484 entry daha
  • dogum gununde hakkinda birkac yil once yazilan su yaziyi hatirladim:

    "mimar, ressam ve hikayeci cihat burak, yakutiler kitabında bir hatırasını anlatır. gençliğinde sait faik ile ahbap olur. ahbap olurlar çünkü sait faik, cihat burak’a hiç kitaplarını okuyup okumadığını sorar. burak ise bir iki hikayesi hariç kendisini hiç okumadığını söyler. “hah işte” der sait faik, “doğru dürüst dost olunacak bir adam bulduk nihayet.”

    büyük hikayeci, bir gün cihat burak’a bir şeyler yazıp yazmadığını sorar. onun da hikayeler yazdığını öğrenince yazdıklarını göstermesini söyler. akşam cumhuriyet meyhanesi'nde kalabalık bir masada buluşurlar. orhan veli de aralarındadır.

    cihat burak cebinden kendi deyimiyle “epeyce tatsız tutsuz acemice bir” hikayesini çıkarıp okumaya başlar. meyhanenin gürültüsünü bastırmak için bir yandan da sesini yükseltmektedir. hikayeyi bitiremeden sivil polisler gelip kimlik sorar. sait faik “mecbur muyuz” diyerek polislere posta koyar. kendilerini karakolda bulurlar.

    komiser, sait faik’in okuyucusu çıkar. salınıverirler. faik, “hadi içmeye devam edelim” diyerek aslında artık evlere dağılmak isteyen diğerlerini de peşinden sürükler. her yer kapanmıştır. kapısı kilitli, örtülmüş perdelerinin arasından içeride son üç beş müşterinin kaldığı anlaşılan bir meyhanenin önüne gelirler. kapıyı çalarlar, yumruklarlar ama nafile.

    gerisini cihat burak şöyle anlatır: “sait faik zaten soğuktan kaldırdığı pardesüsünün yakalarını biraz daha kaldırdı, şapkasını başına şöyle bir bastırdı ve cama bir tos vurup duvar geçen gibi öte tarafa geçti büyük bir şangırtı içinde; arkasından bir turna katarı gibi geçip kendimizi dükkanın içinde şaşkınlıktan, hiddetten donmuş kalmış bir kalabalığın ortasında bulduk bekçi düdükleri feryatlar arasında.”

    iş o gece ikinci defa karakolda biter. sait faik, komiser, meyhanenin sahibi ve bekçi, şahitler öpüşerek barışırlar. iş tatlıya bağlanır.

    nedense sait faik denince hikayelerinin lezzetinden sonra aklıma cihat burak’ın bu hatırası gelir. sait faik’in kestirilemezliği, huysuzluğu, sürükleyiciliği, akıcılığı ve işin tatlıya bağlanmasında hissedilen gizli iyi niyeti sanki hep bu hatırada saklı gibi gelir bana.

    artık aklıma sait faik düştüğünde sadece arkasında uykulu bir orhan veli, şaşkın bir cihat burak ve diğerleriyle bir meyhaneye nasıl tos vurup girdiği, alemdağ’da var bir yılan ya da "hişt, hişt" gelmeyecek.

    artık bunlara, sait faik’in bütün hikayelerine bir hikaye daha eklendi. fikir, yazarın ölümünün 60. senesinde iksv’den gelmiş. fazıl say, sait faik’i ve hikayelerini uzun uzun düşünmüş ve bir beste yapmış.

    memleketin en üretken tiyatro yazarlarından özen yula ise demet evgar, songül öden ve esra bezen bilgin’in bir sait faik hikayesini anlattığı, serenad bağcan ve zeynep halvaşi’nin say’ın bestelediklerini söylediği konseri sahnelemiş. fazıl say’ın piyanosuna borusan quartet ile cem erciyes’in haklı tanımlamasıyla “türk müziği enstrümanlarını çalan dört iyi müzisyen” eşlik ediyor.

    adnan benk, sait faik’in cenazesinin ardından “sait faik’i yaşatamadık” diye yazmıştı.

    geç de olsa, öldükten 60 sene sonra da olsa sait faik’i yaşatabilmişiz.

    üç başarılı oyuncu, say’ın notalarının yanında sait faik’in “stelyanos hrisapulos gemisi” hikayesini anlatıyor izleyicilere. hikaye 12 yaşındaki burgazadalı denize vurgun trifon’un elleriyle yaptığı ve dedesinin adını koyduğu tahta gemisinin başına gelenler üzerine.

