğunu iddia edenler açıp birazcık tarih okusun, filmin neresinde tek taraflı bakılmış açıklayın da öğrenelim zira o dönemde yaşananlar filmde anlatılanlardan çok daha kötü.
  • --- spoiler ---
    aram'ın ormandaki kulübenin duvarlarına ve defterine çizdiği resimler doğrudan baskı ustası ve heykeltıraş kathe kollwitz'in eserlerinden esinlenilerek yapılmış, hatta bazıları direk aktarılmış, kathe kollwitz zaten eserlerinde ezilenleri, işçileri ve toplumdaki adaletsizliği konu alır. örneğin şu sahne, kathe kollwitz'in şu çalışmasından, şu sahne ise yine kathe kollwitz'in şu çalışmasından alıntıdır. benzerleri için, tık, tık. ek olarak mikhail'in askerlere evde kimseyi saklamıyorum demeyip direk silahına sarılması o şartlar altında çok normal, sonuçta önceki sahnelerde askerlerin mazeret dinlemeden tuttuğunu götürdüğüne tanık oluyoruz, belli etmedi ama tam dava adamıymış dedim ilk başta ama meryem'in kurtulması için için zaman kazanmış da olabilir.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap