• geçenlerde daudet'nin bu romanı üzerine, ilk romancılarımızdan mehmet rauf'un yazdığı bir değerlendirmeye denk geldim. (hani şu okulda "ilk psikolojik roman" diye ezberletilen eylül'ün yazarı olan kişidir rauf bey.)

    evvela sapho'nun, sevgilileriyle "metres hayatı" yaşayan (ki bu o dönem için birlikte yaşamak, "hayat kadınlığı"na denk bir şey) ve bir heykeltıraşın yunan şair "sappho"dan ilham alan heykeline modellik yaptığı için bu lakabı alan fanny lagrand'la jean gaussin arasında geçen tutkulu ve biraz da hastalıklı bir aşk ilişkisini anlatan bir roman olduğunu söyleyelim. (yunan kadın sappho, fanny'nin lakabı ve romanın adı ise sapho, karışıklık olmasın.) mehmet rauf bey de bu romanı ikinci okuyuşundan sonra yine çok etkilendiğini fark ederek bir yazı kaleme almış 1313 yılının kanunuevvel ayında, yani 1897'nin aralık ayı ile 1898'in ocak ayına denk gelen bir tarihte. yazı epey uzun, hepsini aktarmama imkân yok belki (kopi peyst değil alın teri), ama bazı satırlarını aktarmak istedim:

    "bu eserde aşkı, kalbi, hayatı tasvir edilen fanny legrand en acı manasıyla bir kadındır. bütün zevke ve tutkuya adanmış kadın, aşktan başka kanun, aşktan başka iman bilmeyen kadındır, yani sappho'dur. (...) sıcak kucaklayışlarıyla, büyülü gözleriyle, güzel vücuduyla, bunu size terk ve teslim edişindeki ince, şuh sanatıyla sizi kendine çılgınca bağlar: onun için her şeyi unutursunuz.

    bu o kadındır ki, sizden evvel bir onunu daha aynı fedakârlık, aynı tutku, aynı cinnetle sevmiş, kendisi için edilen çılgınlıkların cinayet mertebesine çıktığını görmüştür. kalbinizi başka saadetlerin uzağında mutlu ve mesut etmek için bütün hayatını size vakfettiği halde, hayatınıza pek geç, uzun ve kirli bir maziyle çok geç girdiğinden, belki istemeyerek, belki acı çekerek, fakat varlığıyla olsun yokluğuyla olsun, zaruri olarak, çaresiz olarak zehirleyen kadındır. ne yapsa sizi mesut edememeye mahkûm kadın; asıl felaket, artık tamir edilemeyecek felaket kendisine rast gelmek olan kadındır, yani ebedî kadındır."

    ama mehmet rauf, bu klasik ve neredeyse edebiyat tarihi kadar eski "korkulacak kadın" çözümlemesini yaparken dümdüz şeytanlaştırmıyor kesinlikle kadını. bir yandan hayranlık da duyuyor. sonrasında, yer yer onu da anlamaya çalışıyor ve gaussin'a karşı savunuyor bile belki kendi aklında. ama tabii anca zihninin, anlayışının, eh biraz da çağının elverdiği kadar...

    jean'ın, sevdiği kadının geçmişini öğrendikten sonra öfkelenmesine karşılık, şunları yazar rauf:

    "fakat zaten kadının bir sappho olduğunu bilmiyor muydu? hem onun mazisine ne hakla karışacak? bir de kadın o kadar vefakâr, o kadar çaresiz ve perişen bir yakarışla yalvarır, jean'ı kaçırmamak için en kıymetli mazi yadigârlarını öyle fedakârlıkla ayaklarına atar, kendisini severek bütün maziyi nasıl unuttuğunu o kadar samimi bir dille anlatır ki, delikanlı dayanamaz ve ayrılmazlar.

    fakat bu vahşi kıskançlıkla bundan sona geçecek hayat, bir işkenceden başka nedir? değişmesi imkânsız bir mazi göz önündeyken evvelki gibi mesut olmak mümkün müdür? acaba kalbinde onların, hâlâ onların olan hiçbir şey kalmamış mıdır? mahvetmek, hepsini, her şeyi, o uğursuz maziye ait her şeyi silip mahvetmek, bu niçin mümkün değil? (...) yalnız başına sahip olduğuna inandığı bu kalbin bu ele geçmesi imkânsız parçaları, bu başkaları, tamamen başkaları için en genç hislerle titremiş tarafları, bunları ele geçirmek için ne yapmalı?"