    çocukken trifon’un yaşlarında, dedemle ahşap bir gemi yapmış ve gemiye dedemin adını koymaya çalışmıştım. o sebeple bu mizahı, neşesi de hiç eksik kalmayan gösteriyi biraz da burnum sızlayarak izledim.

    iyi ki sadece öfkeli siyasetçilerden, kısır toplumsal meselelerden ibaret bir ülke değiliz. sait faiklerin, fazıl sayların, özen yulaların, orhan velilerin, cihat burakların da ülkesiyiz.

    bunu tekrar hatırlatan herkese çok teşekkürler."
    özgür mumcu
    28.6.14'
  • "artık kendimden kurtulmuşum,
    kırmışım zincirimi.
    şimdi karadayız, şarkılar söylüyor
    karayel telefon tellerinde.
    bir taka geçiyor uzaklardan
    yeni şeyler söylerim, yeni şeyler.
    yıldızlar, istanbul’un ince bir minaresi,
    kâğıthelvası, maltaeriği, kahve, cıgara, çukulata.
    yeni günler geldi günlerime
    perşembeler, pazarlar.
    coşuyorsam gün olur,
    gün olur gülüyorsam,
    bunlar çocukluk değil, değil arkadaşım,
    bunlar kırk yaşında başlayan bir lamba aydınlığı.
    burgaz iskelesinde bir kahvede oturup düşünüyorum.

    doğrusu seviniyorum.
    vapurlara bakıyorum,
    iskeleye, konuşanlara bakıyorum,
    sanki burda değilim."

    111 yaşında ve her vakit buralarda.
  • keşke bi daha doğsan.
    yeni yeni hikayeler yazsan.
    bizde onları okusak.
    mümkün mü böyle birşey ?
    belki de mümkündür.
    şu hayatta neler oluyor.
    iyi ki doğmuşsun.
    iyi ki doğmuşsun.
  • "...
    - sizce yaşamak nedir?
    - balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, beyoğlu'nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. işte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.
    ..."
    gülen erdal, "sait faik'le son röportaj", yenilik (6), haziran 1954.

    iyi ki doğdun üstat! iyi ki yaşamışsın bu dünyada!

    sait faik 111 yaşında.

    insan hiç tanımadığı birini de özleyebiliyormuş demek. seni çok özledim be adalı!
  • sevdiğim yazarlardan biridir adam harika bir adam şuanlık bir tane kitabını okudum ama diğer kitaplarını da alacağım kesinlikle
  • benim için betimlemenin üstadıdır. hikayelerini okumaktan keyif alırım. iyi ki doğmuş iyi ki yazmış.

    henüz okumadığım için romanları hakkında yorum yapamayacağım. lakin, karganı bağışla adıyla çıkan, kendisinin yazdığı ve ona gönderilen mektupların, davetiyelerin, kartların olduğu kitap çok ilginç. ne bileyim sanki gizli gizli özelini okumak gibi. bazı mektuplara tarih atmadan yollamasıyla aklımda kaldı.

    kime yazdığı belli olmayan bir mektubun (belki gönderilmemiş bile olabilirmiş) bir bölümünü alıntı yaparsam belki daha iyi anlarız kendisini.

    '' ben insanları tek cephelerden göremiyorum. bence, insanın yaptığı şu vakanın veya bu vakanın ehemmiyeti vardır. ama daha çok insanın kendisi beni ilgilendiriyor. hareketi, konuşuşu, düşünüşü, yürüyüşü hatta vaka sezgisiyle insanın kendisi, yaşayışındaki şu veya bu olayın büyük ehemmiyetini inkar etmemekle beraber bence bu olayın fazla bir kıymeti yok.

    müthiş vakalar dünya yüzünde ve insan hayatında mütemadiyen tekerrür etmez gibi geliyor bana; ama pekala herhangi bir ufacık vakanın bir insan hayatında, bir insan üzerinde tesir yapabileceği merakımı çekiyor. mesela bir erkek bir genç kızı seviyor diyelim. bu kız birdenbire nişanlanıyor. benim için mühim bir hadise... hikayeyi böylece bitiriyorum.

    bizim sonuç dediğimiz şey ölüm gibi, hapis gibi, delilik gibi bir nihayetle biten şeydir. benim hikayelerimin kahramanlarını öldükleri zaman bile yaşamaya devam eder gibi öldürmek isterim. insanları yaşarken yakalayabiliyorsam ne ala. sonuçlu şeyleri sevmiyorum da onun için böyle yazıyorum. bununla hikayelerimi methettiğimi sanmayın. ben iyi bir hikayeci değilim. hikaye tarzı benim yazı yazmam için bir vesilesidir. düşündüklerimi, duyduklarımı, sevdiklerimi, üzüntülerimi, işittiklerimi, gördüklerimi benden başkalarına temizce bir lisanla anlatmaya çalışırım. hikaye değildir yazdıklarım. hikayeye benzer bir konuşmadır. sıkmıyorsam mesele yok oturup hemen bir hikaye yazabilirim.

    benim bir hikaye yazdığımızı düşünelim. ne gibi bir sonuç beklersiniz? intihar mı? olabilir. o kızın bulunduğu yerden uzaklaşıp gitmek mi? bu da olabilir. genç kızı öldürmek mi? bu da kabil. hikayeyi böyle bir neticeye bağlarsam sizce bir sonucu olur değil mi?

    halbuki ben şöyle bir sonuç düşünüyorum:

    bir güzel günde yağmur yağmasını isteyerek kahvenin camları arkasında oturdu. çocukların yağmur şarkısını söyledi.

    yağmur yağıyor
    seller akıyor
    arap kızı pencereden bakıyor ''

    yapı kredi yayınları *
758 entry daha
hesabın var mı? giriş yap