    bence bu kısım, hem rauf'un incelemesinin zirvesi hem de kıskançlık için yapılmış en doğru tespit. zira jean'ın kıskandığı aslında fanny değil, onu diğer adamlardan kıskanmak değil yaptığı. fanny'nin başkalarına duyduğu hisleri kıskanıyor, o hislere aynı şekilde sahip olamamaktan ve bir gün onun yine ondan başkasına ilgi duymasından ödü kopuyor. ve buna yapılabilecek hiçbir şey yok. çünkü hissedilen hissedilmiştir. kalbin bazı yerleri, başkası için titreşmiştir. bu yine olacaksa olacaktır.

    tabii burada ataerkil bir sahiplenme olduğu da aşikâr. mehmet rauf, yine çağına kıyasla ilerici bir fikirle "mazisine karışmaya ne hakkı olduğunu" sormuş, bugünkü erkeklerin bile pek çoğunun soramadığını sormuş. peki ne yapmalı genç jean'lar? hem çok sevmek, hem delice kıskanarak hayatı kendine de, ona da zehir etmek... bu hayat çekilir mi sahiden?

    "her an sevdiğinizin o korkunç maziden birisini, bir şeyi teessüfle hatırladığını göreceğim, yeni bir ilgisini hissedeceğim diye titreyerek, eski hayatını küçük görecek kadar kendisini mesut ettiğinize, hepsinden, hepsinden çok sevildiğinize emin olmak için o kadar ıstırap çekerken onu ara sıra yine üzgün ve düşünceli görmek; söz söylerken bir yalana rast gelip de dehşetli bir hakikatle boğuşacağım diye daima endişede bulunmak; bütün bunların sebebinin bir mazi, artık imhası elde olmayan bir mazi olduğunu bilip bunu unutamamak; bu azapla yaşamanın mümkün olmadığını görerek kaçmak istedikçe ne acı ve korkunç bir aşk bağıyla bağlı olduğunu duymak; birçok çaresizliklerin arasında ezilip kalmak..." bu satırları yazdıktan sonra mehmet rauf, "bunu ben pek iyi bilirim!" demiş. belli ki, benzer bir sarsıntısını hatırlayarak yazmış, zaten bunu kendisi de söyleyecek... ve belli ki, onun cevabı "hayatı işkenceye çevirmeyin, ayrılın, bu kıskançlığı taşıyamıyorsanız ilişkiyi bitirin" yönünde.

    romandaki jean da aslında başta bunu dener, fanny'den ayrılmaya kalkar, ama sonunda ayrılamayacağını kabul ederek onla birlikte yaşamaya başlar, yani karar verdiğinin zıddını yapar. fakat kıskançlıkları yüzünden öylesine saçma kavgalar çıkarır ki, işler giderek çirkinleşir, birbirlerine karşı kabalaşırlar artık. ve jean bu hayattan kaçar, hatta az kalsın başka biriyle evlenecektir. fakat sonra, fanny'nin başka birini sevdiğini anlayınca yine dayanamaz, ona koşar. nişanlısını terk etmeye karar verdiğini, dış işleri memuru olarak atandığı brezilya'ya giderken fanny'yi de yanında götürmek istediğini söyler. fanny ise ona "beş sene evvel bana bir işaret etseydin senin için dünyanın öbür ucuna kadar giderdim. zira, inkâr edemezsin ki, seni delice sevdim. bende ne varsa hepsini sana verdim ve senden ayrılmak lazım geldiği zaman o kadar mustariptim ki, ıstırabın bu kadarı kimsede görülmemiştir. lakin böyle bir aşk da eskir. ... bu darbelerden sonra bende çarpılmış, kırılmış bir şey vardı." der. kanımca nefis bir cevap... kısaca "her şeyi, her zaman bıraktığın gibi bulamazsın" der fanny jean'a. tabii işin içine biraz öç de karışmıştır, zaten fanny kesinlikle melek gibi bir karakter değildir. fakat canı istediğinde onu, canı istediğinde bunu yapabileceğini düşünen jean'a güzel bir hayat dersi verir sonunda onu reddederek. zira aşk gibi güçlü hisler bile bazı darbelere dayanıksızdır, özen göstermeyenin sonu onu kaybetmektir.

    şimdi gelelim işin daha başka kısımlarına... daudet, natüralist, yani doğalcı bir yazar. bu romanın konusunda baktığınızda ise muhtemelen birçok kişi bunu "romantik" diye nitelendirir, hatta yer yer yeşilçamvaridir. fakat konu edebiyat akımları olduğunda, şüphesiz ki "romantizm" akımı ile gündelik hayattaki "romantik" kelimesinin anlamı farklı şeyleri işaret ediyor. daudet, bir doğalcı olarak, romantizm'in idealleştirilmiş karakterlerine karşı, eksisiyle artısıyla, gerçekçi karakterler yaratıyor. (zaten bu yüzden fanny bir melek değil.) o dönem zaten genel olarak doğalcılık bu yanıyla bir "yenilik" olarak giriyor edebiyat, kültür ve sanat alanına, sonrasında da etkisini uzun yıllar sürdürüyor. görüldüğü gibi, dönemin münevverleri de okuyor, takip ediyorlar bu romanları. (mustafa kemal'in de birinci dünya savaşı esnasında cephedeyken sapho'yu okuduğunu günlüklerinden biliyoruz.) bugün bize göre "romantik" kalsa da döneme göre "yenilik" olan şey şu, karikatürize tipler değil, bilakis son derece hakiki tipler bu romanda çizilenler. tam da bu yüzden, romantizm akımına kayan hugo'nun karakterlerinde iyi ve kötü daha keskinken (ki tabii ki illa her karakterinde değil) mesela zola'da bu ayrımlar, geçişler daha muğlak. kısaca, gerçek hayata daha yakın olduğu için, aslında bu romanı -ve benzerlerini- okuduğunuzda, aslında olaylar için okumazsınız ("spoiler" diye bir şeyi bu tarz romanlar için düşünmek mümkün değildir bence), karakterlerin gelişimi, yazarın onlar üstünden psikolojik tahlilleri için okursunuz. tadı burada olduğu gibi, gerçek hayattaki olaylar üstüne düşünmek için insanı teşvik eden yanı da o paragraflardadır.

    gerçek hayat demişken, eh bu romanın da daudet'nin model marie rieu ile yaşadığı aşktan büyük izler taşıdığı sır değildir. tıpkı mazoşizmin kurucusu sacher-masoch'un kürklü venüs'ünün wanda'yla olan ilişkisinden izler taşıması gibi...

    konuya dönersem, mehmet rauf da bu tahlillerle ilgilenen biri olarak ilkinde ilgiyle, ikincisinde şahsi bir gönül yarasıyla okumuş bu romanı. kendi inceleme yazısını yazarken de romana dair son derece düşündürücü başka tahlilleri ilave etmiş edebiyat tarihine. enteresan yanı, bu yukarıda gördüğünüz satırları yazdığı sırada henüz sadece 22-23 yaşlarında... yalnızca 150 senede, uzayan insan ömrüne paralel olarak, insanın ergenliğinin ne kadar uzadığını, yetişkinliğe erişme yaşının ise ne kadar geciktiğini düşündürdü bana bu rakamlar tabii. muazzam bir fark...

    ben onun kaleme aldığı bu yazıya tesadüfen rastladım ve onun sayesinde yıllar önce okuduğum bu romanı yeniden andım. bir tatildeyken okumuştum romanı ve karakter tahlillerini beğendiğim için sevgilime de önermiştim, ama kitabın bir "tatil kitabı" olmadığı konusunda onu uyararak. o da bana şaka yollu "zaten ciğerimizi dağlamazsa iyi edebiyat olmuyor mu nedir? hep böyle şeyler okuyoruz." demişti, okurken de hakikaten biraz modu düşmüştü tabii. haklıydı, cidden neye "çok güzel" desem böyle ağır bir şey çıkıyordu arkasından. işin tuhaf yanı "iyi/yüksek edebiyat" hiç ağlak değildir (melodrama kaçınca "düşük" bulunur zaten) ama yine de ciğerimizi dağlar. işte ne tesadüf ki, yıllar sonra yazısına denk gelerek bana bu romanı hatırlatan mehmet rauf, aynı yazıda şunu da demiş:

    "zamanımızın en meşhur yazarlarından sevgili bourget'nin dediği gibi edebiyat üzerine düşünme, okuma 'hayatı acı acı tatmak'tan başka bir şey olmadığından, ben de bu hikâyede bütün elemlerle dolu hayatımı acı acı tattım."

    ne diyelim, tolstoy özetlemiş zaten neden yazılanın mutsuzluk olduğunu: "mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır."
  • mustafa kemal atatürk'ün 19 kasım 1916 pazar günü bitirdiği roman. anılarında o gün sıhhatinin iyi olduğunu ve ordu mensuplarının aylık meselesini ve askeri durumu kaydettikten sonra şöyle yazıyor:
    ''alphonse daudet'nin ''sapho-moeurs parisiennes'' namında canım sıkıldıkça okuduğum romanı bitirdim.''
  • (bkz: sappho)
  • fransız yazar alphonse daudet'in "yirmi yaşına geldikleri zaman okumaları için oğullarıma armağan ediyorum" diye nitelendirdiği romanıdır. "tanrıya emanet ol, sana bir de öpücük, son bir tane, boynundan. sevgilim benim..."
  • fransız yazar alphonse daudet'in kadın erkek ilişkilerini realist olarak özetleyen romanıdır. gözlemlerini mükemmel ve bir o kadar da alaycı bir üslupla dile getirmiştir.
    okuyunca karmaşık duygular hissettirir.

    --- spoiler ---

    bunu sana önceden söylemeliydim, ama öyle ateşli, öyle kararlıydın ki göze alamıyordum; sonra kadın onuru, ayrılıştan sonra seni yeniden fethetmekten gelen doğal gururdur.

    --- spoiler ---
  • yunan lirik yazarıdır, şiirlerinde genellikle kadın ve doğa temaları bulunur, bir kadın tarafından yapılan ilk kadın tasviridir ve bilinen en eski kadın ozandır kendisi... tabii bu şiirlerinden sebeple doğduğu ada olan lesbos'un, lezbiyen terimine ismini verdiği kabul edilir.
  • beni oldukça derinden etkileyen bir roman. öyle ters köşede kalıyorsunuz ki romanın sonunda ve karakter değişimleri o kadar olağan gelişiyor ki anlatamam. ilk daudet romanımdı belli ki sonuncusu olmayacak.
  • (bkz: alphonse daudet)

    "damarlarımın tüm kanını verdim, ey sapho, bedeninin mağrur mermerini canlandırmak için."

    aile evinde okuyacak bir şeyler ararken gözüme ilişti. uzunca bir zaman önce okumuştum. normal şartlarda genel çerçeve haricinde bir şey hatırlamamam gerekir ancak bu alıntı hatasız kalmış aklımda. hatırımda kalmış olması şaşırttı ve sevindirdi. alfons dedem çocukları için yazmış bu romanı. romantik ilişkilere dair önemli dersler verdiğini düşünmüş. birçok erkeği kendine divane eden bir kadının orta yaşlarına geldiğinde genç ve yakışıklı bir erkekle yaşadığı ilişki anlatılıyor. bazen ben niye okuyorum bunu dedirtiyor ama yine de alfons dedemi üzmüyoruz. 6.7/10
  • sinovit, akne konglobata/fulminans*, hiperostozis ve osteit beşlisinden oluşan kronik, nadir bir otoinflamatuar sendroma ait akrostiş.

    edit: ekleme
  • fransa'da ikamet eden fas dogumlu bir sarkici var sapho isimli. rai ve benzeri yerel muzikler, henuz gettolardan cikmamisken, bu kadin etnik ogeler tasiyan muzik yapmaktaydi 80'lerde. yaptiklari, biraz les negresses vertes'in yaptiklarini hatirlatir. bildigim digital sheikha isimli bir albumu vardi turkiye'de aranirsa bulunabilen. 90'larin sonunda da bir konser icin ugramisti istanbul'a.
hesabın var mı? giriş yap